28 Aralık 2021 Salı

Muhteşem Bir Sinema Yılının En İyileri

İlk 6 ayı sinemaların kapalı olduğu şu acayip 2021 işte... Ama son yarısı, ne yarısı, hatta çeyreği, öyle güzel sürprizler hazırladı, sinema sanatına sevgimizi öyle perçinledi ki, biraz şaşırmadım desem yalan olur. Ama düşündüm elbet. Sinema, pandemiden bu kadar güçlü nasıl çıktı diye. Kuşkusuz 2020 yılında Cannes Film Festivali'nin yapılamamış olması ve özellikle filmlerini o dönemlerde tamamlayan yönetmenlerin kurguda daha çok zaman geçirmiş olması ilk akla gelen etkenler... Şu son aylarda izlediğimiz filmler son 2 yılın en iyilerinin toplamı bir anlamda ve bu kadar iyi filmi 1-2-3... diye sıralamak da kolay olmadı benim için... O yüzden sıralamayı 3 grup şeklinde yaptım. Önce başyapıt olarak gördüğüm 3 film, sonra ise yine sırasız, çok iyi bulduğum 7'li grup ve aslında listenin bu filmlerle tamamlanması gerekirdi ama içim el vermedi, bu listeye giremeyen ama başka bir yılın listesine rahatlıkla girebilecek yine iyi filmlerden oluşan son 5'li grubu da paylaşıyorum... Filmler içerisinde şaşırtıcı biçimde En İyi Film Oscar'ı için adı geçen Drive My Car ilk 3'lü grupta, En İyi Film Oscar'ı olmasa bile En İyi Uluslararası Film'i kazanması ve en azından 'En İyi Uyarlama Senaryo' adayı olmasına kesin gözüyle bakılıyor. Kazanır kazanmaz onu çok bilemem ama eğer Oscar'da büyük bir başarı yakalayacaksa insan sormadan edemiyor, o zaman bizim Kış Uykusu'nun ne eksiği vardı diye (Kadınsız Erkekler kitabındaki Kino ve özellikle Şehrazat öykülerinden de küçük yamalar var tıpkı 2 Çehov öyküsünün bileşkesi olan Kış Uykusu-Karamazov Kardeşler örneği gibi). Acaba filme Batı'nın ilgisinde kendi kültürüne yabancılaşmak ve eserlerinde Batı'ya atıfta bulunmakla (Kafka, Orwell, Faulkner, Hemingway hatta Çehov gibi) eleştirilen Murakami'nin bir uyarlaması olmasının payı olabilir mi? Öyle ki filmin özgün adı dahi Drive My Car. Doraibu Mai Kâ nerede? Niyeyse Arabamı Sür de diyemiyoruz çünkü film zaten Murakami'nin adı Drive My Car olan öyküsünden uyarlama. Ayrıca Drive My Car'ın Oscar'daki yakın rakibi de Dünyanın En Kötü İnsanı olarak görülüyor. Ama Cannes'daki büyücek ödülüne rağmen 6 Numaralı Kompartıman ne hikmetse unutuldu gitti. Bana kalırsa, yaygın deyişle yılın en 'underrated' filmi oldu 6 Numaralı Kompartıman. Yazık ki ne yazık ! 

Artık ne ise; bu yıl da sadece sinema salonunda izlediğim filmlerden bir araya getirdiğim ve hakkında yazdığım yazılardan gözüme kestirdiğim parçaları kırpıp eklediğim 15 filmlik listeme geçelim. 

İlk 3'lü Grup

6 Numaralı Kompartıman / Juho Kuosmanen
...küçük bir sinema dersi... Sevginin, dostluğun ve ânı yaşamanın önemini hatırlatan, aynı zamanda kağıttan kuleden farksız önyargılarımıza temas eden bir insanlık dersi de... ...Laura'nın finaldeki hınzır gülüşünde dilsel göstereni çarpıttığı ama sonunda onun da mutlu ayrıldığı gerçeği de var kuşkusuz. Aslolan iletişim kurduğumuz farklı semboller, harfler ve onların pekiştirdiği farklılıklar değildir. Elbette farklılıklar da bir başka gerçeğimizdir, güzelliktir, zenginliktir ama işte o farklılıklara rağmen ortak duyguda ortak anlamda buluşabilmektir aslolan. Filmin içine gizlenmiş zekice bir mesajdır bu. Teşekkürler Kuosmanen... 

Drive My Car / Ryusuke Hamaguchi
...bazı kösnül sahneleri, insan ruhunun dehlizlerinde gezinmesi ve bilinçli olarak tasarlanmış edebi yoğunluğunun gerisinde son derece sağlam bir dramaturjik çalışma. Nuri Bilge Ceylan'ın Bir Zamanlar Anadolu'da, Kış Uykusu ve Ahlat Ağacı gibi filmleriyle ama özellikle de Kış Uykusu'nun tasarlanma biçimiyle bazı paralellikler kurulabilecek tereddütsüz bir başyapıt... 

Dünyanın En Kötü İnsanı / Joachim Trier
...günümüzün özgürlükçü bir mahallesinde yetişen insanlarına, kadın-erkek ilişkisi ne menem bir şeydir diye sorduğunuzda, verilebilecek en etkileyici cevaplardan biri... ...Yine de filmdeki hiçbir karaktere kızmak mümkün değil. Dünyanın En Kötü İnsanı Julie'ye dahi. 




İkinci, Bu Sefer 7'li Bir Grup

Bergman Adası / Mia Hansen-Love
...içimizi ısıtan yumuşak sinema dili gerisinde, Bergman sevgisini, bir kadının yaratıcılığını keşfetme çabasıyla bütünleştiren oldukça hoş bir film. Bergman'ın birçok filmine ev sahipliği yapmış Farö Adası'nda...  ...hem bilmeyenler için Bergman'a dair bir müze-ada olan mekanı da tanıtmış oluyor.
Tina Charles'ın I Love to Love'ı (Aşka aşığım, -gençliğimin sloganıdır-), ABBA'nın The Winner Takes It All'u ve Robin Williamson'un folk ezgileri ve dahası da var elbette. Filmin müzikleri başlı başına ayrı değerlendirme yapılabilecek denli zengin.

France / Bruno Dumont
...France,... ....şüphesiz ki eleştirel, insancıl, duyarlı, dokunaklı... ... 
En başta sıkı bir medya eleştirisi olarak değerli ve bunu yaparken bu mesleğin yıldızı birinin iç dünyasına davet ediyor izleyicisini, Léa Seydoux'nun kendisine aşık edecek denli derin bakan o buğulu gözlerine... 

Küçük Anne / Céline Sciamma
...Alev Almış Bir Genç Kadının Portresi ile son yılların en etkileyici filmlerinden birine imza atan Céline Sciamma, daha mütevazi ama belki de annenin kaybına ilişkin sinema tarihinin en şiirsel filmlerinden birine imza atıyor.

Takdim / Hong Sangsoo
Sangsoo; insan ilişkileri, özelde de kadın-erkek ilişkilerine bakışındaki ince ustalığı bir adım daha ileri götürüyor ve ben şuraya varıyorum: Sangsoo sinemasından öğrenecekleri olan genç sinemacılar kadar dikkatlerini vermeleri durumunda son yıllarda daha da görünür olan psikolojiye meraklı ilişki koçlarının da öğrenecekleri bir şeyler var. 
Yönetmenin kariyerinin en iyi filmlerinden biri.              

Paris 13. Bölge / Jacques Audiard
Ve sonuçta Audiard, sinemasını yenilemeyi seven bir yönetmen olarak da takdir edilmeyi hak ediyor. Farklı tür denemelerini İngilizce bir Western ile taçlandıran yönetmen bu kez ise önceki filmlerinde her daim tekrarlanan erkekliğin türlü hallerini burada önemli ölçüde esnetiyor ve sanırım ilk kez... Paris 13. Bölge, Audiard'ın bugüne kadar gerçekleştirdiği en farklı tondaki filmlerinden biri.

Üç Aile / Nanni Moretti
Hayatın siyah ve beyazlardan değil grinin çok farklı tonlarından meydana geldiğini gösterirken, aslında hepimizin içine düşebileceği durumlara ilişkin gözümüzü kırpmadan izlediğimiz dört dörtlük senaryonun gerisinde herhalde şu sonuca varıyor: Ne olursa olsun insandan ümidi kesmeyelim. Yaşamın olduğu yerde ümit hep var olmalıdır...

Lingui, Kutsal Bağlar / Mahamat-Saleh Haroun
...alkışladığımız, tereddütsüz biçimde tüm yüreğimizle kucakladığımız bir kadın mücadelesi ve aynı zamanda dayanışması öyküsü. Üstelik bir erkek elinden çıkmış olmasına karşın bir kadın duyarlığından tatlar damıtan... Senaryosu kısık ateşte pişse de, bir noktadan sonra o kısık ateşin üzerindekilerin de fokur fokur kaynayacağını hatırlatan Saleh Haroun'un filmi 



Bir 5'li Grup Daha

Kaçık Porno / Radu Jude
Evet üç bölümden meydana gelen film bu üç bölümden önce bir porno olarak başlıyor... ...ahlaki... ...çelişkiler bütünü üzerine özgün bir deneme gerçekleştiriyor. Kendine has, yer yer uçarı ve oldukça eleştirel ve de hazmı zor, bir kez daha izlenmeyi hak eden bir üslupla. Takdir edilesi...

Kahraman / Asghar Farhadi
Karmaşık ilişkileri usulca taksim eden, öyküyü yeni detaylarla zenginleştiren, ritmi düşürmek ne  kelime! son derece ölçülü olarak arttıran Farhadi meşhur bir senaryo cambazı.

Çarkıfelek / Ryusuke Hamaguchi
...diyalog ağırlıklı... ...üç öykünün her birinde volümü bir miktar daha arttırıyor... ...sevgi, dostluk, benzerlik, mazi, hatırlamak gibi kavramlar üzerinden insana dair pek çok olumlu (en azından son kertede) duyguyu izleyicisine geçirmeyi başaran... Film de en etkileyici noktada bitiyor.
 
Ahed'in Dizi / Nadav Lapid
Yönetmenin ülkesinde özgür biçimde film çekebilme koşullarını sert bir dille eleştirdiği, dolayısıyla aynayı kendine çevirdiği bu örnekte...  ...film estetiği açısından da özellikle Arava çölünü adeta bir tragedya mekanına dönüştürürken... ...yönetmenin önceki filmi gibi son yılların Batı'da ödül almış filmlerine bir öykünme yok bu kez.
Her Şey Yolunda / François Ozon
Aile bağları ve sonuçta ötanazi üzerine olgun bir sinema dilinin gerisinde son derece insani, dokunaklı ve anlamlı olmayı başaran, yönetmenin kalitesine yakışacak filmlerden biri. Ölçülü finaline de ayrı bir parantez...  



Ve Bonus: Benim Cannes 2021 Ödüllerim

En iyiler listesinin büyük çoğunluğunu Cannes filmlerinin (listede 11 Cannes 4 de Berlin filmi var) oluşturduğu bir yılda filmleri sıralamakta zorlanırken ödül dağıtmak da neyin nesi demeyin bana. Yıllar önce, yine oldukça doyurucu 2016 Cannes'ından sonra Altın Palmiye adayı hemen her filmi izledikten sonra blogta benim ödüllerim nasıl olurdu diye bir cümle kurmuş ama böyle bir liste yayımlamamıştım. Bu yılın şerefine yapayım dedim. Biliyorum filmleri sıralamanın zor olduğu bir yılda ödülleri dağıtmanın da zor olacağını ama farz edin bana verildi bu görev, o zaman ne yapardım diye düşününce, ince eleyip sık dokuyunca herhalde aşağıdaki gibi bir liste ortaya çıkardı. Evet şu ana kadar 24 Yarışma (Altın Palmiye Adayı) filminden 19 tanesini izlemiş biri olarak buna hak görüyorum. Henüz izleme şansımızın olmadığı diğer 5 filmden Fransızların deyişiyle 'palmarés'in içine dahil olan olur muydu bilemiyorum tabii ama yarışmadaki 19 filmi izlemiş olmak da ödül dağıtmak için yeter de artar kanımca...

Altın Palmiye: 6 Numaralı Kompartıman

Büyük Ödül: Drive My Car ve Dünyanın En Kötü İnsanı arasında paylaştırdım.

En İyi Yönetmen: Bergman Adası (Mia Hansen Love)

En İyi Senaryo: Üç Aile (Nanni Moretti, Federica Pontremoli, Valia Santella)

Jüri Ödülü: Lingui, Kutsal Bağlar

En İyi Kadın Oyuncu: France (Léa Seydoux)

En İyi Erkek Oyuncu: Kahraman (Amir Jadidi)

16 Aralık 2021 Perşembe

Weerasethakul'dan Ses Üzerine Tuhaf Bir Film

Barındırdığı metafizik özellikler nedeniyle ülkemizde Semih Kaplanoğlu'nun Tayland şubesi olarak da görenlerin olacağı (ya da Andrey Tarkovski mi desek) Apichatpong Weerasethakul'un ülkesi dışında çektiği Memoria, evet tuhaf, yer yer zor ama tasarlanışıyla meditatif özellikler de gösteren bir film. Belki Büyülü Gerçekçilik ya da Sürrealizm'den izler barındıran, dahası bu kez Kolombiya'da İspanyolca ve İngilizce bir film çeken yönetmeni kimileri Zen Budizmi'nin sinemadaki yansıması olarak görüyor ve yerel özünü korumasıyla övüyor... Filmde bu Zen inancıyla ilişkilendirilebilecek pek çok sahne var. Dolayısıyla gerçek ve hayal sonra tekrar gerçek ve hayal iç içe geçiyor ve silikleşiyor ve de herhalde bir noktada akılla değil kalp gözüyle bakmanın ve kendini akışa bırakmanın gerekliliği ortaya çıkıyor. Zen Budizmi doğanın sadece bizim gördüğümüz doğa olmadığı onun ötesinde bir anlamının olduğu, bu anlamın herkesin içinde olup meditasyonla ortaya çıkarılabileceğini savunan bir öğreti. Film de Tilda Swinton'un başarıyla yorumladığı Jessica'nın tuhaf bir ses duyması ve bu sesin peşinden gidişini konu alıyor. Bu sesi 'pop' diye 'pat' diye tarif etmek kolay gibi gözükse de Jessica için bu o kadar basit değil. Jessica ile beraber defalarca duyduğumuz o sesi, gerçekten kelimelere dökmek kolay değil. Jessica da önce film efektleriyle ilgilenen genç Hernan'a gidip uzun uzun bu sesin neye benzediğini anlamlandırmaya çalışıyor ve bence filmin en yoğun anlarından biri bu sahne, bir kavram olarak ses üzerine düşünmemizi tetikleyen. Daha sonraysa Jessica, Hernan'ı aradığında öyle birinin aslında olmadığını öğreniyor. Ne garip. Filmin sıkı bir gerilime evrilebileceğini düşündüğümüz bir nirengi noktası burası. Elbette Weerasethakul, tür sinemasına son derece uzak, yaratıcı sinemasının bir temsilcisi ve filmi bambaşka bir düzlemde sürdürüyor. Önce Jessica, psikozun eşiğinde olduğu düşüncesiyle doktora görünüyor, daha sonraysa yine Hernan adında bu kez daha yaşlıca biriyle karşılaşıyor ve film burada sanki bir boyut daha atlıyor, bir uzay aracını perdeye taşıma cüreti gösterecek kadar... Artık deneysel sinema içerisinde de pekala görülebilecek bu örnek kuşkusuz ki hem özenli kadrajları ama daha da fazla sesi büyük bir incelikle işlemesiyle öne çıkıyor. Bu işitsel yolculuk, bellek ve zaman gibi kavramlara dokunsa da yine de kanımca bunlar üzerine bir şeyler söylediğini söylemek güç, söylediyse de yok denecek kadar ufarak ya da son derece muğlak. Belki zaman üzerine değil ama sesin hayatımızda (ve sinemadaki) yeri üzerine ileride akla gelebilecek sayılı eserler arasında olabilir Memoria... Jessica'nın aslında sağlıklı olduğunu, Jessica'yla beraber o sesi biz izleyicilerin de duyduğunu bilmek, sonuçta yönetmenin Jessica'yla beraber izleyicileri de aynı meditatif yolculukla tanıştırma isteğinin sonucu olsa gerek.

Yıldız: * * *

11 Aralık 2021 Cumartesi

Haista Vittu, Fince Seni Seviyorum Demektir! Aksini İddia Etsek Ne Yazar

Juho Kuosmanen, henüz ikinci filmiyle adını ustalar arasına yazdırıyor. Ne büyük olay! 6 Numaralı Kompartıman (Hytti Nro 6) küçük bir sinema dersi... Sevginin, dostluğun ve ânı yaşamanın önemini hatırlatan, aynı zamanda kağıttan kuleden farksız önyargılarımıza temas eden bir insanlık dersi de... Tarihe geçen 2021 Cannes'ında Altın Palmiye'ye bile uzanabilirmiş. O denli.

2016'da ilk uzun metrajı Olli Malki'nin En Mutlu Günü'yle yetenekli bir sinemacı olduğunu muştulayan Juho Kuosmanen'in Cannes'da Grand Prix kazanan ikinci filmi 6 Numaralı Kompartıman da bu yıl izlediğim Hamaguchi'nin Drive My Car'ı, Moretti'nin Tre Piani'si ya da Campion'un The Power of the Dog'u gibi bir edebiyat uyarlaması... Yılın en dikkat çekici uyarlaması olarak gördüğüm Drive My Car'la kıyasladığımızda ise ilk elde sanırım şöyle bir çıkarımda bulunabiliriz: Drive My Car, evet muhteşem bir uyarlama, ama göstermekten çok anlatmayı yeğleyen bir film, diyaloglar üzerinden kendini kuran, sinemada edebiyata mümkün olduğu kadar yaklaşmaya çalışan bir film, Nuri Bilge Ceylan'ın Ahlat Ağacı gibi... Rosa Liksom'um aynı adlı eserinden uyarlanan 6 Numaralı Kompartıman ise göstermek ve anlatmak arasındaki dengeyi kuran, sinema duygusu daha yoğun bir film. Drive My Car, daha çok edebiyat, hatta tiyatro. 6 Numaralı Kompartıman ise daha çok sinema diye özetlersek yanlış olmaz. Ama sonuçta ikisinin de kullandığı araç sinema... 

6 Numaralı Kompartıman'ı izledikten sonra yaşattığı duygu yoğunluğu bana John Berger'ın Sight & Sound dergisinde 1991 yılında yayımlanan 'Ev'ry Time We Say Goodbye' adlı yazısını hatırlattı. Bu yazıyı ilk olarak 2010 yılında Sözcükler Dergisi'nde okumuştum (sonra başka çevirenler de oldu). Yazar sinemayı resim, tiyatro ve bittabi romanla karşılaştırırken, resim bizi evin içine çeker, oysa sinema dışarı götürür demişti. Sinema bizi yolculuklara çıkarır, bir istasyona gelir ve bizi orada bırakır. Kader birliği ettiğimiz karakterlerle er ya da geç yolumuz o istasyonda (film bittiğinde) ayrılır, o yoluna devam eder, biz de. Buradan hareketle Berger, geniş bir zaman dilimini ele alan bir romana da kıyasla sinemanın hayattaki tesadüflere daha yakın olduğunu söylüyordu. Filmdeki karakterleri bir Prens Mışkin ya da Julien Sorel kadar tanımayabiliriz, en nihayetinde onlarla yaşamayız, sadece karşılaşır ve ayrılırız. Resim ya da fotoğrafta olduğu gibi sinema bizi geçmişe götürmek zorunda olan bir sanat da değildir. Resim ve fotoğraf ham maddesi gereği kaçınılmaz biçimde geçmişe konumlanır. Sinemaysa hiçbir sanatın ulaşamadığı ölçüde şimdiyi yaşatma gücüne sahiptir. Yönetmen kamerasıyla o cangılın içine girer ve çıkar, o kadar... 6 Numaralı Kompartıman tam da böyle bir film. 

Ne güzel tesadüftür, birbirine etnik, sınıfsal ve belki cinsel
tercihler açısından dahi (kadın karakter bir kadına aşık) farklı bir maden işçisi ile arkeoloğun Moskova'dan Finlandiya sınırına yakın Murnansk'a yaptıkları tren yolculuğuna tanık olduk. Film farklılıkların içindeki o gönül birliğini yakalayan, yok aslında birbirimizden o kadar farkımız diyen oldukça özgün bir aşk filmi olarak da yorumlanabilir...
 İki karakterin de geçmişlerine dair bilgimiz yok, elbette geleceklerine dair yorum yapmaktan başka şansımız da yok. Cinsellik yaşamadılar, bundan sonra bir araya gelecekler mi, bilmiyoruz. Ama birbirlerini sevdiklerini biliyoruz. Ne güzel ki her ikisi de bu bilgiye sahip olarak bizden ayrılıyorlar. Büyük çoğunluğu, 6 numaralı kompartımanda vuku bulan bu karşılaşma, öylesine incelikli bir karakter çalışması, başarılı bir oyuncu yönetimi-oyunculuk ve handiyse Rumen Yeni Dalgası gerçekçiliğinde bir sinema dili ile usul usul örülen bir senaryoyla perdeye geliyor ki, hayran olmamak elde değil. Laura (Seidi Haarla) sevgilisi (Irina) gelmediğinden petroglifleri görmek için yalnız başına çıkıyor bu yolculuğa. Aynı kompartımanda kader birliği ettiği ise Ljoha (Yuriy Borisov). Bu yolculuk tanımadıklarımıza ilişkin önyargılarımızın nasıl yavaş yavaş kırılabildiğini göstermesi açısından değerli, ikisi için de. Bizlerin de filmin başındaki yargılarımızla sonundaki yargılarımız kuşkusuz farklılaşıyor...

6 Numaralı Kompartıman bir arkeoloji öğrencisi özelinde geçmişe takılıp kalmakla da yüzleşiyor. Laura; bugünü daha iyi anlamak için geçmişle yüzleşme kanaatinde ve bir de el kamerası var geçmişi kayda alan... Ama o kamera da Laura'nın ilk izleniminin olumlu olduğunu düşündüğümüz biri tarafından çalınmasın mı? Aslında o noktadan sonra Laura'da geçmişe değil şimdiye odaklanma düşüncesi sanki daha bir yeşeriyor. Görmek istediği petrogliflere ulaştığında da hayatta ulaşılacak bir sonun olmadığını herhalde daha iyi anlıyor olsa gerek. Belki de öncelikle arzunun değil, sevginin, dostluğun daha önemli olduğu, bunların bizi insanlaştırdığı öne çıkıyor ve yaşadığı anın öyle veya böyle tadını çıkarmak kalıyor geriye. Evet, evrenin basit sırrı budur belki de, herkes için olmasa da... Filmin son yarım saati ve finalinin filmi net biçimde başyapıt mertebesine yükselttiğini özellikle belirtmeliyim. Ve evet 6 Numaralı Kompartıman o biçim-içerik uyumunu özenle yaratan nadide filmlerden biri. Berger de o meşhur yazısında sinema trenleri ne de çok sevmiştir diyordu ya. İçinden tren geçen, hatta trenin içinde geçen filmler, üstelik 6 Numaralı Kompartıman gibi ustaca bir bütünlük sunduğunda gözümüzde biraz daha büyüyor kanımca. Trenler, sinemanın doğasına çok başka yakışıyor. Laura'nın dinlediği Desireless'ın o meşhur şarkısı gibi, 'Voyage Voyage' (Yolculuk Yolculuk) ya da Berger'ın aynı sonuca ulaşan sinemaya ilişkin yazısındaki gibi 'Her Zaman Hoşçakal Diyoruz'...

Filmin başlarında ve sonunda 2 kez karşımıza çıkan bir ifade var. Ljoha, Laura'yla tanıştığında Fince 'Seni Seviyorum' ne demek diyor. Laura da 'Haista Vittu' olarak karşılık veriyor, araştırınca (film bu konuda bir bilgi vermiyor) aslında bunun oldukça tanıdık bir argo ifade olduğunu öğreniyoruz. Acaba Laura'nın öncelikle aradığı gerçekten sevgi miydi sorusunun yanında en azından dil ve anlam üzerine önemli bir detay bu. Sadece filmin gösteren-gösterilenlerine maruz kalan çoğunluk, ki ben de ilk etapta onun içindeydim, hala da olabilirdim, Haista Vittu'yu tıpkı Ljoha gibi 'Seni Seviyorum' olarak bilecek ve sanırım bundan gayet memnun olacak. Laura'nın finaldeki hınzır gülüşünde dilsel göstereni çarpıttığı ama sonunda onun da mutlu ayrıldığı gerçeği de var kuşkusuz. Aslolan iletişim kurduğumuz farklı semboller, harfler ve onların pekiştirdiği farklılıklar değildir. Elbette farklılıklar da bir başka gerçeğimizdir, güzelliktir, zenginliktir ama işte o farklılıklara rağmen ortak duyguda ortak anlamda buluşabilmektir aslolan. Filmin içine gizlenmiş zekice bir mesajdır bu. Teşekkürler Kuosmanen... 

Yıldız: * * * * *

1 Aralık 2021 Çarşamba

Mahamat-Saleh Haroun, Afrika Sineması'nın Yüz Akı

10 yılı geçkin süredir herhalde Afrika Sineması'nın Cannes'daki en görünür ismi Saleh Haroun. Hatta 2002'deki Abouna adlı filmine kadar giden bir Cannes geçmişi var. Son filmi Kutsal Bağlar (Lingui) ise aslında Joachim Trier'in Dünyanın En Kötü İnsanı'nın bir tür antitezi. Yanlış anlaşılmasın, Cannes 2021'in adeta 'Kadın Çalışmaları' alanında bir laboratuvara dönüştüğü bu ortamda yine merkezine 'özgür kadın' temasını alıyor ama bu kez Norveç gibi bir ülkede özgürlüğünü neredeyse son raddede yaşayan bir kadın yok. Tam tersine, kürtajın hem devlet ve dinsel aygıtlar hem de toplumsal teamüllerle yasaklandığı, eşinden önce hamile kalmış bir kadının terkedildiği, dahası cinsellikten daha az zevk alması için kadınların sünnet edildiği ve bu kadar denetime paralel tecavüze uğramaktan kurtulamayan Çad'taki kadınlar bunlar. Ataerkin kademe kademe altının oyulduğu, dolayısıyla monogaminin de sarsıldığı o gelişkin Batı toplumlarının aksine ataerkin en güçlü olduğu toplumlardan biri Çad. Kadının adı yok ifadesini tam anlamıyla kullanmayı hak eden bu coğrafyada Norveç'teki gibi kadın özgürleşince ne oldu sorusu sormak oldukça uzak olduğu için, o filmde de değinilen Norveç'in yüzlerce yıl öncesinden, hatta daha da ötesinden bir manzara sunuyor Kutsal Bağlar... Kuşkusuz ki çağdaş demokrasi anlayışına göre ezilen bir kimlik (cinsel, etnik veya mezhepsel vb.) öncelikle özgürlüğünü kazanana kadar desteklenmelidir. Özgürlüğünü kazandıktan sonrası ise elbette biraz tartışmalı (Bkz. Dünyanın En Kötü İnsanı). Bu açıdan Kutsal Bağlar, alkışladığımız, tereddütsüz biçimde tüm yüreğimizle kucakladığımız bir kadın mücadelesi ve aynı zamanda dayanışması öyküsü. Üstelik bir erkek elinden çıkmış olmasına karşın bir kadın duyarlığından tatlar damıtan... Senaryosu kısık ateşte pişse de, bir noktadan sonra o kısık ateşin üzerindekilerin de fokur fokur kaynayacağını hatırlatan Saleh Haroun'un filmi yine de Cannes'dan ödülsüz ayrılmasının acısını çekiyor. Mesela Spike Lee başkanlığındaki jüri, kendilerinden umulan politik tavrı bu filmden yana koysa ve en azından bir 'Grand Prix' vermiş olsaydı, bizler, filmi Suç ve Ceza Festivali yerine Filmekimi'nde izliyor ve herhalde daha çok konuşuyor olurduk.

Not: Filmin özgün adı Lingui, esperanto dilinde diller anlamına geliyor (google translate'in yalancısıyım), pek çok dilde de benzer ifadeler var zaten (linguistic misal). Filmde bazı noktalarda (burası önemli) Fransızca konuşulmasına karşın halkın genel olarak Arapça konuşması filmin dikkat gerektiren başka bir düzlemi. 

Yıldız: * * * *

19 Kasım 2021 Cuma

Tarihin Tartışmalı Altın Palmiyelileri'nden Titane

Cannes Festivalleri içerisinde 2021 seçkisi kanımca 2009'dan bu yana düzeyi en yüksek seçkilerden biri, hatta birincisi. Böyle bir yılda seçkinin alt sıra filmlerinden birinin, tür sinemasının yüzeyselliğiyle kısmen güncel cinsel kimlik tartışmalarını bütünleştiren Titane'ın, Altın Palmiye'yi kazanmış olması olsa olsa jürilerin ne kadar öznel varlıklar olduğunu bir kez daha hatırlatır bize.

Sanatları karşılıklı olarak değerlendirmek istersek, örneğin edebiyatın çoğunlukla sinemadan daha derin bir sanat olduğunu söyleyebiliriz. Burada sanatların kullandıkları araçlar bu farkın temel sebebidir. Biri zaten sembolik bir iletişim sistemine dayanır, diğerinin bu imkanı yoktur, hayatı kayıt altına aldığı için kendi sembolünü yaratmak zorunda kalır. İşte kelimenin en yalın anlamıyla edebiyat kanonu içerisine dahil edilmesine şüpheyle yaklaşılan Haruki Murakami'nin ancak kendi eserleri bağlamında başarılı sayılabilecek bir öyküsünden uyarlanan film, yani burada uzun uzun yazdığımız o Drive My Car, aslında özü aynı olmakla beraber sinema sanatı adına edebiyatta gördüğü kabulden çok daha fazlasını görür. Dikkat edin daha fazla alıcıya ulaşır, hatta daha fazla sevilir de demiyorum. Kimileri izlerken yorulduğunu ifade edebilir, kimisi biraz daha sinematik hareket olsaymış keşke diyebilir ama bir noktada filmin büyüklüğü bir şekilde kabul edilir. Drive My Car'ı sevemese bile bu kötü bir film diyeni çok görmezsiniz diye tahmin ediyorum. Bu açıdan film, edebiyat ve sinemanın iki farklı sanat olarak konumları üzerine düşünme fırsatı veren özgün bir örnektir. 

Şimdi sinemaya döndüğümüzde, sembol yaratmak dedik, buna en natüralist sinema da dahildir yanlış anlaşılmasın. Ama bunu menşei tamamen Hollywood ticari zekası olan tür filmlerinde yapmaya çalışırsanız ne kadar derine ulaşabilirsiniz ki, pek olmasa gerek. Ama daha çok izleyiciye ulaşabilirsiniz o başka. Julia Ducornau'nun Altın Palmiye kazanan filmi Titanyum (ya da yaygın kullanımıyla Titane) da öyle bir film. Bir gerilim-korku türüne ait, içinde bilimkurgu tortuları da barındıran... Üşenmedim saydım; Titane şu ana kadar bu yılki Altın Palmiye adayı filmlerden izlediğim 13.sü. Düzeyi yüksek bir yıl bilgisini de tekrar ekleyerek, bu 13 içerisindeki bence en zayıf film Titane. Araba kazasında kafatasına titanyum yerleştirilen küçük kız büyüyor, cinayetler işliyor sonra tanınmamak için erkek kimliğine girmeye çalışıyor ve kayıp oğlunu arayan bir babanın karşısına oğlu olarak çıkıyor... İzleyiciyi zorlayıcı sahneleri olduğunu söyleyen, hatta ürkünç diyen diyor da çok daha zor sahneleri olan filmler gördük, buna bazı tür filmleri de dahil... Tabi ki türün basmakalıp örneklerinden biri değil Titane, görsel-bedensel maharetleri, mantıklı düşünmeyi zorlayan biraz tuhaf olay örgüsü ve cinsiyetler arası geçişkenliği merkeze alan bir senaryosu var. Hatta bugün zorunlu kitlesel aşı tartışmalarıyla da gündeme gelen transhumanizm deneylerini andıran bir yanı da var. Ve bugün interseksüelden, transseksüele, panseksüelden, demiseksüele daha nice farklı cinsel eğilim tanımlamaları ve ayrı bayrakları var. Sınıf mücadelesinin eski cazibesini yitirdiği günümüzde onun yerini en başta cinsel kimlikler almış durumda. Artık Batı'da solu, daha çok orak-çekiç değil gökkuşağı temsil ediyor. Bu açıdan filme seksi bir kadın olarak dahil olan sonra erkek kılığına bürünen ama sonunda bir erkekten değil, sanırım bir arabadan hamile kalıp (o nasıl oluyor demeyin) çocuk doğuran bir kadın üzerinden film, artık çok daha farklı katmanlarda tartışılan konulara dolaylı olarak kapı açabilir. Bugün bazı feministler, erkeğin spermine hiçbir şekilde ihtiyaç duymadan doğum mümkün olacak mı? Translar kadın mıdır değil midir? Kadın olmanın temel şartı doğurabilme yetisi midir? Translar kadınlarla aynı umumi tuvaleti kullanabilir mi, bunları tartışıyorlar... Hülasa; bir tür sinemasına yakışan yüzeysellikteki Titane'ı, böyle bir çağın politik filmi olarak görmekte sakınca yok. Filmi izledikten sonra bana yaşlanmış biri olduğumu hatırlattı diyen Nanni Moretti gibi.

Titane ilginç biçimde Filmekimi'nde 1 günlük gösterimle sınırlı kalan, hiçbir şekilde ek seans açılmayan bir filmdi. MUBI adlı dijital platformun Türkiye'de vizyona girdikten 5 ay sonra filmlerin gösterim hakkını alıyor oluşu ve Titane'ın vizyona girmemesine karşın MUBI'de gösterilecek olması da herhalde yine çağın ruhuyla uyumlu olsa gerek. Ben son 15 yılda Altın Palmiye kazanıp vizyona girmeyen tek bir film hatırlamıyorum çünkü. Ne yapalım yaşlandıysak...

Yıldız: * * 

14 Kasım 2021 Pazar

Sinema Perdesinde Ardı Ardına Pek Güzel 'Özdüşünümsel' Filmler

Kısa aralıklarla izlediğim Bergman Adası ve Ahed'in Dizi, izleyicisine postmodernizmin o meşhur kavramları arasında da gösterilen 'özdüşünümsel' bir deneyim sunuyor ama büyük bir farkla; biri güler yüzlü ve romantik diğeri alabildiği somurtkan ve politik. 

Postpandemi dönemi mi desek yoksa kontrollü açılma mı ya da yeni dünya düzeni mi? Ne dersek diyelim, sinema bu sene örneğine az rastlanır şekilde güçlü filmlerle salonlara döndü. Her izlediğimiz film bu kanıyı daha da güçlendiriyor. Daha önceki yıllarda yaşadığımız düş kırıklıklarını daha az yaşıyoruz sanki, yaşamıyoruz bile... Bu filmler sadece içerikleriyle değil biçem üzerine düşünen yenilikçi arayışlarıyla daha da değerleniyor. Mesela Mia Hansen-Love'ın Bergman Adası (Bergman Island) içimizi ısıtan yumuşak sinema dili gerisinde, Bergman sevgisini, bir kadının yaratıcılığını keşfetme çabasıyla bütünleştiren oldukça hoş bir film. Bergman'ın birçok filmine ev sahipliği yapmış Farö Adası'nda, yönetmenin Bir Evlilikten Manzaralar filminin geçtiği eve yerleşen iki ABD'li yönetmen çifti konu edinen film, hem bilmeyenler için Bergman'a dair bir müze-ada olan mekanı da tanıtmış oluyor.

Filmi izlerken bazı sahnelerde yönetmenin çeşitli filmlerini hatırlamak da cabası. Beklenmedik bir anda Aa Monika'yla Bir Yaz, diyebiliyorsunuz... Hoş değil mi? Ve ayrıca Hansen-Love öylesine iyi seçilmiş, artık klasik olarak tarif edilebilecek besteleri filmin belli başlı noktalarına öyle güzel yerleştirmiş ki, filmden çıktıktan sonra da dinlemek istedim ve dinledikçe tekrar o sahneleri hatırladım. İlk aklıma gelenler Tina Charles'ın I Love to Love'ı (Aşka aşığım, -gençliğimin sloganıdır-), ABBA'nın The Winner Takes It All'u ve Robin Williamson'un folk ezgileri ve dahası da var elbette. Filmin müzikleri başlı başına ayrı değerlendirme yapılabilecek denli zengin ve Bergman Adası biraz da bunlarla bilinecek sanırım...


Film artık Bergman Adası olarak bilinen Farö'de kaçınılmaz olarak Bergman'ın çalışma ofisi, filmleri, kitapları ve daha pek çok ayrıntıyla iç içe geçmenin ardında kadın başrolün (Vicky Krieps) aklındaki senaryoyu filme dönüştürüvermesini sağlıyor ve bir noktadan sonra o filmi izlemeye başlıyoruz. Üstelik yaratım sürecine odaklanan ve bir son hazırlamaktan kaçınan bir filmi izliyoruz ya da olası sonları tartışan diyelim. Dahası yönetmeni oyuncularıyla bir araya getiren bir tür son sahneyi de barındırıyor, ki bence gayet özgün bir bütünlüğe ulaşıyor... Burada Dünyanın En Kötü İnsanı'ndan sonra bir kez daha Anders Danielsen Lie karşımızda, partneri ise Mia Wasikowska, Krieps'in partneri ise Tim Roth...Ve o sona doğru, Bergman'ın evinde kurmacanın bir kırılma anı yaşanıyor. Joseph olarak filme dahil olan Anders, bizzat kendi adıyla karşımıza çıkıyor... Özetle Bergman Adası'nı 'film içinde film içinde film' olarak tanımlamak herhalde doğru olacaktır. 1-Bergman Adası'nın ta kendisi. 2- Krieps ve Roth'un rol aldıkları, bir nevi esas film. 3- Krieps'in yazdığı-çektiği film (Bir de Roth'un filminden çok kısa bir parça görüyoruz ve o da erkeğin kurguladığı şiddet dolu dünyaya dair bir şey söylüyor, Krieps'in filmi onun filmlerinin antitezi olarak düşünülebilir) 3 Aralık'ta vizyona girecek filmi sinema tutkunlarına kesinlikle öneririm.

Yıldız: * * * * 

İsrailli Nadav Lapid ise bu blogta karmaşık hislerle ifade etmeye çalıştığım bir önceki Altın Ayı'lı Eş Anlamlılar adlı filminden sonra bu kez daha sert, sözünü doğrudan söyleyen bir politik film gerçekleştiriyor. Ülkesine dönen yönetmenin hem değiştirilemez bir gerçek, İbrani oluşu (sonuçta anadilimiz neyse oyuzdur) hem de bu ulus-devlete ait aslında aşağı yukarı bizim gibi görece genç ülkelere çok tanıdık gelen devlet politikalarından doğan öfkesini ele alan bir yapım. Özellikle yönetmenin askerlik deneyimi üzerinden sürpriz sayılabilecek bir sonu da barındıran anlatısı oldukça etkileyici. Bu gibi sahneleri karakterlerini konuşturarak değil, göstererek anlatıyor Lapid, bu da filmin sinemasal gücü açısından önemli bir artı puan. Yönetmenin ülkesinde özgür biçimde film çekebilme koşullarını sert bir dille eleştirdiği, dolayısıyla aynayı kendine çevirdiği bu örnekte Lapid, film estetiği açısından da özellikle Arava çölünü adeta bir tragedya mekanına dönüştürürken, Eş Anlamlılar'ın da belli bölümlerinde olduğu gibi yine ani sıçramalar ve abartılı kompozisyonlar barındıran hatta maniyerist olarak tarif edilebilecek bir üslup benimsiyor ve sanırım bu yanıyla izleyicinin uzun süre dikkatini perdede tutmayı başarmakta biraz zorlanacak ama en azından yönetmenin önceki filmi gibi son yılların Batı'da ödül almış filmlerine bir öykünme yok bu kez ve daha az dağınık. Bu açıdan Ahed'in Dizi (Ha'berech) Eş Anlamlılar'ın bir adım önünde, bence... Ve yine bence ruh akrabasının pandeminin hemen öncesinde izleyicilerle buluşan Filistinli Elia Suleiman'ın Burası Cennet Olmalı adlı filmi olması da kaderin cilvesi değilse nedir? Başka Sinema'nın pek çok salonunda sadece 1 hafta kalmasına müsaade edilen Ahed'in Dizi, bu hafta Beyoğlu Beyoğlu ve Moda Sahnesi'nde gösterimini sürdürüyor...  

Yıldız: * * * * 

5 Kasım 2021 Cuma

Bu Kez Alkışlarımız Joachim Trier'e

Trier'in 'Dünyanın En Kötü İnsanı', günümüzün özgürlükçü bir mahallesinde yetişen insanlarına, kadın-erkek ilişkisi ne menem bir şeydir diye sorduğunuzda, verilebilecek en etkileyici cevaplardan biri. Hemencecik alev alan yüreğimize olduğu kadar sorgulayıcı aklımıza da seslenen çağdaş bir başyapıt. 

Ne Cannes'mış ama ve dolayısıyla ne Filmekimi'ymiş diyoruz bir kez daha... Fısıltı gazetesi öyle bir çalıştı ki, Cannes'da sadece başrol Renate Reinsve'ye bir 'Aktrist Ödülü' kazandırmakla yetinen Dünyanın En Kötü İnsanı (Verdens Verste Menneske) Filmekimi'nin en beğenilen filmlerinden biri oldu. Bu ilgide yönetmeni Oslo, 31 Ağustos filminden bu yana takip edenlerin de payı olabilir elbet ama yine de Dünyanın En Kötü İnsanı ne Hollywood filmiydi ne ana akıma meyleden çok bariz karakteristikleri vardı ne de İngilizceydi ama belli ki çağdaş bireyin kılcal damarlarına ışık tutan bir yanı vardı ve kadın-erkek fark etmeksizin pek çoğumuzu derinden etkiledi... Öyle ki, önce Şubat olarak belirlenen vizyon tarihi 19 Kasım'a çekildi, yetmedi 3 Kasım'a İstanbul ve Ankara gibi kentlerde ön gösterim konuldu, yine yetmedi, bu gösterimlere ek seanslar konuldu ve sanki o korku duvarı yıkıldı, uzun bir süre sonra mesafesiz olarak, tıklım tıklım bir salonda film izledik. Sen çok yaşa e mi sinema !

Filmekimi yazımı yazarken belki dikkatli okurların içten içe sezdiği husus; birçok filmin özgürleşen toplumlarda kadının konumu üzerine dolaylı da olsa söz söyleyen bir bütünlük arz etmesiydi. Dünyanın En Kötü İnsanı'nı da izledikten sonra artık net biçimde bu yılki Cannes Film Festivali'nin adı konmamış tematiğinin 'Özgür Kadın' olduğunu söylemek mümkün. Elbette yıllarca, üstelik Altın Palmiye'yi gayet hak etmelerine karşın Maren Ade ve Celine Sciamma gibi yönetmenlere bu ödülü layık görmeyen, kararlarının maçist olmasıyla tartışılan ve bu yıl uzun tarihinde sadece 2. kez bu ödülü bir kadına layık gören bir festivalin kurduğu jüriden bahsediyoruz. Cannes'da bu sene gerçekten kadınların senesiymiş diyoruz ama hala önemli bir farkla, yine çoğunlukla erkeklerin anlattığı kadınların...

Geçtiğimiz yıllarda Agnés Varda'nın da içinde bulunduğu kadın yönetmenler 'Me too' hareketinin bir parçası olarak Cannes'ın meşhur merdivenlerinde festivaldeki kadın temsilinin hala çok az olduğunu eleştiren bir açıklama yapmışlardı. Bu açıklamanın önümüzdeki yıllarda artçıl etkilerinin olacağı öngörülebilirdi hiç kuşkusuz, bu etkiler kadın temsilini yeterince arttırmadıysa da esaslı kadın öykülerini arttırmış en azından...

Dünyanın En Kötü İnsanı, sol değerlerle liberal değerleri optimum düzeyde bir araya getirdiği söylenen, ekonomik, siyasal ve kültürel pek çok sebeple günümüzün en özgürlükçü toplumlarından biri denilen Norveç'te, merkezine yetişkin bir kadını aldığı bir kadın-erkek ilişkisinin konumunu perdeye taşıyor. Aynı zamanda Norveç evlilik dışı doğum oranlarında %60'lara varan lider ülkelerden, ki bu oran 1996'da bile %48-49'du ve kademe kademe yükseldi. Süreğen artış eğilimi çoğu yerde devam ediyor, özellikle son 25-30 yılda (Türkiye şu an %3'lerde Azerbaycan %16'yı aştı). Dolayısıyla Norveç'te kadınlar üzerinde ataerkil baskının ne kadar düşük olduğunu varın siz tahmin edin ve ek olarak filmin genç yetişkinleri olduğu kadar en azından bizdeki yaşı geçkin seyirciyi aynı ölçüde etkilemeyeceği kanaatindeyim... 

Bu yazıyı yazıp bitirdikten sonra (bu paragrafı artık eklemezsem çatlarım dedim) kim ne demiş diye yaptığım kısa göz gezdirme esnasında Variety'den bir eleştiri bebekliği 80 ve 90'larda geçenler için filmin mihenk taşı bir sanat filmi olmayı hak ettiğinden dem vuruyordu ki, içimden aklın yolu birmiş deyiverdim. 

Artık filme dönecek olursak; 1 prolog, 12 bölüm ve 1 epilogdan oluşuyor ve Julie'nin yaklaşık 4 yılını perdeye taşıyor. Son derece hayatın içinden, su gibi akan bir senaryonun içindeki Julie'yi içtenlikçi bir yaklaşımla yorumlayan Renate Reinsve başta olmak üzere yine Anders Danielsen Lie'nin de çok iyi olduğu bir film bu ve böylesi başarılı oyunculukların gerisinde Trier, beklenmedik bir anda animasyonlardan yararlanan, bir an sadece Julie'yi (ve Eivind'i) hareket halinde bırakırken yaşamı donduran, her bölümde Julie'nin ruhuyla beraber filmin de ruhunu bir miktar değiştiren incelikli bir sinema dili yaratmış. Öncelikle bunun için alkış... Ardından toplumun ya da ana akım sinemanın koyduğu her tür muhafazakar bariyeri  senaryosuna iliştirdiği pek çok detayla sarstığı devrimci içeriği nedeniyle bir alkış daha...

Bir sahnede yönetmenin eski fotoğraflar eşliğinde gösterdiği gibi 
30'larına yaklaşan Julie karakteri, büyük büyük büyük büyük annelerinin ne yazık ki tadamadığı özgürlüğü en doyasıya yaşayabileceği ülkelerden birinde, 21.yüzyıl Norveç'inde yaşıyor. Önce 40'larındaki sevgilisi Aksel ile birlikte yaşıyor ardından ise gönlünü Eivind'e kaptırıyor. Aksel çocukları olmasını isterken Julie buna hazır olmadığını söylüyor ama ne hikmetse bir süre sonra biraz daha irice, kendi yaşına daha yakın Eivind'ten hamile kalıyor, Julie'nin deyişiyle kaza sonucu. Gerçi o çocuğu da isteyip istemediği konusunda kararsız ve son noktada istemiyor aslında. Ve tıpkı Hamaguchi'nin ya da Audiard'ın Filmekimi'nde izlediğimiz filmlerinde olduğu gibi bir kez daha, evet bir kez daha altını çize çize ilişkiyi bir kadın başlatıyor ve kadın bitiriyor, her seferinde hem de (Hani derler ya iyi tamam da bitiren bazen aynı kadın olmayabilir. Doğru, aslında Julie'nin Eivind'i başka bir kadının elinden kaptığı düşünülebilir, az da görsek o da yine çevrecilik ve yogayla kafayı bozmuş bir başka tanıdık tipti). Üstelik bu ayrılığa mantıklı bir gerekçe de bulamıyoruz. Julie de bulamıyor çünkü. Sanatçı ruhlu ve zaten karikatürist olan Aksel, Julie'nin ayrılık kararıyla perişan oluyor elbette. Belki de bu ayrılığın öfkesiyle bir tv programında post-feministleri 'fahişe' olarak yaftalayacak kadar ileri gidiyor. Ama Julie'den aldığı cevap: 
"Bitmesi gerekiyordu ve bitti, seni seviyorum tabii ki ama hem de sevmiyorum galiba ya da hislerimi kelimelere dökmemi istiyorsun her şeyi kelimelere dökmemi istiyorsun. Hıh problem de bu zaten" oluyor. Daha sonra Julie farklı nedenlerle Eivind'le de kavga ediyor. Belki yaşdaşı ama garsonlukla geçinen Eivind de ağzının payını fena alıyor. Garsonluktan daha iyi bir kariyer planı olmadığı için sert biçimde azarlanıyor anlayacağınız. Nasıl diyeyim, Eivind'i canlandıran Herbert Nordrum'un o donakalan yüz ifadesi gerçekten yürek burucuydu...Aksel ise zaten kanser oldu, bilmem bunda Julie'nin terk-i diyarının bir etkisi var mıdır? 40'larının ortasındaki Aksel yine ustalıkla çekilmiş bir sahnede Julie için hayatımın aşkı dese de hayatını tek bir kadının varlığına şartlaması ne kadar doğruydu? Yine de filmdeki hiçbir karaktere kızmak mümkün değil. Dünyanın En Kötü İnsanı Julie'ye dahi. Zaten Aksel de hasta yatağında son kez Julie'nin çok iyi bir insan olduğunu ifade ederek noktayı koydu kanımca.

Filmin belli bölümlerindeki diyalogları Ingmar Bergman'ın filmleriyle kıyaslanacak düzeyde güçlü, düşündürücü ve bunun için de büyük bir alkış ve çok açık ki pek çoğumuzun öyle veya böyle bazı deneyimleriyle de örtüşüyor. Trier, günümüz dünyasında benzer örneklerine daha sık rastlanan bir 'özgür kadın' portresi çiziyor. Cinselliği arzuladığı kişilerle istediği düzeyde yaşayan ve ona biçilen (belki doğanın) annelik gömleğini giymek zorunda hissetmeyen bir portre bu. Elbette Trier'in kadın zincirlerinden kurtulduğunda illa ki Julie gibi bir şey olacaktır demek istediğini sanmıyorum, belki böyle olmayabilir de, ama şu açık: Evet pek çok 'özgür kadın' da Julie'den farksız, kararsız ve değişken hayatları yaşıyor dünyanın dört bir yanında...Sosyal medyada Julie için aynı ben diyen kadınların çokluğu da bir tür kanıttır... Filmde çok değinilmese de kimileri Julie'nin problemli bir babayla olan ilişkisinin o beylik ifadeyle ananelerimiz gibi uzun vadeli sağlam ilişkiler kurmaktan alıkoyduğunu belki düşünecektir. Peki diyelim ki öyle, o halde Norveç gibi bir ülkede en fazla 30 yıl önce o problemli babayı tercih eden de sonuçta yine bir kadın değil midir? Julie'nin anne ve babasının beşik kertmesi olduklarını düşünenimiz yoktur sanıyorum... Sonuçta Trier, epilog bölümünde Julie için bir son hazırlamış ama şu anı bizimle kanlı canlı yaşayan Julie'nin 10 yıl sonra 20 yıl sonra nasıl bir hayatı olacağını da merak ediyoruz. Yalan yok !  

Herhalde her daim çağına ayna tutan Cannes, Dünyanın En Kötü İnsanı örneğinde de olduğu gibi kadın-erkek ilişkilerinin tüm açmazları ve hayatın giderek dijitalleşmesiyle girdiğimiz geri dönülmez bu yolculukta, her ne kadar erkeklerin perspektifinden olsa bile kadın cinsiyeti üzerine daha çok düşünmemizi istiyor... Bu konuda Hamaguchi'nin Drive My Car'ı için çok üstünkörü birkaç cümle yazmıştım. Daha uzun okumalar yapmak isteyenler özellikle Payel Yayınevi'nde zamanında basılan ama hala içlerinde birinci basımı bile tükenmemiş ya da sadece birkaç basım yapabilmiş pek çok kitabı karıştırabilirler. Ataerkil toplumun, tarım toplumuna geçildikten sonra dolasıyla uygarlık tarihiyle koşut ortaya çıktığı ve daha öncesinde sanıldığı kadar yaygın olmadığını hatta insan doğasının (hayvan türlerinde olduğu gibi) anaerkil (anayerli de denir) olduğunu söylesem bana ne dersiniz? Peki tarım toplumu dedik dolayısıyla mülkiyet ortaya çıkana kadar ailenin çokça sadece anne ve çocuktan meydana geldiğini, babanın ailenin bir ferdi olmadığını söylesem ya da muhafazakar partilerin kadın fazla özgürleşirse toplumun direği aile çöker söylemlerinin tüm anlattıklarımızla bağlantılı olduğunu. O halde bugün hepi topu 6-8 bin yıllık geçmişi olan ataerkil toplum ve onun dikte ettiği monogaminin dalga dalga darbeler aldığı toplumun kadınlarını daha iyi anlamak için belki de mülkiyet öncesinin kadın-erkek ilişkisine göz atmakta fayda vardır. Kim bilir... 

Yıldız: * * * * *

27 Ekim 2021 Çarşamba

Bağlılık Hasan, Semih Kaplanoğlu'nun En Olgun Filmlerinden Biri, Belki De Birincisi

Bağlılık Hasan'da Kaplanoğlu, hem sözünü bolca sarf edip, hem de Yumurta-Süt-Bal gibi eski filmlerindeki atmosferi yakalamakla kalmayıp bir adım ileri taşıyor. Bağlılık Hasan, kendi sinemasında bir küçük yeni eşik... Çocukluğundan itibaren bir ağacın gölgesinde serinleyen Hasan'ın tarlasına bir gün elektrik direği dikmek isterler, istemek ne ala! bütün süreç tamamlanmış ve o direk dikilecektir. Ama Hasan'ın kendi gücü yetmese de bu direği kavgalı olduğu hasta abisinin tarlasından geçmesini sağlayacak bir takım çıkar ilişkileri kurabilecek gücü mevcuttur. Diğer yandan Hasan eşiyle birlikte hac kurasını kazanır ve haccın yolunu gözler. Öyle ya, hacca bu dünyaya borçlu gitmemek gerekir. Hasan da hac için o borçları bir bir ödemeye kalkar. Peki ya hacca gitme şansı olmasaydı o günahlarla mı yaşayacaktır ya da şöyle diyelim helallik alınca günahlar nereye gider. İnancın evreninde çözüm bu kadar basit midir? Bağlılık Hasan, bir tür araçsal aklın eleştirisi aslında. Ha seküler ha dindar, ne fark eder ki, birçoğumuz araçsallaşmış hayatları yaşadıktan sonra. 
Theodor Adorno bir metninde bir ağaca baktığında ne görüyorsun diyor. Eğer kereste görüyorsan işte bu araçsallaşmaya bir örnektir ve ne ilginçtir filmde böyle de etkileyici bir sahne var... İnanç için de durum farksız. Sen diğer zamanda yapılması gerekeni yapmayıp hac için yapacaksan inancı da araçsallaştırmış olmaz mısın? Hem sahte dindarlığa hem gezegeni cehenneme çeviren endüstrileşmeye karşı sözünü söyleyen, doğaya karşı sevgisini vurgularken her kesimin sorumluluklarına değinen, zaman zaman anlatımı ağırlaşsa da kanımca 2.5 saatlik süresini o kadar da hissettirmeyen, ve sadece sinema diliyle değil metin kurgusuyla da şiirsel derinliği yakalayabilen bir film ve bir kez daha yönetmeninin kısa kısa da olsa Tarkovski'nin Ayna'sına (Zerkalo) selam durduğu bir film Bağlılık Hasan... Umarım yönetmenin daha da iyi filmi önümüzdeki dönemde sinemaya uyarlamak istediği Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Huzur'u olur, şüphesiz ki zor ama cesur bir deneme olacaktır...

Yıldız: * * *

22 Ekim 2021 Cuma

Son Yılların En Doyurucu Filmekimi'ne Tanık Olduk

Evet doyurucu, biraz yorucu ama kesinlikle bilincimizi keskinleştiren yaratıcı yönetmenlerin sesine nereden baksanız iki haftaya yakın süreyle kulak vermek değerliydi. Ben, Ryusuke Hamaguchi, Bruno Dumont, Jacques Audiard, Ashgar Farhadi, Nanni Moretti, Paul Verhoeven, Jane Campion gibi ustaların son filmlerini izlerken, belki bir bu kadar daha önemli yönetmen vardı programda, o isimlerin filmleri de önümüzdeki dönemde kademe kademe vizyona gelecek.

Hamaguchi'nin Drive My Car'ı Dört Dörtlük Bir Uyarlama, Tereddütsüz Bir Başyapıt
 
Ryusuke Hamaguchi, 3 saat süren Drive My Car ile Filmekimi'nin entelektüel yoğunluğu en yüksek filmlerinden birine imza atıyor. Drive My Car, bazı kösnül sahneleri, insan ruhunun dehlizlerinde gezinmesi ve bilinçli olarak tasarlanmış edebi yoğunluğunun gerisinde son derece sağlam bir dramaturjik çalışma. Nuri Bilge Ceylan'ın Bir Zamanlar Anadolu'da, Kış Uykusu ve Ahlat Ağacı gibi filmleriyle ama özellikle de Kış Uykusu'nun tasarlanma biçimiyle bazı paralellikler kurulabilecek tereddütsüz bir başyapıt... Ve Hamaguchi'nin Ceylan'dan farklı olarak kendi ülkesinden bir yazarı sinemaya uyarladığının da altını çizelim... Üç bölümde yer yer her bölüm diğerine de temas ederek filmin o bahsettiğim entelektüel yoğunluğunu açmaya çalışacağım. 

1- Dört Dörtlük Bir Murakami Uyarlaması

Drive My Car, Haruki Murakami'nin etkileyici bir öyküsü. Film de 7 öyküden oluşan Kadınsız Erkekler kitabının yaklaşık 36 sayfalık aynı adı taşıyan bu ilk öyküsünden uyarlama. Murakami'nin kitabının arka kapağında şöyle yazıyor:

"Bir kadını yitirmek, tüm kadınları yitirmek demek...Ve şöyle devam ediyor: Bir gün sen de kadınsız erkeklerden olacaksın. O gün en ufak bir uyarı, küçücük bir ipucu vermeden; önsezi olarak hissettirmeden ya da içine doğmadan, kapını çalmadan, hiç beklemediğin bir anda seni bulacak... Bir kadının özlemini çeken, yasını tutan; bir kadın tarafından aldatılmış, terk edilmiş olmanın acısıyla yaşayan, aşkla kendinden vazgeçen erkeklerin öyküleri... Haruki Murakami'den aşka ve kadınlara yazılmış yedi ağıt..."

Hiç şüphe yok ki, akla ilk gelen 36 sayfalık bir öykü nasıl 3
saatte anlatılır sorusu oluyor. Acaba, başka öyküler de mi var içinde diye soranlar oluyor, filmin içinde uzun uzun yer alan Anton Çehov'un Vanya Dayısı'ndan ilhamla peki bu gerçekten sadece bir Murakami uyarlaması olabilir mi? Cevabımız evet, bu bir Murakami uyarlaması. Zaten Murakami'nin Drive My Car öyküsüne, yapısal olarak bakıldığında filmin yaklaşık 40. dakikasından (ki ondan sonra filmin giriş jeneriği akmaya başlıyor) sonrasına tekabül eden bir göz problemi nedeniyle kendisine şoför tahsis edilen Kafuku (ana karakter) ve 'kadın' şoförü Misaki ile işe gidiş gelişleri sırasında Kafuku'nun geçmiş tecrübelerinin canlanması, Misaki ile kurduğu diyaloglar, o diyalogların yine geçmiş tecrübelere kapı araladığı görülüyor. Bu tecrübeler genleşip daha uzun anlatılar yaratma potansiyelini taşıyor. Öykü bir çok noktada üçüncü tekil şahsın (yani yazarın) ağzıyla anlatılıyor. Örneğin:
 
"Karısını başkalarının kollarında hayal etmek, hiç kuşkusuz  Kafuku'nun canını yakıyordu. Can yakmaması düşünülemez. Gözlerini kapatınca zihninde somut bir şekilde hayaller canlanıp kayboluyordu. Böyle şeyleri hayal etmek istemiyordu ama hayal etmeden de duramıyordu."
 
Öykü, Kafuku'nun karısı Oto her ne kadar gizlese de Oto'nun başka erkeklerle birlikte oluşunun Kafuku tarafından farkına varılmasını Kafuku'nun ona duyduğu güçlü aşkla ilişkilendiriyor ve öyküden aynen alıntıladığım yukarıdaki bölüm filmin yaklaşık ilk 40 dakikasını oluşturan malzemeye büyük oranda kaynaklık ediyor. Öykünün ileriki bölümlerinde de Kafuku, Misaki'yle konuşurken Misaki ona neden arkadaşı olmadığını soruyor ve Kafuku da bir dönem zaman geçirdiği tek bir arkadaşı olduğunu o kişinin de karısıyla seks yaptığını düşündüğü Takatsuki olduğunu söylüyor, yani arkadaş olma nedeni de karısıyla yatmış olması ve öykü Kafuku'nun çok iyi bir çift olmalarına rağmen karısının neden Takatsuki ile yattığını anlama çabasından önemli bir gerilim yaratıp bir sonuca yol alıyor, böylece öykü bir kaç kez geçmişe giderken bu geçmiş, filmde de Kafuku ve Takatsuki'nin muhabbetlerini genleştirmeye müsait biçimde uzun uzadıya perdeye geliyor. Özellikle ikili arasında filmdeki arabanın arka koltuğunda gerçekleşen son diyalog gerçekten oldukça etkileyici. Ve aşağıda detaylandıracağım ve anlatmaktan öte sinemanın öncelikle gösterme vasfıyla görselleştirilen Kafuku'nun göz rahatsızlığı, Murakami'nin öyküsünde Kafuku ve Takatsuki arasındaki geçen diyalog içerisinde kör nokta olarak betimleniyor... Hayatta hepimizin kör noktaları vardır ve Kafuku'nun kör noktası da incelikli bir kadın olan karısının neden onu Takatsuki gibi yakışıklı olsa dahi, zayıf noktalara sahip, duyarsız ve oyunculuğu ikinci sınıf  biriyle aldattığına anlam verememesi...
Murakami'nin öyküsünden aynen aktardığım ve ikilinin araba sahnesinde de geçen bir diyalogla ilintili küçük bir parçada Takatsuki, Kafuku'ya şöyle diyor:
 
"Kadınların bütünüyle ne düşündüğünü anlamamız imkansızdır, değil mi? Kastettiğim buydu. Karşınızdaki nasıl bir kadın olursa olsun, bu değişmez. Bu yüzden kör nokta sadece siz de mi vardır diye soracak olursanız, bence öyle değil. Eğer bu bir kör nokta ise, biz hepimiz aynı kör noktayla yaşamaktayız. Bu yüzden kendinizi suçlamamalısınız."

Daha sonra ise şöyle devam ediyor:

"... Çok iyi anlaşan eşlerin, büyük bir aşk besleyen eşlerin bile, birbirinin yüreğindekileri bütün çıplaklığıyla görmesi mümkün değildir bence. Böyle bir şeyin olması için çabalasanız bile kendinizi üzmekle kalırsınız, o kadar. Ama bu niyetinizde samimiyseniz, gayret ettiğiniz ölçüde karşımızdakinin içini görebilirsiniz. Zaten nihayetinde hepimizin  yapması gereken kendimizle açık yüreklilikle uzlaşmayı başarmak değil midir? Karşımızdakini görmenin kendi içimize, taa dibimize kadar dosdoğruca bakmaktan başka bir yolu yoktur. Ben öyle düşünüyorum." 

Örneğin öyküdeki detayların çoğu da sadık biçimde filme eklemlenmiş. Sadece tek bir örnek vermek gerekirse ikilinin aralarındaki bu diyalog şöyle bitiyor. 

  "Takatsuki bu kez gözünü kaçırmadı. Uzun bir süre birbirlerinin gözlerinin içine baktılar. Sonra birbirlerinin gözbebeklerinde, çok uzaklardaki yıldızlar gibi bir parıltı gördüler."

Gerçekten filmde de gözlerini birbirlerine uzun uzun diktikleri, ve sonunda gözlerinin parladığı o etkileyici araba sahnesi unutulacak gibi değil. 

Murakami'nin öyküyü tasarlarken yeni öyküler eklemeden aynı birkaç öykücük üzerinden genleşmeye çok müsait bir yapı kurmasını Hamaguchi çok iyi değerlendirmiş. Kafuku ve karısı Oto, Kafuku ve Misaki, Kafuku ve Takatsuki arasındaki diyaloglardan meydana gelen her patika bir yap-boz tamamlayacak derinlik ve uzunluğu kaldırabilecek alt yapıyı kaynak metin olarak sağlıyor. Gerisi bunu çözümleyip sinemaya aktaracak hünerli bir yönetmenin varlığı... Bu saydığım ikilileri birer patika olarak kabul edersek 3 patikanın yanında 4. patika da tüm bu gerilimleri bir potada eriten Çehov'un Vanya Dayı adlı tiyatro oyunu olarak filmde karşımıza çıkıyor. Öyküde de filmde olduğu gibi Kafuku bu oyunu sahneye koymaya çalışan artık orta yaşlı bir tiyatrocu olarak geçiyor ama öykü birkaç cümle haricinde oyunun sahneye konulma sürecine odaklanmazken film, oyunu sahneye koyma çabasını da büyük oranda perdeye taşıyor. Vanya Dayı'nın filmde işlenişi ve ne anlam ifade ettiğine geçmeden buraya kadar anlattıklarım üzerinden Hamaguchi sinemasında artık kanıksanmış başka bir unsura değinmek istiyorum. 
 
2- Hamaguchi Sinemasında Aldatan Kadınlar

Drive My Car, Hamaguchi'nin benim izlediğim üçüncü filmi. Belirtmek gerekir ki bu üç filmde de sürekli tekrarlanan bir unsur var: Aldatan kadın. Evet Asako 1-2'de de birlikte olduğu Haruyo'yu eski aşkı Baku için bir an bile duraksamadan ortada bırakan genç bir kadın karakter vardı. Adı Asako. Filmi izleyenler hatırlayacaktır, eski aşkından karşılık alamayınca tekrar Haruyo'ya dönmüş ama iş işten çoktan geçmişti. Bir önceki filmi Çarkıfelekte (Guzen to Sozo) ise küçük bir kız annesi, genç evli bir kadın sevgilisiyle sevişiyor, ona istediği zaman çok rahatlıkla sevişeceği bir erkek bulabileceğini söylüyordu. Bekar bir üniversite hocasını baştan çıkarmak için plan yapıyor ama her kuşun etinin yenmeyeceğini acı şekilde deneyimliyordu, hocaya attığı mail yanlışlıkla tüm okulun mail kutusuna düşüyordu. Ve Drive My Car'da da yine bir aldatan kadın var adı Oto ve ruhu filmin üç saatlik süresinin neredeyse her yerine siniyor. Oto'nun  Kafuku'yu başka bir erkekle aldatması öykünün ve dolayısıyla filmin çıkış noktası denilebilir. Sinema tarihinde başka yönetmenlerde de benzer yaklaşımlar yok değil elbet. İlk aklıma geleni Kieslowski'nin Rouge, Blanc ve Dekalog 7 (Zina Etmeyeceksin) adlı filmleri. Ya da Carlos Reygadas'ın kısmen Post Tenebras Lux ama aslen son filmi Nuestro Tiempo. Bu filmlerde perdede aldatan erkekleri görmek yerine, eşleri ya da sevgililerini aldatan kadınları başka adamlarla sevişirken görürüz, üstelik eşler de bir biçimde bu duruma tanık olurlar. Üstelik ilk başta her ne kadar yadırgasa da Kafuku'nun şoför koltuğunda bir erkeğin değil kadının oturması, filmde karısının onu aldattıktan sonra yine kısa bir süreliğine de olsa şoför koltuğuna oturması bence anlamlı.
Neyse; sonuçta aldatanların öncelikle kadın olduğu Hamaguchi dünyasında yönetmen asla kadın karakterlere yargılayıcı bir tavır takınmıyor. Asla. Bunun altını da özellikle çizelim. O halde aldatmayı ve şoförlüğü kadına bırakan Hamaguchi burada ne anlatmak istiyor olabilir ki? Yerleşik toplum öncesi yüzbinlerce yıla varan atalarımız ve avcı toplayıcı ilkel topluluklarda olduğu gibi günümüz özgür toplumlarında da (evrensel bir uygulama olan başlık parası veya bir takım töresel baskıların olmadığı) kadın-erkek
ilişkisinin şoför koltuğunda her zaman kadın oturur. Bu bir doğa kanunudur, seni seçecek olan da, gerekirse terk edecek olan da yeri geldiğinde senden daha az zahmet göstererek aldatacak olan da kadındır. Bu elbette erkeğin aldatamayacağı anlamına gelmez ama benzer bir kadının ve erkeğin eşit koşullarda özgür olduğu toplumlarda şayet aldatmak isterse eli güçlü olan kadındır çünkü doğurgan olan kadındır. Ve ilginçtir, sevgi ve cinsellik içtepisi çok kez birbirinin zıttı olarak ortaya çıkabilir. Sevmek, annelik duygularıyla ilintiliyken cinsellikte tam tersi geçerli olabilir. Yani daha az sevdiğimiz insanla sevdiğimiz insandan daha çok seks yapmak isteyebiliriz. Kimilerine tuhaf gelebilir ama bunlar yüksek geçerliği olan antropolojik görüşlerdir. Daha ileri gidelim; tüm bir memeli doğada, zaten dişi ve yavrusu arasındaki güçlü sevgi bağının eşdeğerini uzun soluklu bir kadın-erkek ilişkisinde (örneğin evlilik) deneyimlemek biraz zor olabilir ve bu durumun yol açtığı sıkıntılar çokça basmakalıp bir yargı olan kadınların anlaşılmazlığıyla ilişkilendirilir... Ya da işin içinden çıkamayan yüzlerce yıllık ataerkil Anadolu deyişinde olduğu gibi kadının karnından sıpayı, sırtından sopayı eksik etme derler, işin içinden çıktıklarını sanırlar. Gelelim, yine Drive My Car'a, film bu kadar dallanıp budaklanıp aldatan bir kadından hareketle doğurganlık üzerine bir söz söylüyor olabilir mi? Evet onu da yapıyor aslında, Murakami'nin öyküsünde Kafuku ve eşi Oto'nun bir çocuğu var ama fazla yaşamıyor ve ölüyor, yine filmde önce göstererek sonra anlatarak ölen çocuklarından dem vuruluyor. Murakami'nin öyküsündeki en çarpıcı ve düşündürücü noktalardan birisi de bu kanımca. Kafuku'nun
karısının onu başka erkeklerle aldatmaya başlamasının çocuklarının ölümünden sonra başladığını belirtmesi ve çocuklarının hastalıktan öldüğünü belirtmemiz gerekiyor. Filmde ise birkaç cümlelik metaforik hikayelerle bu durum anlatılmaya çalışılıyor. Oto da Kafuku gibi hikayeler yazan bir oyuncu sonuçta ve Kafuku ile sevişmelerini bu hikayelerle süslüyor. O öykülerden biri ani biçimde kapının açılması ve öykünün Oto'nun Kafuku'nun üzerinde orgazma ulaşmasıyla son bulmuş olması. Bu öyküyü Oto, sevişirken Kafuku'ya anlatıyor. Takatsuki ise arabanın arka koltuğunda geçen o meşhur sahnede Oto'nun kendisine anlattığı bir öyküyü Kafuku'ya anlatıyor. Öyküler birbirine çok benzer ve öykü şu şekilde bitiyor: Evin kapısının açıldığı, girenin bir hırsız olduğu ve Oto'nun eline geçirdiği bir cismi hırsızın gözüne sapladığı... Şimdi başa dönelim, filmin ilk 40 dakikasına... Kafuku hani karısının onu aldattığından şüpheleniyordu ya, uçağının rötar yapması sonucu Kafuku eve geri döndüğünde evin kapısını açıp içeri girmişti ve bir de ne görsün, karısını başka bir adamla seks yaparken yakaladı. Şimdi bir kez daha yap-boz tamamlayalım. Kafuku karısının onu aldatmasına şahit olduktan hemen sonraki sahnede araba sürmesini zora sokan kör nokta adlı göz rahatsızlığı yaşamış ve artık şoförlüğü kadınlara bırakmak durumunda kalmıştı. Kafuku'nun penceresinden bir aldatma öyküsü olarak görülen bu olay, belli ki Oto'nun penceresinden bir hırsızlık öyküsü olarak görülüyor. Peki o halde Kafuku neyi çalmış olabilir? Ölen bir çocukları olduğu bilgisini de verdik. O kadar anlattık. Bundan sonrasını artık ben söylemeyeyim, neyin eksik olduğunu siz söyleyin. 
 
3- Özgün Bir Vanya Dayı Sahneye Konuluyor
 
Çehov, öyküleriyle olsun, oyunlarıyla olsun, çoğu zaman kadınları ve kadın-erkek arasındaki iletişimsizliği anlatmayı denemiştir, zaman zaman onlara son derece öfkeli de yaklaşsa (ilk aklıma düşen, Ariadna öyküsünde olduğu gibi mesela) onlar olmadan yaşanacak bir hayatın ne kadar tatsız-anlamsız olduğunu paradoksal biçimde de olsa çarpıcı şekilde anlatmıştır... Bu açıdan Murakimi'nin Çehov'a ilgisini de anlamlı buluyorum. Murakami'nin öyküsünde Kafuku, Vanya Dayı'yı sahneye koymaya çalışan bir tiyatrocu olarak görülmekle birlikte işe giderken arabada repliklere çalışmasının ötesinde Vanya Dayı'yı sahneye koyma çabasına tanıklık edemiyoruz. Oysa ki film, daha önce de belirttiğim gibi 4. bir patika çizerek Vanya Dayı'nın oyuncu seçmelerinden, provalarına ve sonunda sahneye konulmasına kadar bir çok aşamayı uzun uzun perdeye getiriyor. Bu noktada Murakami'nin, öyküyü yazarken de fark etmiş olduğunu sandığım şey, kendi öyküsüyle oyun arasında bazı paralelliklerin olması ama Murakami buralara fazla girmemeyi tercih ederken, Hamaguchi bu bağlantıyı fark edip bir oyun üzerinden hayattaki (filmdeki yani) rollerimizi ne kadar değiştirebiliriz sorusunu soruyor. Oyunda İvan Petroviç Voynitski olarak da geçen Vanya Dayı, emekli profesörün genç karısı Yelena Andreyevna'yı beğenmektedir. Ancak ne yazık ki kadın da içten içe doktor Astrov'u çekici bulmaktadır. Üstelik profesörün ilk eşinden Sonya da Astrov'a aşıktır, hem de öyle böyle değil... Astrov'un gönlü de yine Yelena Andreyevna'dan yanadır ve bu ailenin evine sık sık gelmesinin nedeni de budur. Görüldüğü gibi bu denklemde bir araya gelecek tek çift Yelena Andreyevna ve Astrov olarak gözükmekte ama Yelena Andreyevna'nın profesörle evli olması bir engel teşkil etmektedir. En azından 19. yüzyılın sonlarında yazılmış bir oyunda öyle... Ama günümüzde geçen bir filmde evliliğin bir engel teşkil etmediğini de Drive My Car sayesinde etkileyici şekilde deneyimledik dikkat ederseniz.  

Yine Astrov gönlünü kaptırdı dedik ama Yelena Andreyevna hakkındaki şu cümlesi insan ruhuna dair önemli şeyler söylüyor kanımca.

  "...Bana öyle geliyor ki Yelena Andreyevna istese, bir gün içinde döndürebilirdi başımı... Ama aşk değil ki bu, gönülden bir bağlılık değil ki"

Vanya Dayı ise, Astrov ile bir diyaloğunda Yelena Andreyevna'nın eşi profesör hakkında şöyle diyor:

"Kıskanıyorum, evet! Ya kadınlar üstündeki başarısı! Don Juan bile böylesine eksiksiz bir başarı kazanmamıştır."    

Filmde de bu ve pek çok Vanya Dayı 'dan alınmış repliği bazen tekrar tekrar, dinliyoruz, izliyoruz. Bu repliklerden en dikkat çekeni ve adeta filmin mottosu haline gelebilecek olanı ise Yelena Andreyevna'nın Astrov'un da Sonya'ya karşı bir şeyler hissedip hissetmediğini öğrenmek istediği bir sahnede söyledikleri. Elbet bu sahnede Yelena Andreyevna'nın da içten pazarlıklı olduğu düşünülebilir çünkü bu sahnenin devamında Astrov'un kendine olan ilgisinden emin oluyor ve Astrov'a giderken Sonya'ya şöyle diyor:

"Gerçek niteliği ne olursa olsun, belirsizlik kadar korkunç değildir..." 

Kafuku'nun filmde karısının onu neden ve hatta kiminle aldattığı sorusuyla beraber zaman zaman karşımıza çıkan bu cümle Vanya Dayı oyunundan ama adeta Drive My Car ile bütünleşmiş durumda. 

Vanya Dayı'nın filmdeki en önemli işlevlerinden biriyse Kafuku'nun oyuncu seçmelerinde karşılaştığı Takatsuki'ye olan hıncıyla aslında oyunda iki kadının da ilgisini çeken, özellikle de Kafuku'nun canlandıracağı Vanya Dayı karakterinin aşık olduğu evli bir kadın olan Yelena Andreyevna'nın ilgisi çeken Astrov'u kendinin oynamak istemesi. Vanya Dayı'yı ise Takatsuki'nin oynamasını istemesi. Takatsuki ilk başta çok şaşırıyor buna. Böylece Kafuku en azından bir tiyatro oyununda da olsa gerçeği bükmeğe çalışıyor ama nafile. Oyunun provalarında Kafuku'nun Takatsuki'ye hıncıyla ortaya çıkan bu durumun absürtlüğü yer yer tebessüm ettirecek denli özenli işlenmiş. Diğer dikkat çekici nokta ise Japonca dışında Mandarin veya İngilizce gibi farklı dillerin kullanılarak sanırım karakterler arasında iletişimsizliği vurgulayacak şekilde provaların gerçekleşmesi, dahası Sonya'yı canlandıracak karakter de işitme engelli ve o da bütüne işaret diliyle dahil oluyor, ki ortaya oldukça farklı bir Vanya Dayı sahnelemesi çıkıyor ve oyun bir şekilde filmle bütünlük oluşturuyor, özellikle etkileyici finaliyle...     
 
Not: Drive My Car'ın aynı zamanda Beatles'ın bir şarkısı olmanın ötesinde Blues kültüründe seks yapmak anlamına geldiği öykünün çevirmen notunda belirtiliyor.  

Bir Not Daha: Haruki Murakimi'den önce Ernest Hemingway'in de Kadınsız Erkekler adlı bir kitabı olduğunu belirtelim. Meraklısına... Bir filmin büyüklüğü biraz da izleyicisine açtığı yeni-yeni kapılardır. 
   
Bruno Dumont'dan Bir 'Fransız' Dokunuşu

Ünlü bir televizyoncunun hayatına odaklanan France, şüphesiz ki eleştirel, insancıl, duyarlı, dokunaklı hatta uzun süresi içindeki kısmi tempo düşüşlerini bir kenara bırakırsak başyapıt düzeyinde görülebilecek bir film. Aslına bakarsanız bu uzun süreye epey de çok şey sığdırıyor. En başta medyanın ne kadar sahicilikten uzak bir kurum olduğunu en iç noktadan gösteriyor, hem de defalarca, pek çok farklı açıdan... En başta sıkı bir medya eleştirisi olarak değerli ve bunu yaparken bu mesleğin yıldızı birinin iç dünyasına davet ediyor izleyicisini, Léa Seydoux'nun kendisine aşık edecek denli derin bakan o buğulu gözlerine... Seydoux'un canlandırdığı France karakteri işinde ne kadar başarılı olsa da çektiği kalp ağrısı o kadar belli ki... Kimi zaman yaşadığı vicdan azapları kimi zaman çıkarsız bir aşkı bulduğunu sandığı pek çok farklı zaman dilimi içinde uzun uzun gözlüyoruz France'ı, neşesi, hüznü, tüm ıstırabıyla... France özünde son derece asil bir ruhu temsil ediyor. Hayatımızın içinde kolay kolay karşılaşamadığımız, işte insan be, işte hayallerin kadını denilecek türden bir ruhu... Daha önce de o büyük Fransız filmlerinde izlerine rastladığımız bir ruhu temsil ediyor France, tam adıyla France de Meurs... Dumont'un Fransız ruhuna, günümüz Fransası'na duyduğu aşkın ve ağıtın da filmi bu...

Audiard'ın Aromantik, Erotik ve En Dişil Filmi

Jacques Audiard ise Dumont'dan farklı bir noktada konumlansa da ikisi de temelde benzer bir duyarlığı paylaşıyorlar. Paris 13. Bölge (Les Olympiades) ile Audiard da çağına tanıklık ediyor sonuçta, üstelik belki pandemiyle daha keskinleşen, dijitalleşen, o uçucu ilişkilere tanıklık ediyor... Hiç de eleştirel bir uslup benimsemeden eleştirel bir film gerçekleştiriyor. Bir ilişki üçgeni olarak görebileceğimiz filmde konu da oldukça basit aslında. 2 kadın ve 1 erkek var. Bir de sonradan üçgene olmasa da öyküye dahil olan başka bir kadın var tabii... Özünde kadınlardan biri erkeğe çekim hissediyor, o erkek ise diğer kadına karşı daha yoğun ama ne yazık ki o kadın (bu arada o Naomi Merlant) kendini ne kadar zorlasa da cinsel bir güdü oluşmuyor. Cinsellik olmadığı için ilişkileri bitiyor yani. En nihayetinde adam da onu seven ilk kadına dönmek durumunda kalıyor ve yine bir antropoloji yasası gerçekleşiyor ve kadının dediği oluyor... Aslında bu oldukça basit öykü siyah beyaz cezbedici bir estetiğin ardında yetkin bir yönetmenlik ve senaryoyla perdeye geliyor... Ve sonuçta Audiard, sinemasını yenilemeyi seven bir yönetmen olarak da takdir edilmeyi hak ediyor. Farklı tür denemelerini İngilizce bir Western ile taçlandıran yönetmen bu kez ise önceki filmlerinde her daim tekrarlanan erkekliğin türlü hallerini burada önemli ölçüde esnetiyor ve sanırım ilk kez... Paris 13. Bölge, Audiard'ın bugüne kadar gerçekleştirdiği en farklı tondaki filmlerinden biri ve bir Audiard filmi için belirgin ölçüde dişil bir çehreye sahip. Muhakkak ki Celine Sciamma'nın senaryoya katkısının bunda etkili olduğu rahatlıkla düşünülebilir, ki kanımca Audiard bu desteği özellikle istemiş olabilir... Günümüzün ruhsuz, şekilci ve cinsellik odaklı, romantizminse kırıntılar halinde ya hissedildiği ya da hissedilemediği ilişkilerine gayet gerçekçi bir bakış Paris 13. Bölge. Hayatta bulamadığımız romantik yoğunluğu sinemada bulduğumuzda adeta bir çocuk gibi sevinirken ve hala sinemada tekrar tekrar karşımıza çıkan romantizmi izlemeye doyamazken, Audiard'ınki kuşkusuz daha gerçekçi, silkeleyici bir bakış açısı, gizil gücü olan bir başyapıt... Zaten biz eski kafalılar hariç doya doya roman okuyan kaç kişi kaldı ki alla aşkına, romantik kelimesi de doğrudan o bildiğimiz Fransızca romandan (hatta öncülü romans) türemiştir zaten. Bu çağa ne kadar ait olabilir? Buradan da hesaplanabilir...           

Asghar Farhadi Yine Ana Topraklarında 

Yönetmenin yurtdışında çektiği filmlerde hissedilen o 'dürüst gerçekçi' ruhun eksikliği yok bu sefer. Kahraman (Ghehraman) ile tekrar ana topraklarına dönüyor Farhadi. Bir borç meselesi yüzünden hapse giren Rahim (Amir Jadidi) dışarı çıktığında sevgilisi içi altın dolu bir çanta bulmuştur. Bu altınlar borcunu kapasını sağlayacakken Rahim altınları hesapladığı makinenin bozulması, sonra kalemin yazmaması gibi gerekçeleri Allahtan gelen imtihanın işareti olarak görür ve ilan verip altınların sahibine teslim edilmesini sağlar. İşte olaylar da bundan sonra çetrefilleşir. Altınları alan o kişi acaba sahibi değil midir? Rahim ucuz bir kahramanlık numarasına mı başvurmuştur. Önce bu hareketin az rastlanan onurlu bir duruş olduğu düşüncesiyle Rahim'e bağış toplanır, tv kanalları özel yayınlar yaparlar ama diğer yandan sosyal medyanın da tetiklediği şüpheci yaklaşımlar Rahim'i zor hatta kısa zamanda çok zor durumda bırakır. Üstelik Rahim ne yapıp etse de altınları alan kadını da bir türlü bulamaz...  Sonuçta Farhadi, iyi niyetli, aslında kimseye bir zararı olmayacağı düşünülen bir hareketin dahi toplumda ne kadar kolay manipüle edilebileceğini, küçük hesaplara girişmeyen, çıkarsız, özünde dürüst insanların hiç tahmin edemediği girdaplardan başka girdaplara salınabileceğini izleyicisini ambale edebilecek bir sinema diliyle anlatıyor. Karmaşık ilişkileri usulca taksim eden, öyküyü yeni detaylarla zenginleştiren, ritmi düşürmek ne  kelime! son derece ölçülü olarak arttıran Farhadi meşhur bir senaryo cambazı.

Nanni Moretti'den Usta İşi Bir Dram

Farhadi'nin aksine yaşadığı toplumdan daha umutlu yönetmenler de var. İtalyan sinemasının yaşayan en önemli yönetmenlerinin başında gelen Nanni Moretti, Üç Aile'de (Tre Piani) bir binanın üç katında oturan üç ailenin yaşamlarını takip ediyor, üstelik hikayeyi
 10 yıldan uzun bir süreye yayarak... O ailelerden birinin oğullarının o binanın hemen önünde karıştığı etkileyici bir trafik kazasıyla açılan film, çocuğuna doğum yapmak üzere kazaya karışan o arabayı durdurmak isteyen bir kadın ve arabanın doğrudan zemin kattaki dairelerine girdiği diğer aileyi anlatıyor. Her yaşam kendi iç gelgitleri sonucunda ahlaki ikilemlere kapı aralıyor... Örneğin sorumsuz oğlanın sorumsuz biri olmasında ailenin hiç mi payı yoktur ya da hayatının büyük bölümünü şehir dışında geçirip kızına ve eşine yeterince zaman ayıramayan babayı ne kadar suçlayabiliriz. Ya da bir kuruntu sonucu küçük kızlarının yaşlı komşuları tarafından taciz edildiğini düşünen babayı suçlayabilir miyiz? Asla melodramın tuzaklarına düşmeyen, yani izleyicisini ağlatmak için en ufak bir çabanın içine girmeyen film bu bahsettiklerimin ötesinde dallanan budaklanan ve sonuçta adeta bir tutamaç vasıtasıyla sonuca ulaşan tertemiz, dokunaklı bir senaryoya sahip. Hayatın siyah ve beyazlardan değil grinin çok farklı tonlarından meydana geldiğini gösterirken, aslında hepimizin içine düşebileceği durumlara ilişkin gözümüzü kırpmadan izlediğimiz dört dörtlük senaryonun gerisinde herhalde şu sonuca varıyor: Ne olursa olsun insandan ümidi kesmeyelim. Yaşamın olduğu yerde ümit hep var olmalıdır... 

Festivalin klasik anlatım diline sahip filmleri içinde de etkileyici olanları vardı. Benedetta ve The Power of the Dog gibi. Daha etkileyici olandan başlarsak, o Paul Verhoeven'in Benedetta'sı... Robocop, Temel İçgüdü gibi Hollywood yapımlarıyla tanınan, geçtiğimiz yıllarda Isabel Huppert'li Elle ile karşımıza çıkan Hollandalı yönetmen Paul Verhoeven'in manastırda geçen bu tarihi filmi büyük oranda rahibelerin cinsel tutkularının nasıl baskılandığı ve bu baskının ne kadar sürdürülebilir olduğunu işliyor (Bu açıdan Christian Mungiu'nun Tepelerin Ardında'sıyla uzak akraba olduğu ifade edilebilir). Virginie Efira ve Daphne Patakia gibi iki seksi oyuncunun fiziklerinden bolca yararlanan yönetmen kendisinden alışık olunan erotizmi perdeye yansıtırken aslında sadece cinselliği baskılamanın anlamsızlığı kadar (ki din bunu zorluyor) iktidar hırsı ve hatta para temelli yozlaşmışlığa ışık tutuyor. En nihayetinde film biterken Virginie Efira'nın canlandırdığı Benedetta karakteri aşkı değil manastırı tercih ederek son sözü de söylemiş oluyor. Zaten Verhoeven'in dünyasında doyurulması gereken cinsel hazlardan öte romantik bir aşk var mıdır ki? Onun dünyasında tasavvur ettiği insan gelişmiş hayvandan ne kadar farksızdır... Filmin kurguladığı örgünün özellikle son çeyrekte büyük ivme kat ettiğini, senaryosu kadar yönetmenlik ve sanat yönetimi maharetlerinin de yüksek mertebede seyrettiğini belirtmekle beraber yine de hikayesinin bir mite dayanmasının meydana getirdiği bazı sahnelerdeki suniliklerin filmi 'bir başyapıt' olarak adlandırmamızı zorladığı kanısındayım.
 
Genel izleyici kitlesinin içine girmekte pek zorluk yaşamayacağını düşündüğüm bir diğer film de beyazperdede  muhtemelen son kez izleme şansımızın Filmekimi olduğu Netflix yapımı Jane Campion'un Köpeğin Gücü (The Power of the Dog) adlı filmi. Western türüne bir soluk getirmeye çalışan film adeta testosteron zehirlenmesi yaşayan  Phil'i mükemmele yakın yorumlayan Benedict Cumberbatch'ın etrafında şekilleniyor. Jesse Plemons ve özellikle Kirsten Dunst ve genç yetenek Kodi Smith-McPhee gibi isimlerin de önemli katkı sağladığı film özünde klasik bir intikam hikayesi. McPhee'nin canlandırdığı Peter karakteri sanatçı ruhlu, nahif biridir, kovboy (daha sonra üvey amcası olacak) Phil filmin hemen başlarında onun özene bezene yarattığı yapay çiçekler için hangi hanım kızımız yaptı diyor, bir genç erkek olan Peter de ben diye karşılık veriyor ve filmin fitili ateşleniyor. Epizotlar halinde ilerleyen filmde Phil'in doyurulamayan erkekliği Dunst'ın canlandırdığı Rose ile evlenen daha mülayim kardeşi George arasındaki alttan alta belli belirsiz süren iktidar mücadelesinde Peter de yabana atılacak bir aktör değildir ve sonuçta umulmadık taş baş yarar. Campion'un kadrajları, çekim açıları, ölçülü kamera hareketleri, yakaladığı geniş panaromik görüntüler, doğayı ana karakterlerden biri haline getirmesi, herhangi bir tür filmine göre oldukça ağırbaşlı, az diyaloglu sinema dili ustaca. Ancak yine de filmin erkeklik krizi yaşayan bir karakterin birkaç detay ile usulca örülen senaryoda iktidarını aslında iktidarsızlıkla ilişkilendirdiği birinin kurnazlığı yüzünden canı pahasına terk edişi daha önce görmediğimiz, şaşırtıcı ya da yenilikçi bir anlam ifade etmiyor. Şahsen Audiard'ın benzer minvalde daha etkileyici filmleri var.   

Filmekimi'nde politik açılımları olan filmler de vardı. Herhalde en dikkat çekici olanı Catherine Corsini'nin  Yol Ayrımı (La Fracture) olsa gerek. Fonda Fransa'daki sarı yeleklilerin eylemini konu alan filmin merkezinde ise Fransız sağlık sistemi var. Yer yer politik tartışmalara da kaçınılmaz biçimde yer veren filmde devlet hastanelerinin acınılası hali bazen tebessüm ettiren, bazen ürküten sıkça da düşündüren boyutlarıyla uzun uzadıya perdeye geliyor. Dramatik yönü tümden güçlü bir film değilse de, bir belgesel değil, kurmaca olduğunu hatırlatan çeşitli sahnelere sahip. 2008 yılında Altın Palmiye kazanan Laurent Cantet'in Sınıf filmi nasıl ki Fransız eğitim sistemini merkezine alıyorsa, Yol Ayrımı'nın da sağlık sistemini merkezine alması, mevcut pandemi koşulları ve bu yılki Cannes jüri başkanının Spike Lee olması gerekçesiyle kimilerinde sürpriz bir Altın Palmiye beklentisi oluşturmuştu ama Yol Ayrımı ana jüriden eli boş gitti...

Birkaç Film Daha

Joachim Lafosse'un  Huzursuz'u (Les Intranquilles) bipolar bir ressamı ve aile yaşamını anlatan, malum med-cezir manzaralarından mütevellit bir portre sunuyor.  Gayet iyi yazılmış, çekilmiş, oynanmış, bu açıdan Altın Palmiye adaylığı şaşırtıcı olmayan, şahsen zevkle izlediğim bir film. Yine de üzerine daha derin yorumlar yapılacak denli yoğun mu sanmıyorum ama en azından bipolar disorder ne diyenlere fikir verecektir. 
Hong Sangsoo, Gözünün Önünde (Dangsin-eolgul-apeseo) ile bu kez hafif dokulu filmlerinden birini gerçekleştirmiş, ABD'de yaşadıktan sonra Seul'e dönen bir kadını takibe alan yönetmen sakladığı bir takım gizleri olay örgüsünde karşımıza çıkararak, küçük manevralar gerçekleştirerek yine bir tebessüm yaratıyor. Bu seferki mesajıysa cennet öbür dünyada değil, gözümüzün önünde, anın ta kendisinde... Bu filmler haricinde bir de kimilerinin beğenisini kazanan Johanna Hogg'un Hatıra: 2. Bölüm (Souvenir: Part 2) filmini izledim, 'meta-cinema' bağlamında bazı ilgi çekici yanları olsa da bir kadının yas süreci ve çektiği filmi bir araya getiren son derece sakin mütevazi ama etkileyici bir sinema dili veya derinlikten uzak bir İngiliz sineması örneğiydi.

Günümüz Macar sinemasının dikkat çeken isimlerinden Kornel Mundruczo'nun Evrim (Evolucio ya da Evolution)  adlı filmi ise Holocaust maduru bir ailenin 3 kuşağını takibe alan, tam anlamıyla bir bütünlüğe ulaşmadığını düşündüğüm ve aslında deneysel olarak görebileceğim bir film... Ve bu örnek üç kuşağın hayatından küçük birer zaman dilimi sunuyor. İmgelerin de ön planda olduğu ama mesajını izleyiciye iletmek açısından oldukça ketum ya da mesafeli olarak adlandırılabilecek olan filmin benim açımdan en dikkat çekici yanı, toplamda 100 dakikaya yaklaşan yaklaşık 30'ar dakikalık üçer bölümünde plan-sekans tekniğinin ustalıklı olarak denenmiş olması. Kuşkusuz yönetmenlik, oyuncu yönetimi ve hatta oyunculuk açısından önemli bir sınavın altından cüretkarca kalkmış bir film Evrim... Bu da bir filmi iyi yapmaya yeter mi. Bence yetmez. 

Yıldız Tablosu

Drive My Car  * * * * *

France    * * * *

Paris 13. Bölge  * * * *

Kahraman  * * * *

Üç Aile  * * * *

Benedetta  * * * *

Yol Ayrımı  * * *

Köpeğin Gücü  * * * 

Huzursuz * * *

Evrim  * * 

Gözünün Önünde  * *

Hatıra: 2. Bölüm  * *