24 Haziran 2021 Perşembe

Hoş Geldin İstanbul Film Festivali

Yaklaşık 7 ay sonra tekrar sinema salonlarında olmanın mutluluğu, Cannes arefesinde İstanbul Film Festivali coşkusu. Fahiş fiyatlara (1 tam bilet 45 lira) rağmen salonların doluluğu...

Céline Sciamma'dan Bir Şiirsel Mini Başyapıt


Herhalde dünyada annelerin yerini doldurabilecek hiçbir şey yok. Bu salt klişe bir cümle değil. Antropoloji biliminin tüm birikimi ışığında ortaya konulmuş bir olgu. İnsan evladının, özellikle de çocuğun anneyle kurduğu sevgi bağının memelilerin yüzbinlerce yıllık tarihinde bir eşi benzeri yok. Evet maalesef babalarla çocukları arasında, daha ileri gidelim, eşler arasında dahi bir benzerine çok rastlanamamış bir acı gerçek bu... Ve Alev Almış Bir Genç Kadının Portresi ile son yılların en etkileyici filmlerinden birine imza atan Céline Sciamma, daha mütevazi ama belki de annenin kaybına ilişkin sinema tarihinin en şiirsel filmlerinden birine imza atıyor Küçük Anne (Petite Maman) ile. Öncelikle bir anne ve kızının huzurevinden ayrılışlarıyla başlayan hikaye hayatını kaybeden anneannenin evine geldiklerinde bambaşka bir şekle bürünüyor. Küçük kız yanında annesi olmadan evin etrafında oynarken kendisine oldukça benzeyen yaşıtı bir kızla çok iyi arkadaş oluyor, böylece film ağırbaşlı yapısının ardında bir miktar gizem yaratan bir hal de alıyor. Filmin sonuna kadar da başta gördüğümüz anneyi bir daha görmüyoruz (mı acaba?)... 72 dakika gibi kısa süresini çok iyi yazılmış, duru bir anlatımla perdeye taşıyan film, kendisini izletirken izleyicisine beyin jimnastiği yapma şansı da veriyor, ki zaten sanat sinemasından beklediğimiz de bu.
  

Hong Sangsoo'dan Bir Resital

Pek çok elementin toplamından meydana gelen sinema için resital diyerek övgüyü bir kişiye bağışlamak diğerlerine haksızlık olmaz mı? Peki ya karşımızda sinemanın, yönetmenin sanatı düsturunu mükemmel biçimde dolduran biri varsa? Hong Sangsoo hemen her yıl bir filmini izlediğim ve hiç duraksamadan yaşayan en yaratıcı 5 yönetmen arasına alacağım biri. Son filmi Takdim (Inteurodeoksyeon veya Introduction) ile kendi sinemasının tüm karakteristiklerini barındıran aynı zamanda sinemasını bir miktar yenilemeye de çalışan katmanlı ve yoğun bir film gerçekleştirmiş. Evet yoğun, öyle ki 66 dakikaya bu kadar şey nasıl sığar, üstelik hiç acele etmeden, plan plan, sekans sekans, kelime, kelime ördüğü öykü hiç mi es vermez ya da es verdiği andan sadece saniyeler sonra dikkat çekici bir diyalog, kamera hareketi ya da sahne geçişi gelir, bu plan-sekans olmasa da olurmuş dedirtmez... Biri daha kısa iki bölümden oluşan öykü, babası akupunktur doktoru ve babasına tedavi olmaya gelen meşhur bir eski tiyatrocuyla ilişki yaşayan anneye sahip bir gencin (Young-ho) etrafında cereyan ediyor. Young-ho aynı zamanda kırık da bir aşk hikayesi yaşıyor, her ne kadar rüya olarak görsek de. Babası kazandığı yüklüce paranın haksız kazanç olduğunun farkında, annesinin sevgilisi de sevmediği kadına seviyormuş gibi yaptığının... Young-ho, annesi ve annesinin sevgilisiyle bir araya geldiği yemekte neden tiyatrocu olmaktan vazgeçtiğini çok güzel özetliyor: Sevmediğim bir kadınla öpüşmek kendimi sevgilime karşı kötü hissettiriyordu. Her eylem mutlak bir anlam taşır, bir kadına sarılmam için onu sevmem gerekir. Etik olan budur. Elbette bu dedikleri annesinin sevgilisini çileden çıkarıyor. Neden ola ki?  Anne de ne yapacağız bu çocukla çok hassas diyerek dert yanıyor. 
Sinema tarihine geçebilmek çapta bir sahne, bilmem abartıyor muyum... Sangsoo; insan ilişkileri, özelde de kadın-erkek ilişkilerine bakışındaki ince ustalığı bir adım daha ileri götürüyor ve ben şuraya varıyorum: Sangsoo sinemasından öğrenecekleri olan genç sinemacılar kadar dikkatlerini vermeleri durumunda son yıllarda daha da görünür olan psikolojiye meraklı ilişki koçlarının da öğrenecekleri bir şeyler var. Yönetmenin kariyerinin en iyi filmlerinden biri olan Takdim, geçtiğimiz Berlin Film Festivali'nde en iyi senaryo ödülünü kazandı. 

Özgün Bir Deneme

Rumen Sineması Avrupa Festivalleri'ndeki güçlü görünürlüğünü sürdüyor. Nasıl sürdürmesin ki. Altın nesil olarak adlandırılabilecek pek çok farklı yönetmen ile kalburüstü filmler gerçekleştiriyorlar, yaklaşık 20 yıldır... Radu Jude'un Türkçe bir isme sahip Osmanlı Western'i Aferim!'i de (ki ben pek sevmem) sanıyorum ki ülkemizde vizyon görememişti. Kaçık Porno (Babardeala Cu Bucluc Sau Porno Balamuc) adlı son filminin Türkiye'de vizyona girmeyeceğini öngörmek ise
 hiç zor değil. Üstelik Berlinale'den kazandığı bir Altın Ayı'ya rağmen. Neden, çünkü bugün sadece twitterda bile milyonlarca izlenen birkaç dakikalık pornografik videolardan biriyle başladığı için. Halbuki Fransa, Almanya, Hollanda veyahut Portekiz vizyona girdiği ya da yakın zamanda gireceği ülkelerden sadece birkaçı... Evet üç bölümden meydana gelen film bu üç bölümden önce bir porno olarak başlıyor. Adı porno olsa dahi yine de şaşırtıcı bir giriş... Daha sonra ise filmin girişinde gördüğümüz bu videosu internete sızmış kadın öğretmenin kentin içinde, gündelik hayatından izler, ikinci bölümde yönetmenin siyasetten cinselliğe ve tabii pornonun kökenine, kurmacaya, gerçeğin kendisinin değil temsilinin yüceltilmesine (ki girişte erkeğin videoyu açtıktan sonra erekte olabilmesi önemli detaydır), 1989 Rumen Devrimi'ne kadar sözlerini fotoğraf ve görüntülerle bir araya getirdiği bir 'essay film', üçüncü bölümdeyse öğretmenin veliler tarafından yargılanışı uzun uzun perdeye geliyor, yoğun ve yorucu diyaloglar eşliğinde... Cinselliğin hayatın temeli olmanın yanında, hayatımızı küfürlerden, reklam afişlerine kadar çepeçevre saran bu gerçeklik ve diğer yandan böyle bir gerçeklik yokmuşçasına davranan (fermuarının çekik olmasını fazlaca önemseyecek kadar) ahlaki iki yüzlülük filmin konusu denilebilir. Bir öğretmeni internete düşmüş videosundan ötürü çocuklarına kötü örnek olacağını düşünerek yargılayıp diğer yandan videoyu izlerken duyulan haz ve güçlü istekte bir çelişki yok mudur? Jude bu çelişkiler bütünü üzerine özgün bir deneme gerçekleştiriyor. Kendine has, yer yer uçarı ve oldukça eleştirel ve de hazmı zor, bir kez daha izlenmeyi hak eden bir üslupla. Takdir edilesi... 
    

Hamaguchi Yükselen Değer

Ryusuke Hamaguchi, şüphe yok ki günümüz Japon sinemasının yükselen bir değeri...  Geçtiğimiz yıllarda benim ilk izlediğim filmi olan Asako 1-2 ile gönlümüzü fetheden yönetmenin kendi öykülerinden seçip uyarladığı yeni filmi Çarkıfelek (Guzen to Sozo) bir yerde aralarında küçük bağlantılar da yakalanabilecek üç öyküyü 121 dakikalık süresine yayan bir yapım. Sangsoo ve Linklater sinemasından izlerin özgün bir bireşimi, hatta Rohmer sineması da bu bireşime katılabilir sanıyorum. Tesadüfler, kaçan fırsatlar, geri dönüşü olmayan hatalara ilişkin diyalog ağırlıklı durumlardan ibaret bir sinemayı yeğleyen yönetmen, bana kalırsa
bu üç öykünün her birinde volümü bir miktar daha arttırıyor. Özellikle ana karakterin yürüyen merdivendeki bir kadını 20 yıl önceki arkadaşına benzetmesiyle başlayan son öykü; teknolojik bir kazayla yanlış adreslere giden e-mailden muzdarip bir kadının öyküsünden internetin kullanılmadığı yakın geçmişimize dönüyor. Burası sevgi, dostluk, benzerlik, mazi, hatırlamak gibi kavramlar üzerinden insana dair pek çok olumlu (en azından son kertede) duyguyu izleyicisine geçirmeyi başaran etkileyici bir bölüm. Film de en etkileyici noktada bitiyor. 

Michel Franco'dan Sert Bir Film

B
u Meksika ne menem bir ülkedir. Kendi adıma Amat Escalante'nin Heli'sinde uyuşturucu kartelleriyle işbirliği içindeki askeri üniformalıları görmek etkileyiciydi mesela. Ama Franco'nun Kronik adlı filmini hatırlayan ben yönetmenin siyasi konulara girmektense daha bireysel hikayeler anlatmayı tercih ettiğini düşünmüştüm. Kronik öyle bir filmdi çünkü (onun da sadece finali sertti) ama Yeni Düzen (Nuevo Orden) adlı filmiyle o da siyasi konulara giriyor. Filmi "Savaşın Sonunu Ancak Ölüler Görür" diyerek bitirişinden de anladığımız geleceğe dair umudunu yitirmiş yönetmenin filminde konformist zenginlerin konforunu kaçıran bir grup devrimci görünümlü kitlenin saldırısıyla ortaya çıkan kaosu bastırmak adına asker hemen yönetime el koyuyor. Ama ne el koyma; tecavüz, şiddet, şantaj gırla gidiyor. Adeta böyle bir fırsat ellerine geçsin diye beklemişler sanki. Biraz tanıdık geldi mi? Askerin asıl derdi düzeni sağlamak da değil hani, kendi hiyerarşisi içinde zenginlerin parasına konuyor, hiyerarşi içindeki askerlerin bir yetersizliğinin serencamı ölüm oluyor. Zaten hemen herkesi öldürmeye pek meyilliler... Film tanıtım broşüründe bir distopya olarak tanıtılıyor ama sonuçta Meksika dünyadaki suç ve şiddetin bu kadar başını çeken bir ülke olmasaydı, herhalde bu filmler de üretilmezdi değil mi?

Bir Feminist Meta-Harror

Sansür (Censor) için jenerik perdeye yansıdığında BFI ibaresini (yani British Film Institute) gördüğümde çok kötü bir film izlemeyeceğimizi düşündüm açıkçası. Bu ibareye sahip hemen her film öykü-içerik ve teknik yönden belli bir düzeyi tutturur. Sansür de onlardan biri. VHS furyasının yaşandığı bir dönemin sansür kurulundaki bir kadını merkeze alan film, bir noktadan sonra (sonlarına doğru) izlediğimiz film ile o yoğun şiddet içeren B ya da belki Z olarak tabir edilen VHS filmler arasındaki sınırları muğlaklaştırıyor. Burada filmin başrolündeki Enid (Niamh Algar)'i küçükken kız kardeşini o filmlerden birindeki gibi kaybetmesinin etkisiyle o filmlerdeki öyküyü tersine çevirmeye çalışmasına neden olan bir güdünün harekete geçirdiğini belirtmek gerek. Sonuçta öyküsünde bazı eksiklikler barındırsa da bir kadın elinden çıktığı apaçık, bence yine de özgün olarak görülebilecek bir meta-harror Sansür.

Malgorzata Szumowska'nın Michal Englert ile birlikte yazıp yönettiği Bir Daha Asla Kar Yağmayacak (Sniegu Juz Nigdy Nie Bedzie) yanında taşıdığı masaj yatağıyla Pripyat'dan (Çernobil felaketinden sonra boşaltılan kent) Polonya'ya gelen bir gencin hikayesi... Sanırım Polonya'da bir sitenin içinde (Polonya küçük evreni olsa gerek) özellikle kadınlara masaj yapan ve onların cinsel yönden ilgisini çeken bu genç üzerinden yönetmen Polonya-Ukrayna gibi iki Slav toplumuna bir şeyler anlatmak istiyor. Ancak yönetmenin daha önceki filmleri gibi (Cialo ve Twarz gibi) filmin bir odak sorunu var. Müziğin kullanımı, senaryonun bir takım paraboller çizmesi, başarılı bir görüntü yönetimi
 gibi tüm sürükleyici unsurların yanında inanılmaz dağınık... Film bittiğinde belli belirsiz güçlü bir duygu geçse dahi o duygunun niye geçtiğine ilişkin akılcı bir açıklama yapan az olsa gerek. En azından Szumowska filmleri benim için hep aynı, bir duygusu var ama bu bir yanılsama olabilir mi düşüncesi? Avrupa festivallerinin ilgisini çekiyor ne yapalım ki...

Festival Yıldız Tablosu

Küçük Anne  * * * *

Takdim    * * * *

Kaçık Porno  * * * *

Çarkıfelek  * * * * 

Yeni Düzen  * * * 

Sansür     * * *

Hatıra Kutusu  *

Bir Daha Asla Kar Yağmayacak  * 

Doğal Işık  *