3 Mayıs 2015 Pazar

Ankara Film Festivali İzlenimleri

İlk kez katılma şansı yakaladığım Ankara Film Festivali, Bakur krizinden ötürü İstanbul Film Festivali gibi Ulusal Yarışması'nı yapamadı ama en yakın dönemde sonuncusunu gerçekleştirmiş büyük festivallerden 'Berlinale' ağırlıklı bir seçki sundu bizlere. Gerçi Altın Ayı'lı Taksi'ye hiçbir biçimde altyazı eklenemeyince o kaçtı, sonraki günlerde problem halloldu ama filmin gösterim saati benim işime uymadı. Yine de 11 film izledim ve hepsi haketmese de haklarında birşeyler yazdım, en aşağıya da bir yıldız tablosu koydum, her zamanki gibi buçuksuz.


Sebastian Schipper'in Victoria'sı sinema sanatının, mesaj kaygısı gütmeden, belgesel edasında, hayatın bir kesitine tanıklık ettiğinde de ne kadar değerli olabileceğini gösterdi. Schipper sinemada; ritim, doğallık ve alıcı deviniminin ayrı ayrı değil iç içe geçtiğinin ve buna da 'gerçekliğin sanatı' dendiğinin çok iyi ayırdında. Madrid'den Berlin'e gelmiş mutsuz genç Victoria'nın hayatının belki de en çarpıcı 140 dakikasına tanıklık ettiriyor bizleri, sabaha karşı bardan çıkarken sokakta karşılaştığı bir grup serseriyle geçirdiği kesintisiz 140 dakikaya. Açıkçası filmin ilk yarısında temponun kısmen düşüklüğü, gündelik diyalogların monotonluğu acaba upuzun plan-sekans çekimi dışında bir yenilik bir heyecan barındırmıyor mu bu film diye de düşündürmedi değil. İkinci yarıdaysa yönetmen; gerilimin, aksiyonun kademe kademe patladığı, sönümlendiği ve daha da alevlenerek taşkına dönüştüğü bir cambazlık gösterisi sunarken sinemaya duyduğumuz derin saygının karşılığını sonuna kadar vermiş oldu, bir an bile perdeden gözümüzü ayıramadık bu günümüz noir'ını izlerken. Plan-sekans kavramı üzerine çalışanların olduğu gibi, belgesel sinema üzerine çalışanların bile bir şekilde dönüp bakabileceği bir film Victoria. Hem de Sokurov gibi, Inarritu gibi tek planda film çektim yanılsaması yaratmadan yapmış 
yapacağını...daha ne olsun ! 

Festivalin diğer bir büyük filmi de Andrew Haigh imzalı 45 yıldı... ne kadar da dingin ve hayatın içinden bir film ! Adeta sessiz bir gücü, büyüsü olan bir mini başyapıt. Evliliklerinin 45.yılını kutlamaya hazırlanan hayatlarının son demindeki çift, bir gün bir mektup alırlar. Geoff'un Kate ile tanışmadan önceki sevgilisinin cesedi buzulların içinde bulunmuştur. Buradan hareketle ikili geçmişlerini sorgulamaya başlarlar, aslında evliliklerini sorgulamanın ötesinde, bir soru vardır ve basittir; ikili tanışmadan önce ölen sevgili şayet ölmeseydi ne olurdu? Kate ile Geoff yine tanışır ve evlenirler miydi? 45 yıl sürmüş en güvenilir birlikteliklerde dahi insanların bilinmeyenlerle dolu olduğuna ve birlikte olduğumuz insanın dünyadaki milyarlarca insandan sadece biri değil birçoğu olabileceğine (birlikte yaşlandığın tek kişi de olsa) dair bir nevi düello, bir hayat dersi. Yalınlığın içinde oyuncuların olağanüstü katkısıyla gerilimi izleyiciye telaşşız biçimde geçiren film ilk plandan son plana kadar son derece incelikli bir senaryoya sahip, bas bas bağırmadan çok şey anlatan filmlerden, hani o İngilizlerin belki Fransızların yapacağı türden. Mike Leigh'nin filmlerini, bir tutam da Bergman'ın Bir Evlilik'den Sahneler ve Haneke'nin Sevgi'si hatırlamak olası olsa da hepsinden farklı bir düzleme sahip... Bir daha izlemek için sabırsızlandığım filmlerden...


Christian Petzold'un Phoenix, Türkçe'deki tabiriyle Yüzündeki Sır filmi de festivalin kalburüstü filmlerinden biri olarak dikkat çekti. Yahudi toplama kamplarından yüzü tanınmayacak halde kurtulan ve ciddi bir ameliyat geçiren Nelly sevgilisi Johny'i bulmayı kafası koymuştur, ve onu bulur ama Johny onu tanımaz. Nelly'e kalan mirasa konmak için Nelly'e benzettiği bu kadını Nelly kılığına sokup başkalarına onun geri geldiğine inandırma çabasına girişir. Samimiyetin, aşkın ve bir biçimde savaş suçlarının da sorgulandığı hafif duygusal bir tonu da içinde barındıran film başbaşka düzlemde olsa da konusuyla sinema tarihinin en iyilerinden Hitchock'un Vertigo'sunu hemen akla getiriyor. Başından sonuna zevkle izlenen Phonenix'in içburucu finali de cabası...

Bir Gürcü yapımı olan Tangerines (Mandalinalar) de savaşın ürkütücü doğasına dair önemli şeyler söyleyen bir yapım. Abhazya'daki Çeçen-Gürcü toprak savaşını irdeleyen filmde Estonyalılar da var, oralarda yaşayan ama savaş çıkınca topraklarını terketmek zorunda kalan Estonyalılar, ama bir tanesi, bilge dede İvo toprağını terketmemiştir, nedenini de söylemez açıkça, savaşan farklı gruptan iki yaralıyı eve getirir ve iyileşmelerine yardımcı olur. Bu süreçte 'bu savaş bizim savaşımız değil başkalarının' cümlesi de net biçimde kendini hissettirir. Zaten savaşlar hep başkalarının değil midir? Peki ya milliyetçilik; bir büyüyememe, karşısındakiyle empati kuramama hastalığı değil midir? Tangerines hümanizmi ve de anti militarizmi öncelleyen güçlü mesajını dramatik çatışmalardan alabildiğine beslenen sağlam bir senaryo eşliğinde taşıyor, bunun ötesinde filmde 'yaratıcı yönetmenliğe' dair bir veri, kaydadeğer herhangi bir sanatsal katkı da göremedim ben, galiba biraz düz bir film olmuş ama izlenesi, hele Türkiye gibi ülkeler için durum daha elzem...Savaşın kötülüğünü anlatan bir diğer film Her Şey Yeniden Yeşerecek idi. İtalyan Sinema'nın bol ödüllü ustalarından Ermano Olmi'nin bu son filmi Her Şey Yeniden Yeşerecek'e ise ciddi festivaller yüz vermedi. Benzer durum örneğin ilerleyen yaşlarını yaşayan Angelopoulos ve Gavras için de geçerliydi ama onlar son filmleriyle ustalıklarını yine de hissettiriyorlardı. Olmi'nin ustalığını hissettirmediğini söylersek biraz haksızlık ederiz belki ama babasının savaş anılarından derlediği savaş karşıtı mesajını çok güçlü biçimde ileten film keşke bu mesajın gücüne yaklaşabilen daha etkili bir sinema diline sahip olsaydı, biraz şematik, modası geçmiş zamanların filmlerini andırıyordu, ne yazık ki sıkıldım.

Ulrich Seidl'in belgeseli Bodrumda ise Avusturya'daki insanların na-mahremlerine tepetaklak giren ilginç bir belgesel, mazoşist kadınlardan, köle olmayı kabullenen erkeklere, ayakkabı kutusundaki bebeği pışpışlayan annelere, elde silahla simülasyonları vuran adamlara kadar kapalı bodrumlar ardındaki bir avuç tuhaflıklar silsilesi, sevimsiz mi sevimsiz, zorlayıcı mı, epeyce... Seidl'in bilinenin aksine büyük bir Avrupa resmi mi çiziyor, zannetmiyorum, uç örneklerle tanıştırıyor sadece bizi ama sanatın sınırları zorlayan yapısını, insanı o koltukta güvende hissettirmeyen halini hep sevmişimdir. 8 yıl önce o zamanlar Eskişehir'de toy bir sinema seyircisiyken izlediğim Taxidermia adlı Macaristan'ın üç dönemini (komünizm - komünizm sonrası ve tüketim toplumu) anlatan film kadar şaşırtıcı bir film Bodrumda, o ölçüde derinlikli olmasa bile. 

Mahkeme adlı Hint filmi ise nereden çıktı, tam bir felaket. Yönetmen büyük oranda, bir işçinin ölümüne neden olduğu söylenen bir aktivistin konu olduğu duruşmalardaki avukatların yoğun diyaloglarıyla örülü bir filme imza atmış ama karşısında bir izleyici olduğunu unutmuş, asgari bir ritmi ve izleyicinin hikayeye bir biçimde girebileceği küçük de olsa açık kapı bırakmayı es geçmiş. Diyaloglar temposu düşük filmlere tempo kazandırma potansiyeline de sahipken burada o da becerilememiş. Onca hukuki terimle laf salatasına dönüşüp kafa ütüleyen bu filmden pek bir şey anlayamadım, anladığım yerde de hiç bir zevk duymadım, en ufak sinemasal tat bile yok, alana aferim... hukukun pek çok yerde olduğu gibi Hindistan'da da insanların elinde nasıl oyuncak edildiğini anlatmaksa derdi, bunun çok daha etkili yöntemleri olsa gerek. En garibi de filmin hem Venedik'de hem de Antalya'da aldığı ödüller, internetteki övgüler, el insaf !

Dünya'ya çok sayıda önemli film hediye etmiş Polonya Sineması'ndan da Beden adlı filmi izledik festivalde. Yönetmen cineuropa'ya verdiği demeçte filmin ismini önce ruh olarak düşündüğünü sonra değiştirdiğini belirtmiş, metafizik soslu bir baba-kız ilişkisi olarak da tanımlanabilecek filmde spiritüel ve fizik arasında paralellik kurarak orjinal olmayan -zıtlıkları birleştiren- bir formülü denemiş yönetmen, baba-kız arasına üçüncü bir şahsı, terapisti dahil ederek yapmış bunu, bu, filmin eksik tarafı da olmuş aynı zamanda, filmin neredeyse başrolü denebilecek terapist Anna'nın hayatı havada, dış kapının mandalı sanki. Bir yanda karısını kaybeden, ölü bedenlerde uğraşan materyalist (!) savcı öbür tarafta fiziksel olarak burada ama ruhsal olarak ölü gibi duran kızı ve onları annelerinin ruhunun geri geldiğine inandırmaya çalışan terapist Anna, Anna filmin sonunda haksız çıksa da film amacına ulaşıyor, bir tür mutlu sonla bitiyor...Filmin uzunca bir müddet ne anlatmak istediği belli olmayan kararsız yapısı beni rahatsız etti açıkçası, inancın hiçbir somut gerçekliği olmasa bile bazen inanmanın hayatımızı güzelleştirebileceği mesajı geçti bana. Yer yer gerilime de göz kırpan her şeye rağmen kendini izlettirmeyi başaran bir 'dramedi' sonuçta...

Türkiye galasını festivalde gerçekleştiren Romen filmi Aferim ise 2000'lerde büyük atak yapan bir sinemanın diğer ürünlerine hiç benzemeyen bir yapım, çünkü tarihi, 19.yüzyılda Eflak'da efendileri için çalışan kolluk gücü, yani zaptiye ve oğlunun siyah-beyaz hikayesi...geniş bozkırlarda geçen bu Osmanlı Western'i görsel açıdan özenli bir çalışma olsa da bir sorunu filmin toplam süresi içinde etkileyici biçimde ortaya sermektense ikiliyi bir yol hikayesine hapsetmiş. Çarpıcı olmayan anların yaşandığı bozkırda bir gezinti filmine dönüşmüş, gerçi sonunda kabul edilir bir noktaya varıyor film ama varış yolu tatmin etmiyor yeterince. Peter Greenaway'in Eisenstein yorumu da hiç iç açıcı değildi, kendine özgü dinamik, absürde kaçan sahnelerle dolu film, gürültüden ibaret. Mesele biyografisiyse yakın zamanda Roger Ebert için Hayatın Kendisi yapılmışken bu film ne anlatıyor? Mesele onun cinsel eğilimini vurgulamaksa -Eisenstein'ın Meksika'da geçirdiği bir dönemi onun eşcinselliğinin altını kalın kalın çizerek anlatmış-, ne öğretti insana, kuşkuluyum, oysa Andrew Haigh'ın da eşcinselliğin altını kalın çizdiği Weekend'i birşeyler öğretiyordu. İran Sineması'ndan gelen Masallar ise İran yaşamından kesitler olarak adlandırılabilecek bir film, bir şekilde yolu kesişen farklı insanların yozlaşmış idare karşısındaki hallerini içtenlikle anlatıyor. Ama diyalog, diyalog, yine diyalog... ve biraz tekdüze... diyalogla sessiz anları dengeleyebilmek de bu sanatın gereği değil mi? Yönetmen sinemanın öncelikle hareketli görüntüyle bir şey anlatmaya çalışan doğasını unutmuş gibi. Sanat biraz da yaratıcısının özgürce istediğini yapması demekse elindeki aracı etkili kullanmanın gereklerini yok saymak da değil ki... seven sevsin, ne yapalım ki festivallerdeki her film bana hitap etmiyor.    

Festival Yıldız Tablosu: 

Victoria  * * * *

45 Yıl     * * * *

Yüzündeki Sır  * * * 

Mandalinalar   * * *

Beden  * * 

Aferim  * *

Bodrumda * *

Her Şey Yeniden Yeşerecek *

Eisenstein Meksika'da  *

Masallar  *

Mahkeme X



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder