30 Ekim 2020 Cuma

Bir Metafor Film: Hayaller Bandosu

Dünya sinema tarihine adını bırakmış şu meşhur ülke sinemasından, İran sinemasından o kadar yönetmen, o kadar film var ki; ama son yıllarda bir 'Ana Akım Güney Kore Sineması'nın görünürlüğünün yanına bile yaklaşamıyorlar, yalansa yalan deyin. Bırakın vizyonu, yerli festivallerde dahi kaç tane İran filmi görebiliyoruz... Boğaziçi Film Festivali'nin son gününde uluslararası yarışma filmlerinden birini görme fırsatım olurken onun bir İran filmi olmasına ayrı sevindim. Evet belki festivalin düzenleyicilerinin (ortakları Trt, Kültür Bakanlığı, Anadolu Ajansı vs.) muhafazakar çizgiye yakın duruşu İran sinemasına özel bir ilgi yaratmış da olabilir. Düşünsenize, filmi izleyip kamuya açık bir alanda gösterilip gösterilemeyeceğini denetlemeye gerek duymayan filmler bunlar çünkü daha ağır denetim mekanizmasından geçecek şekilde yönetmenleri tarafından bir takım anlatım yöntemleri (metafor, dolaylı anlatım, eksiltili anlatım vs.) icra ederek buralara kadar geliyorlar... Manijeh Hekmat'in prömiyerini Toronto Film Festivali'nde gerçekleştiren Hayaller Bandosu (Bander Band) adlı müzikal filmi aslında bir özgürlük çığlığı, ülkede müzik icra edebilmenin, sanat icra edebilmenin ne kadar zor olduğunu anlatmaya çalıyor. Üç kişilik bir müzik grubu Tahran'da verecekleri konser için yola çıkıyorlar, önce büyük bir sel onları karşılıyor, adeta denize dönmüş yollarda bir süre gidiyorlar, sonra yolun kapalı olduğunu belirten insanlar karşılarına çıkıyor, çevredeki beldelere erzak götürecek bir araç gelecek ama bizim bu üçlü o aracın kendileri olabileceğini ifade edip erzakları taşıyorlar, daha sonra bir polis durduruyor, daha sonra yine sel karşılarına çıkıyor, bir yerde gitar sala dönüşüyor, bir yerde yol bitiyor, sonundaysa geçmeleri gereken köprünün yıkılmış olduğunu fark ediyorlar... Film alelade bir yol filmi olarak gerçekçi stilde başlayıp sonlara doğru bir rüya sekansına evriliyor. Aslında hiç göze batmadan son derece yumuşak bir geçişle yapıyor bunu ama bir yandan da şaşırtıcı, sürpriz bir geçiş bu ve filmi büyüten. İşte film yapmak için türlü türlü engellerin ne olduğunu söylemeden bu engelleri ve İran'da sanatçı olmanın ne kadar zor bir şey olduğunu oldukça yaratıcı biçimde anlatmak mümkün... Hatırlayanlar olacaktır, geçen yıl Elia Suleiman'ın Burası Cennet Olmalı adlı filmi de Filistin'de film yapmanın zorlukları üzerineydi ama Manijeh Hekmat, yaratıcılığın sınırlarını daha çok zorluyor.  

Yıldız: * * *

25 Ekim 2020 Pazar

Mohammad Rasoulof'tan İnfaz Öyküleri


Boğaziçi Film Festivali kapsamında gösterilen Mohammad Rasoulof'un son filmi Şeytan Yoktur (Sheytan Vojud Nadarad) kimi yönlerden başyapıt düzeyinde görülebilecek bir yapım. Yönetmenlik meziyetlerinden bahsetmiyorum. İşin o tarafı mütevazi aslına bakarsanız. Ancak son derece çarpıcı bir senaryoya, daha doğrusu senaryolara sahip film 150 dakikayı aşan süresine dört farklı öyküyü sığdırıyor. Bu öykülerin ortak noktaları var; biri infaz memuru, diğer üçüyse askerde infaz görevi verilen erler hakkında. Hatta bu öykülerdeki her bir karakterin adlarının farklı olduğunu bilmesek öykülerin sadece iki karakterin geçmişi ve bugününü anlattığını bile düşünebilirdik, o da ilginç olurdu doğrusu ve filmin böyle bir şansı vardı yine de böyle bir denemeye girişilmemiş ancak ikinci ve dördüncü öykü gerçekten bunu düşündürtecek türden... Neyse birbirinden bağımsız bu dört öykünün ilki son derece mülayim aile babasının yaşamından bir kesit sunuyor, karısı baskın bir karakter ve adam bir miktar ezilen bir koca. Ta ki, öykünün finaline kadar böyle, o sert final ile pembe gözlükleri bir daha takmamak üzere çıkarıyoruz.
 Diğer öyküler ise ülkedeki zorunlu askerlik göreviyle ilintili ve acısı askerlere de infaz görevleri zorunlu tutulabiliyor. Sevdikleri kadınlarla zaman geçirebilmek için üç günlük izin alma hakkı olan bu askerlere insanları infaz etme şartı var ve aslında bir hak falan yok, gerçekleştirdikleri infazın ödülü o üç günlük izin işte. Her öykü, dramatik gelişim çizgisiyle; yarattığı merak duygusu, barındırdığı sürprizleri, iç tutarlılığı (ve tabii ki dış tutarlılığı) ve etkileyici anlarıyla önemli bir bütünlük oluşturuyor, hem anlatımı hem de anlattıklarının son derece önemli bir meseleye dokunması sebebiyle... Hatırlatalım, yönetmen filmin Berlin Film Festivali'nde gösteriminden bir süre sonra tekrar hapis cezasına çarptırıldı.  

Yıldız: * * * *       

21 Ekim 2020 Çarşamba

İşte Filmekimi Galaları, İşte Sinema

Vallahi festivalleri özlemişiz, bu sene fiziki olarak  gerçekleşemeyen İstanbul Film Festivali, Filmekimi'yle birleşti ve pek çok dikkat çekici yapımı 'Filmekimi Galaları' başlığıyla izleyici karşısına çıkardı. Dileğimiz mesafelerin ortadan kalktığı tıklım tıklım salonlara da bir an önce dönebilmek...

François Ozon büyük bir sinemacı ! 

Kuşkusuz çok filmini izledik Ozon'un. O kanıksadığımız temaları olan bir auteur. Fransız sineması içindeki ana akıma sıkça yaklaşan, Yer yer farklı türlere yakınlaşan, farklı pek çok film... Mesela benim için 2016'daki Frantz filmi başyapıtıdır, hala da en anlamlı, en güzel filmi olduğu kanaatindeyim, aşılamayacak ama belki zor da olsa erişilebilecek bir eşik... Bu kanaatimde pek yalnız da sayılmam üstelik... Ama bir yandan şunu da düşünürüm, Frantz gibi bir filmi gerçekleştiren yönetmen, hiçbir zaman çok kötü filmler çekmiyor, belki kötü denebilecek filmini bulmak bile zor ama Frantz'ta ulaştığı o incelikli seviyeye çok yaklaşabilen bir toplam da oluşturamıyordu sanki, belki çok  kısa aralıklarla film üretmesinden ötürü bazı filmlerinde içerik olarak biraz aleladelik göze çarpmıyor değildi. Ama her filmini de ilgiyle izledim yalan yok ve bir kez bile bir Ozon filminden çıktıktan sonra olumsuz duygulara kapıldığımı anımsamıyorum. Kadın İsterse (2010) ve Yeni Kız Arkadaşım (2014) dahil... Ve işte o Ozon bana kalırsa son filmi 85 Yazı (Ete 85) ile birlikte bir kez daha vitesi yükseltiyor ve en güzel filmleri arasında anılabilecek bir filme imza atıyor. Alain Chambers'in Mezarımda Dans Et (1982) adlı romanının uyarlaması olduğu yazsa da Ozon'un kendi hayatından ögeler taşıdığını da rahatlıkla düşünebileceğimiz filmde iki genç, Alexis ve David'in 1985 Yazı'ndaki 6 haftalık yakın arkadaşlıklarına götürüyor bizi. Alexis'in penceresinden izlediğimiz olaylar zincirini onun anımsadığı, anlatmak istediği kadarıyla biliyoruz, ama çok sayıda bilgiye de sahibiz bir yanıyla... Alexis'in David'e hissettiği yoğun duygulardan hareketle 100 dakikalık süresince hayata, ölüme, hatta Fransa gibi bir coğrafyada bile daha dün diye baktığımız 1985 yılının toplumsal hayatında yol kat edilmesi gerektiğine ilişkin çıkarımları içine alan gayet doyurucu bir metin sunuyor. Dönemi yansıtan müzikleri, sanat yönetimi ve oyuncu yönetimiyle bu metni taçlandırıyor. Temel olarak aşkın, deliliğin sınırında gezmemizi sağlayan nasıl olağanüstü bir duygu olabildiğine şahit ederken, insan ilişkileri arasındaki o incelikli bağları ıskalamayıp, öykü içerisinde çizdiği parabollerle izleyicisine yoğun duygular yaşatmayı başarıyor. İnsan ruhunu başarılı biçimde tahlil edebilen sayılı yönetmenlerden olan Ozon;
 aşkın, bencilliğin, kıskançlığın, pişmanlığın, vicdanın, paylaşımcılığın iç içe geçtiği, son kertede olgunlaşmak için belki bir takım acıların da yaşanması gerektiği ama hayatın tüm bu acılara rağmen var olduğu ve geçmişi öyle ya da böyle geride bırakmak gerektiği yönünde bir tür ders niteliğinde bir filme imza atıyor. Film bittikten sonra Alexis'le beraber biz de biraz daha büyümüş olarak salonu terk ediyoruz. 

1950 yılından bu yana kesintisiz gerçekleştirilen (1968'i ayrı yere koyuyorum) Cannes Film Festivali, 2020'de de gerçekleştirilebilseydi, Altın Palmiye'nin güçlü adayları arasına Ozon'un  85 Yazı'ını da ekleyebilirdik diye düşünüyorum. Ortalama bir Cannes Festivali'ni gözümüzün önüne getirdiğimizde en azından bir senaryo ödülünü rahatlıkla alabilecek bir film 85 Yazı.

Hong Sangsoo'dan şiirsel ve içtenlikli bir film

Nasıl tarif etmeli ki bu filmi? Kuşkusuz o kadar kolay değil bir Hong Sangsoo filmini yazmak... Berlin Film Festivali'nde en iyi yönetmen ödülünü kazandıran son filmi Kaçan Kadın (Domangchin Yeoja) için özünde dört kadının hikayesi diyerek başlamak doğru olacaktır. Elbette bu kadınların bir tanesi başrol. O da Gam-hee... İşte Gam-hee sırasıyla diğer üç kadın arkadaşını ziyaret ediyor ve aralarında geçen birkaç farklı sahnedeki muhabbetlerine şahit oluyoruz. Bir tanesi eşinden boşanmış, diğeri kısa süreli ilişkiler yaşayan ama bu ilişkileri yürütemeyen başka bir müzmin yalnız, diğeri ise evli ama eşinin fazla göz önünde olmasından, muhtemelen yeterince bir arada olamamaktan rahatsız, Gam-hee ise beş yıldır evli olduğu eşinden bugüne değin bir gün bile ayrı kalmamış ama eşini sevip sevmediğinden emin bile değil, muhtemel ki hiç ayrı kalmadığı bir eş o kadar da çekici gelmiyor. Dahası da var; son ziyaret ettiği arkadaşının o  göz önündeki eşi Gam-hee'nin eski sevgilisi ve görünen o ki Gam-hee'nin hala bir şeyler hissettiğine dair emareler mevcut... Sangsoo başrolün her sahnede bir biçimde izleyici olduğu üç farklı durak inşa ediyor. Her zaman olduğu gibi bolca diyaloğa yaslanan, hatta bir kez daha izlemenin de faydalı olacağı. Bununla beraber perdeden sahnelerin içine girmek isteyeceğimiz düzeyde yumuşak bir sinema dilini destekleyen son derece hoş kadrajlar, mükemmele yakın oyuncu yönetimi ve doğal oyunculuklar, az ve ölçülü kamera hareketleri, ve yine az miktarda sahneler arasında ve içinde bakış açımızı değiştiren zoom-in ve zoom-out yapan bir kamera ve yine geçişlerde tercih edilen sınırlı müzik kullanımıyla şiirsel bir anlatımı yakalıyor. Evet bilinçli biçimde öyküde yorum yapmamızı çok da zorlamayacak düzeyde eksiltiler bırakıyor, tıpkı anlattığı karakterlerin iç dünyası gibi...  Zaten o karakterler değil mi ki birbirlerinden farklı hayatları olmasına rağmen bir türlü bütünlenmiş hissedemeyen...

Danimarka'dan kararında alkole övgü

Hayata niye gelir ki insan? Cevabı bir çırpıda vermesi kolay olmayan bir soru... O cevap, mutlu olmak için neden olmasın, mümkün olabildiği kadar çok mutlu anlar yaşayarak bu hayattan ayrılmak neden olmasın ve bu mutluluğa önemli katkısı olan alkolü neden yadsıyalım? Thomas Vinterberg'in Körkütük (Druk) filmi daha önce Mads Mikkelsen ile birlikte çalıştığı The Hunt filmi gibi bir tezli film aslında. Danimarka'daki bir yerleşim birimindeki lisede görev yapan dört arkadaşın hikayesi... Film insanın
 alkol açısından eksik doğduğu, evet bir takım filozoflardan yola çıkarak insanın vücudunda % 0.05 promil alkolün eksik olduğu ve oranı burada tutmak gerektiği düşüncesini kanıtlamaya çalıyor ve karakterler bunun için gün içinde ara ara alkol alıp ölçümünü yapıp işyerindeki performanslarına bakıyorlar ve bunu gerçekten yazıya da döküyorlar... Bu ilginç konulu film neticede kararında alınan alkolün insana olumlu etkileri olduğu görüşünde. Tam da alkolün insana yaşattığı dinamizmi perdeye yansıtan ve izleyicilere nakşetmeyi başaran film gerek oyuncuların performansları, gerekse finaldeki dans sahnesiyle etkileyici bir bütünlüğe de ulaşıyor. Hani mutlu sonla biten, şu kendini iyi hisset denilen filmler vardır ya. İşte o filmlerin ulaşabileceği yüksek çıtalardan biri Körkütük. 
Festivalde izleyici karşısına çıkan başka bir film ise Magnus Von Horn'un Ter (Sweat) adlı filmi, bir Polonya yapımı ve bence ilginç ve yenilikçi bir hikayesi var çünkü son derece güncel bir meseleyi takip ediyor. Hani halk arasında instagirl olarak da bilinen şu  instagram fenomeni kadınları takip ediyor, daha doğrusu bir tanesini. O kadının yaşamına tanık ederken 600 bin takipçinin ne kadar yapay olduğunu anlatıyor. Belki de kadına o kadar çok ilgi gösterenin olduğu yerde tetiklenen  arzusuzluk ve bir noktada kadını bir tür vicdan muhasebesine de götürecek iyi örülmüş olay örgüsüyle kayda değer bir yapıma dönüşüyor. 

Tsai Ming-Liang'ı sinemada izlemek, hele hele covid 19 belasının sinema salonu olanaklarını oldukça kısıtladığı böyle bir dönemde... Bir şans, bir ayrıcalık bence. Başka Sinema kapsamında dahi gösterime girmeyecek bir filmi festivalde yakalayabilmek gerçekten değerli ve kuşkusuz Ming-Liang sineması özel bir sinema. Günler (Rizi) adlı filminde yönetmen, iki yalnız karakteri izleğine alıyor ve bizi bu karakterlerin karşılaşmasına götürüyor. Bilinçli olarak altyazının kullanılmadığı filmde, buna ihtiyaç hissettirmeyen, zaten sinemanın başlı başına bir dil olduğunu kanıtlayan bir yaklaşım sergiliyor... Film, kameranın hareket etmediği, sürece uzun planlardan oluşuyor. Kameranın hareketli olduğu anlar ise yok denecek kadar az. Son derece özenli kadrajlar içerisinde biraz da oyuncularının gücüyle büyüyen film bir biçem denemesi olarak gerçek sinefillerin ilgisini hak ediyor... Ve salonun önemli bir kısmı daha film bitmeden terk-i diyar ediyor.

Festivalin başka bir Uzakdoğulu yönetmeni Naomi Kawase. Bilmem bana katılır mısınız? Kawase yaşayan sinemanın kadın yönetmenleri arasında üst sıralarda kendine yer bulabilecek bir isim. Belki başyapıt olduğuna hemfikir olunan bir filmi olmayabilir. Ama yoğun şekilde film üreten ve her filmiyle belli bir kaliteyi tutturduğunu düşünebiliriz. Son filmi Anne Gibi (True Mothers), şayet Cannes Festivali gerçekleştirilebilseydi, büyük olasılıkla Altın Palmiye için yarışacaktı. Ödül alabilir miydi bilinmez ama değerli yanları olan bir yapım.  Japonya'da Baby Baton adında çocuğu olamayan ailelere, çeşitli nedenlerden ötürü çocuklarına sağlıklı şekilde bakamayacak hamile kadınların çocuklarını evlatlık olarak veren bir kurum üzerinden b
iyolojik anne ile korucuyu anne olma haline değinen film aslında tipik bir yeşilçam melodramı olabilmekten bir auteur dokunuşuyla büyük oranda sıyrılıyor. Evet, sağlam senaryolu klasik bir filmin karakteristiklerini taşıyor ama zaman açısından sıçramalı kurgu anlayışıyla da bir nebze özgünleşiyor. Ve önemlisi,  anlamlı bir mesajın peşinden gidiyor. Evet, sevgiyi önceliyor, sevgi emektir diyor ama sadece emek vererek gerçek bir annenin yeri tamamen doldurulabilir mi diye de soruyor. Üstelik o anne yeni doğmuş çocuğunu bir takım baskılar sonucu mecburen başkasına vermek zorunda  kalmış olsun... Kawase'nin Japon insanlarındaki tevazu gibi bir takım inceliklere şahit olmamızı da sağlayan bu sıcacık filmiyle yüreğimizi ısıttığını söyleyebilirim... İlginç biçimde Kawase'nin dertlerine yakın bir yerden yüreğimize seslenen bir film de 
Uberto Passolini'nin Alelade Bir Yuva'sı (Nowhere Special) oldu. Annesinin terk ettiği, babasının ise nedenini tam bilemediğimiz bir hastalıktan yakın zamanda öleceğini tahmin ettiğimiz küçük bir çocuğu evlat edindirme çabaları ve Passolini'nin dingin, kontrollü anlatımı da film İngilizce olsa bile bu filmin bırakın ABD bağımsızı olmasını İngiltere'yle bile alakası pek yok dedirtiyor. Tipik bir Kıta Avrupası örneği... Evet fazlalıkların törpülenmesinin de ötesinde bir minimal senaryo ama yine de melodramın tuzaklarını düşmesi çok mümkün bir örneği oralara yaklaştırmayan bir senaryo bu.

Ve diğer yanda yukarıda anlattıklarımın zıttı bir film, tipik bir Amerikan filmi, elbet büyük bütçeli stüdyo filmlerinin dışında, hani şu Amerikan bağımsızı denilen çizgiye yakın. Ama sonuçta bir Amerikan filminin alışılageldik özelliklerini de taşıyor... Filmden çıktıktan sonra bizim özellikle genç eleştirmen, sinefil (???) kuşak yine övgülere boğar diye düşündüm. Biraz sosyal medyayı kurcalayınca her zaman olduğu gibi yine yanıltmadılar. Bu çocuklar derinliksiz, inceliksiz hatta kısmen ne anlattığı bile belirsiz filmlere inanılmaz ilgi duyuyorlar. Paul Thomas Anderson'un filmleri, özellikle Master'ını ne övmüşlerdi. Manchester by the Sea ve Roma'ya zaten hiç girmiyorum... Neyse bu Venedik Film Festivali'nde şaka maka Mussolini'den gelen sağcı köklerden midir nedir kaçıncı Amerikan filmine hem de üst üste (4.kez) Altın Aslan verdiler. Adeta Amerikan sinemasına ipoteklediler bu ödülü. Sonra bu filmler Oscar yarışında da bir biçimde adını duyuruyor. Nomadland için de bu ihtimalin güçlü olduğunu söyleyebiliriz... 
Yine filme dönecek olursak, Nomadland, göçebelerin toprağı anlamına geliyor. Şu meşhur 2011 krizinin sonrasında araçlarında yaşayan bir grubun hikayesi... Ancak ne bahsi geçen bu ekonomik krize ne de özellikle odağına aldığı başroldeki kadının dünyasına dair hiç derinleşemeyen bir öykü anlatmaya çalışıyor. Tipik bir Amerikan sığlığı diyorum ben ona, sığlığa ilgi duyuyorsanız ayrı tabii... Başrol yollara çıkıyor. Belli başlı insanlarla yüzeysel karşılaşmalar yaşıyor ve film kişiler arasındaki sığ muhabbetlere zaman zaman küçük felsefi dokunuşlar eklemeyi de ihmal etmiyor. Hayatın ölümlü olduğu ama vedalaşmak yerine yolun sonunda buluşuruz demeyi tercih etmek gibi, artık ne kadar felsefi bulursanız... Bunlar haricinde festivalde beş film daha izledim. 
Afrika çöllerinde geçen yerli belgesel Tenere hayli şaşırtıcı konusu ve zorlu çekim şartlarıyla takdirimi topladı. Düşünün ki günlerce, belki haftalarca uçsuz bucaksız bir çölden kısıtlı imkanlarla Libya'ya, oradan da Avrupa'ya geçmeye çalışıyorsunuz. Çölün farklı noktalarında sürekli lastikler gözünüze çarpıyor ve onların hepsi çölü geçmeyi başaramayan insanların mezar taşları. Denizde ölenlerin iki katı insanı yutan Sahra'daki bu 21.yüzyıl trajedisini belgeleyen yönetmen Hasan Söylemez'i kutlamak lazım. Yaramaz Çocuk (Enfant Terrible) ise kısa ömrüne birçok film sığdıran Rainer Werner Fasbinder'in tiyatro ve sinema hayatını plastik bir estetikle ele alıyor. Özenli bir yapım olmasına karşın, çok benim kalemim değildi. Alabora (Surge) ise günlük rutinin dışına bir delirium ile çıkmak isteyen karakterin bir gününü takip eden, etkileyici oyunculuğu dışında bir mana bulamadığım yapım oldu. Matteo Garrone'nin Pinokyo uyarlaması ise yine iyi tasarlanmış, iyi çekilmiş bir çocuk filmi neticede. Yine Pedro Almodovar'ın İnsan Sesi de 3o dakikadan ibaret olduğundan yorum yapmak pek mümkün değil.    

Not: İzleyeceğim filmler arasında ön saflarda Christian Petzold'un Undine'si de vardı ama başka bir meşguliyetim dolayısıyla onu kaçırdım. Artık bir aksilik olmazsa Kasım'daki vizyona kaldı.   

Filmekimi Galaları Yıldız Tablosu

85 Yazı  * * * *

Kaçan Kadın  * * * *

Körkütük  * * * *

Ter  * * *

Anne Gibi  * * *

Alelade Bir Yuva  * * *

Günler  * * *

Yaramaz Çocuk  * * 

Alabora  *

Pinokyo  *

Nomadland  * 

İnsan Sesi  * (???)

Belgesel Yarışması

Tenere  * * *