28 Mayıs 2022 Cumartesi

Cannes Bu Yıl Favorisiz Ama...

Festivalde daha görücüye çıkmadan Lukas Dhont'un Close'unun duygu pataklayıcı bir film olduğu söylentileri dolaşıyordu zaten ve umulan oldu, gösterimiyle birlikte Cannes'da bir heyecan yarattı. Öyle ki 'ioncinema' adlı site Close'un gösteriminden birkaç saat sonra kendi sosyal medya hesabından açık biçimde 'The Palme d'Or winner' yazdı. Bu ne cüret ! Yine de Fransız kurt eleştirmen Michel Ciment gibi çatlak sesler de yok değil.   

Belki de yıllar sonra, Cannes'ı takip eden çoğunluğa göre 2013 Mavi En Sıcak Renktir'den, bana göreyse herhalde 2014 Kış Uykusu'ndan bu yana Altın Palmiye'yi tereddütsüz hak etti denebilecek bir film çıktı dedim... Ama sonra şöyle bir düşündüm. Drive My Car'ın yarıştığı geçen sene filmlerin düzeyi oldukça yüksekti, dolayısıyla farklar azdı. Ancak geçmişte Burning (eli boş gitti) ve Parazit için de benzer yorumlar yok muydu? Close'a daha sıkı sarılmamız için güvencemiz herhalde ABD uydusu Güney Kore'den değil de daha uzak bir uydu olan Kıta Avrupası'ndan geliyor olması. Yüksek sanat mirasının taşıyıcısı olan o kadim kıtadan... Jean-Luc Godard, festivalin başında Zelensky'nin büyükperdede alkışlanmış olmasından hareketle, Cannes'ın Batı estetiğinin propaganda aracı olduğunu anlamanız için böyle bir savaş gerekiyordu şeklindeki yorumunda kuşkusuz ki haksız değil. Cannes; sınırları genişleyen Avrupa projesinin önemli bir temsilcisi. Bu proje ABD ve Hollywood'un dayattığı estetik değerlere tamamen karşı olan bir proje de değil elbette. Ne mümkün ! O değerlerle hep ilişki içerisinde, daha eleştirel bir noktadan konumlansa da bir uzlaşı arayışında...   

2019 yılında Parazit'in ödülü de görece geniş bir uzlaşıyla geldi. Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi gibi bir film yerine, daha ilk gösteriminde Oscar'larda şanslı görülen (o dönemki yazım kanıttır, şöyle demişim: "...Parasite'ın ise yönetmenin bugüne kadarki en iyi filmi olduğu konusunda çok geniş bir kabul var ama ben yine de temkinliyim... 'amazing, amazing' nidalarıyla karşılayan Batılı ve yerli geniş bir eleştirmen güruhunun ivmesinin her daim merkeze yani ana akım karakteristikler taşıyan sinemaya doğru hareket ettiği bilinen bir gerçek... Oscar'ın uluslararası film dalındaki adaylığını şimdiden öngördükleri Parasite'a karşı temkinli olmayayım da ne yapayım..." İstersen buraya tıkla gör) bir film uzlaşım diye pazarlandı işte. 

Cannes son yıllarda jürilerin fazlasıyla öznel seçimleri nedeniyle ciddi manada öngörülemez bir noktaya da vardı. Bu eğilimin zirve noktası ise geçen seneki Titane'dı, o kadar zengin bir seçkide bırakın Altın Palmiye'yi almasını, alacağı herhangi bir ödül başka bir filme haksızlık olurdu. Ve evet sahi o kocaman ödülüne karşın ne oldu o filme? Unutuldu gitti, ne İsa'ya ne Musa'ya yaranamadı... Bu yıl, zaten kağıt üzerinde geçen yıldan daha vasat gözüküyordu. Hadi Close'u ayrı tutarsak hiçbir film için net olarak diğerlerinden daha çok hak ediyor izlenimini de edinemedim. Ha birçok yıl edindim de ne oldu, o da doğru. Bu yıl Avrupalı bir jüri başkanı var. Ödüllerin dünyanın yakıcı gündemine ilişkin politik filmlere gideceğine yönelik de bir inanç... 

O halde bakıyorum da arkadaşlık temasını işleyen 31 yaşındaki Belçikalı Dhont umulanı veremeseydi, diğer Belçikalı Dardenne'lerin bir ödül alabileceği, hatta o ödülün bu vasat seçkide 3. Altın Palmiye'leri olabileceği konuşuluyordu. Gerçi Dardenne'lerin filmini de Fransız eleştirmenler pek beğenmemiş... Hemen gözüm meşhur "Les étoiles de la critique"e ilişiyor. Filmi Palmiyelik gören bir tane bile eleştirmenleri yok. Hiç şaşırtmıyorlar, Fransızlarda Frankofon sinemaya karşın tuhaf bir tavır var. Beklentileri mi çok yüksek nedir? Hele o Cahiers du Cinéma, ne beğeneceklerini kestirmek güç. Ama Fransızların en cılız filmlerini yapan yönetmenlerinden Arnaud Desplechin'i beğenebiliyorlar. Diğerlerinin görmediği ne görüyorlarsa artık... Dardenne'lerin önceki filmleri Genç Ahmet de hatırlarsanız son filmleri Tori ve Lokita gibi karmaşık yorumlar almıştı. "Les étoiles de la critique" içinde filmin Palmiye alabileceğini düşünen yine yoktu. Ama bence o yılın en anlamlı iki filminden biriydi Genç Ahmet ve mizansen (yönetmen) ödülüyle ayrıldı. 

Yine Christian Mungiu, dikkate değer bir zenofobi örneğiyle gelmiş festivale (biraz Emin Alper'in Tepenin Ardı hissiyatı edinmedim de değil. Bu arada Mungiu'nun da Tepelerin Ardı diye bir film vardı. Ne benzerlikler ama). Mültecilik ve ırkçılığın tırmandığı şu dönemde bu iki filmden (R.M.N. veya Tori ve Lokita) biri herhalde ödül alacak... Diğer öne çıkan Avrupalı'lardan, kuzeyden gelen Ruben Östlund ise hınzır güldürüsüyle bu isimlerle beraber ödül için adı geçen başka bir Avrupalı. Peki Jüri kaçınılmaz bir denge politikası güderse, o zaman ne olur? O halde Üç Amerikalı'dan en az biri, James Gray, David Cronenberg  ya da Kelly Richard ödül listesine girer mi? Neden olmasın. İngilizce dünya dili ne de olsa. 

Denge politikası festivaldeki iki İranlı'dan en az birine bir ödül getirebilir. Saeed Roustaee ve Ali Abbasi onlar... Mesela Roustaee'nin filmini Vittorio De Sica'nın Rocco ve Kardeşleriyle karşılaştıranlar var. Bir de Alfred Hitchcock'un Vertigo'suyla karşılaştırılan Park-Chan Wook unutulmamalı, ödül listesinin Uzakdoğu ayağı o da. Jerzy Skolimowksi ve Kirill Serebrenikov da festivalin başında gösterilmelerine rağmen seçki vasat kalınca hala iddialı bir noktada kaldılar... Özellikle Skolimowski (hayvan hakları üzerine bir filmi var).  

Şimdi toparlarsak; Lukas Dhont, Dardenne Kardeşler, Christian Mungiu veya Jerzy Skolimowski için ufukta ödül görünüyor. Hemen yanı başında bir avuç yönetmen bekliyor: James Gray, Ruben Östlund, Park Chan Wook, David Cronenberg, Kelly Richardt ve Kirill Serebrennikov (Rus olduğu için farklı bir mesaj olur ve Zelenski'yi alkışlamaktan daha anlamlı olabilir. Kapanışta da Rus yönetmeni alkışla al sana denge) ayrıca Saeed Roustaee ve Ali Abbasi. İşte ödüllerin çoğunluğu bu yönetmenler arasında dağıtılabilir. Bir iki sürpriz isim de girer mi araya. Herhalde girer. Ama onlar da ne kadar sürpriz sayılır. En başta Albert Serra daha sonraysa Hirokazu Koreeda, Mario Martone, Valeria Bruni Tedeschi ya da Claire Denis mi olur mesela o sürpriz? Velhasıl Cannes bu yıl fazlasıyla orta şeker görünüyor. Bizi ilginç bir ödül gecesi bekliyor da olabilir...   

Emin Alper'in Kurak Günler'i

Venedik ve Berlin Ana Yarışması'nda yer aldıktan sonra ilk kez Cannes'da ama Belirli Bir Bakış'ta. Eee Cannes'da Ana Yarışmaya girmek kolay mı? Ama Türkiye'deki mevcut rejimle açıkça problemi olan Alper, politik sinemanın bugün Türkiye'sindeki en güçlü temsilcisi olarak görülüyor. Her ne kadar teknik kapasitesi genel olarak Ana Yarışma filmlerinin altında da olsa bugün Ana Yarışma'daki Dhont ya da Abbasi'nin de önceki filmleriyle Belirli Bir Bakış'ta yer almış olduklarını unutmayalım. Ama efendim onlar oradan ödülle ayrılmıştı. Ne yapalım ki öyle...  Öncelikle Kurak Günler'e ilişkin İngiliz basınında çıkmış bir yazıdan dikkatimi çeken bir bölümü paylaşmak istiyorum. Jonathan Romney şöyle yazmış Alper için: 

"...The heat, and the tension fairly crackle in Emin Alper's Burning Days, a Turkish thriller that's one of standouts of this year's Un Certain Regard. The director of Beyond the Hill, Frenzy and A Tale of Three Sisters returns with a film that seems certain to break out across the arthouse/mainstream border into wider exposure, and that deserves to be its country's most visible filmic export since the heyday of Nuri Bilge Ceylan..." 

Ve filmin ödül alamaması acaba almalı mıydı, o kadar beğeneni vardı tartışmasını da getirdi kaçınılmaz olarak. Cannes'daki, genel tepki neydi sorusuna ulaşabildiğim en geniş katılımlı puanlama tablosu üzerinden cevap vermek herhalde en sağlıklısı. İzleyen 50 kişi 10 üzerinden puanlamış filmi. Kendi klasmanında 8. Ama farklar çok az. 


15 Mayıs 2022 Pazar

Gaspar Noe'den Vortex

İstanbul'dan Altın Lale'yle ayrılmış bir Gaspar Noe filmi... 80'lerine varmış bir yaşlı çiftin son dönemlerine tanık ediyor izleyicisini. Adlarını dahi öğrenemediğimiz bir çift bu. Çok önemi var mı ki? Anlatılan insan diyor Noe, aşağı yukarı senin hikayen, hepimizin hikayesi. Yaşlılığın hikayesi, belki ana-babalarımızın hikayesi... Bir önceki -ki sanırım en zayıf filmi- Lux Aterna'da denediği bir tekniği burada bir miktar daha geliştiriyor yönetmen, perdeyi ikiye bölerek. Dario Argento'nun ve Françoise Lebrun'un canlandırdığı ikiliyi, bölünmüş bir perdede takip ediyoruz sıklıkla. Böylece ikilinin gündelik hallerine daha uzun uzun şahit oluyoruz, biri diğerinden kopmadan. Noe sinemasının pek çok karakteristiğini taşıyor film. Adeta Enter the Void'teymiş gibi hissettiren havalanan ve dönen kamera hareketinden, çok görmesek de, Love'daki pencereden pencereye aşka ve tabii yaşam ile ölüm gibi alışıldık varoluşçu tınılar barındıran içeriğine, beyin ve kalp arasında kurduğu felsefi bağ ve filmin başında verdiği mesaja (beyni kalbinden önce ayrışanlara adanmıştır) kadar tipik bir Noe filmi Vortex ama diğer filmlerinin aksine bu kez gençler ve gençliğin dinamizmi yok. Filmin tamamına sirayet eden ağır bir kasvet en temel duygu. Gerçekten de bu yönüyle zorlayıcı bir film... Kimileri Haneke'nin Amour'uyla benzeştiriyor ama Vortex, Amour'dan daha iç karartıcı bir film. Belli bölümlerde gerilimi yükselten yönetmen, özellikle perdeyi ikiye bölen tekniğini finale doğru taçlandırıyor. Önce perde teke düşüyor ve ardından evin insansız ıssız fotoğrafları ve ardından bir kademe daha atlayarak eşyasız ıssızlığın fotoğrafları bir bir önümüze düşüyor, tüm yıkıcılığıyla ve son olarak çiftimizin doğum ve ölüm tarihleri ve son yazısı... Hepsi bu kadar. Yine de filmin belki bir miktar kısa tutulsa (140 dakika) daha etkileyici olacağı kanaatindeyim. Filmin önemli bölümü yeterli akışkanlığı yakalayamıyor ne yazık ki ve gereksiz derecede yorucu oluyor. Ve giriş jeneriği öncesi Cannes-Official Selection yazısı çıksa da sanırım Competition'a seçilememesine bu 'senaryo' kusuru neden oluyor. 

Yıldız: * * *