19 Kasım 2021 Cuma

Tarihin Tartışmalı Altın Palmiyelileri'nden Titane

Cannes Festivalleri içerisinde 2021 seçkisi kanımca 2009'dan bu yana düzeyi en yüksek seçkilerden biri, hatta birincisi. Böyle bir yılda seçkinin alt sıra filmlerinden birinin, tür sinemasının yüzeyselliğiyle kısmen güncel cinsel kimlik tartışmalarını bütünleştiren Titane'ın, Altın Palmiye'yi kazanmış olması olsa olsa jürilerin ne kadar öznel varlıklar olduğunu bir kez daha hatırlatır bize.

Sanatları karşılıklı olarak değerlendirmek istersek, örneğin edebiyatın çoğunlukla sinemadan daha derin bir sanat olduğunu söyleyebiliriz. Burada sanatların kullandıkları araçlar bu farkın temel sebebidir. Biri zaten sembolik bir iletişim sistemine dayanır, diğerinin bu imkanı yoktur, hayatı kayıt altına aldığı için kendi sembolünü yaratmak zorunda kalır. İşte kelimenin en yalın anlamıyla edebiyat kanonu içerisine dahil edilmesine şüpheyle yaklaşılan Haruki Murakami'nin ancak kendi eserleri bağlamında başarılı sayılabilecek bir öyküsünden uyarlanan film, yani burada uzun uzun yazdığımız o Drive My Car, aslında özü aynı olmakla beraber sinema sanatı adına edebiyatta gördüğü kabulden çok daha fazlasını görür. Dikkat edin daha fazla alıcıya ulaşır, hatta daha fazla sevilir de demiyorum. Kimileri izlerken yorulduğunu ifade edebilir, kimisi biraz daha sinematik hareket olsaymış keşke diyebilir ama bir noktada filmin büyüklüğü bir şekilde kabul edilir. Drive My Car'ı sevemese bile bu kötü bir film diyeni çok görmezsiniz diye tahmin ediyorum. Bu açıdan film, edebiyat ve sinemanın iki farklı sanat olarak konumları üzerine düşünme fırsatı veren özgün bir örnektir. 

Şimdi sinemaya döndüğümüzde, sembol yaratmak dedik, buna en natüralist sinema da dahildir yanlış anlaşılmasın. Ama bunu menşei tamamen Hollywood ticari zekası olan tür filmlerinde yapmaya çalışırsanız ne kadar derine ulaşabilirsiniz ki, pek olmasa gerek. Ama daha çok izleyiciye ulaşabilirsiniz o başka. Julia Ducornau'nun Altın Palmiye kazanan filmi Titanyum (ya da yaygın kullanımıyla Titane) da öyle bir film. Bir gerilim-korku türüne ait, içinde bilimkurgu tortuları da barındıran... Üşenmedim saydım; Titane şu ana kadar bu yılki Altın Palmiye adayı filmlerden izlediğim 13.sü. Düzeyi yüksek bir yıl bilgisini de tekrar ekleyerek, bu 13 içerisindeki bence en zayıf film Titane. Araba kazasında kafatasına titanyum yerleştirilen küçük kız büyüyor, cinayetler işliyor sonra tanınmamak için erkek kimliğine girmeye çalışıyor ve kayıp oğlunu arayan bir babanın karşısına oğlu olarak çıkıyor... İzleyiciyi zorlayıcı sahneleri olduğunu söyleyen, hatta ürkünç diyen diyor da çok daha zor sahneleri olan filmler gördük, buna bazı tür filmleri de dahil... Tabi ki türün basmakalıp örneklerinden biri değil Titane, görsel-bedensel maharetleri, mantıklı düşünmeyi zorlayan biraz tuhaf olay örgüsü ve cinsiyetler arası geçişkenliği merkeze alan bir senaryosu var. Hatta bugün zorunlu kitlesel aşı tartışmalarıyla da gündeme gelen transhumanizm deneylerini andıran bir yanı da var. Ve bugün interseksüelden, transseksüele, panseksüelden, demiseksüele daha nice farklı cinsel eğilim tanımlamaları ve ayrı bayrakları var. Sınıf mücadelesinin eski cazibesini yitirdiği günümüzde onun yerini en başta cinsel kimlikler almış durumda. Artık Batı'da solu, daha çok orak-çekiç değil gökkuşağı temsil ediyor. Bu açıdan filme seksi bir kadın olarak dahil olan sonra erkek kılığına bürünen ama sonunda bir erkekten değil, sanırım bir arabadan hamile kalıp (o nasıl oluyor demeyin) çocuk doğuran bir kadın üzerinden film, artık çok daha farklı katmanlarda tartışılan konulara dolaylı olarak kapı açabilir. Bugün bazı feministler, erkeğin spermine hiçbir şekilde ihtiyaç duymadan doğum mümkün olacak mı? Translar kadın mıdır değil midir? Kadın olmanın temel şartı doğurabilme yetisi midir? Translar kadınlarla aynı umumi tuvaleti kullanabilir mi, bunları tartışıyorlar... Hülasa; bir tür sinemasına yakışan yüzeysellikteki Titane'ı, böyle bir çağın politik filmi olarak görmekte sakınca yok. Filmi izledikten sonra bana yaşlanmış biri olduğumu hatırlattı diyen Nanni Moretti gibi.

Titane ilginç biçimde Filmekimi'nde 1 günlük gösterimle sınırlı kalan, hiçbir şekilde ek seans açılmayan bir filmdi. MUBI adlı dijital platformun Türkiye'de vizyona girdikten 5 ay sonra filmlerin gösterim hakkını alıyor oluşu ve Titane'ın vizyona girmemesine karşın MUBI'de gösterilecek olması da herhalde yine çağın ruhuyla uyumlu olsa gerek. Ben son 15 yılda Altın Palmiye kazanıp vizyona girmeyen tek bir film hatırlamıyorum çünkü. Ne yapalım yaşlandıysak...

Yıldız: * * 

14 Kasım 2021 Pazar

Sinema Perdesinde Ardı Ardına Pek Güzel 'Özdüşünümsel' Filmler

Kısa aralıklarla izlediğim Bergman Adası ve Ahed'in Dizi, izleyicisine postmodernizmin o meşhur kavramları arasında da gösterilen 'özdüşünümsel' bir deneyim sunuyor ama büyük bir farkla; biri güler yüzlü ve romantik diğeri alabildiği somurtkan ve politik. 

Postpandemi dönemi mi desek yoksa kontrollü açılma mı ya da yeni dünya düzeni mi? Ne dersek diyelim, sinema bu sene örneğine az rastlanır şekilde güçlü filmlerle salonlara döndü. Her izlediğimiz film bu kanıyı daha da güçlendiriyor. Daha önceki yıllarda yaşadığımız düş kırıklıklarını daha az yaşıyoruz sanki, yaşamıyoruz bile... Bu filmler sadece içerikleriyle değil biçem üzerine düşünen yenilikçi arayışlarıyla daha da değerleniyor. Mesela Mia Hansen-Love'ın Bergman Adası (Bergman Island) içimizi ısıtan yumuşak sinema dili gerisinde, Bergman sevgisini, bir kadının yaratıcılığını keşfetme çabasıyla bütünleştiren oldukça hoş bir film. Bergman'ın birçok filmine ev sahipliği yapmış Farö Adası'nda, yönetmenin Bir Evlilikten Manzaralar filminin geçtiği eve yerleşen iki ABD'li yönetmen çifti konu edinen film, hem bilmeyenler için Bergman'a dair bir müze-ada olan mekanı da tanıtmış oluyor.

Filmi izlerken bazı sahnelerde yönetmenin çeşitli filmlerini hatırlamak da cabası. Beklenmedik bir anda Aa Monika'yla Bir Yaz, diyebiliyorsunuz... Hoş değil mi? Ve ayrıca Hansen-Love öylesine iyi seçilmiş, artık klasik olarak tarif edilebilecek besteleri filmin belli başlı noktalarına öyle güzel yerleştirmiş ki, filmden çıktıktan sonra da dinlemek istedim ve dinledikçe tekrar o sahneleri hatırladım. İlk aklıma gelenler Tina Charles'ın I Love to Love'ı (Aşka aşığım, -gençliğimin sloganıdır-), ABBA'nın The Winner Takes It All'u ve Robin Williamson'un folk ezgileri ve dahası da var elbette. Filmin müzikleri başlı başına ayrı değerlendirme yapılabilecek denli zengin ve Bergman Adası biraz da bunlarla bilinecek sanırım...


Film artık Bergman Adası olarak bilinen Farö'de kaçınılmaz olarak Bergman'ın çalışma ofisi, filmleri, kitapları ve daha pek çok ayrıntıyla iç içe geçmenin ardında kadın başrolün (Vicky Krieps) aklındaki senaryoyu filme dönüştürüvermesini sağlıyor ve bir noktadan sonra o filmi izlemeye başlıyoruz. Üstelik yaratım sürecine odaklanan ve bir son hazırlamaktan kaçınan bir filmi izliyoruz ya da olası sonları tartışan diyelim. Dahası yönetmeni oyuncularıyla bir araya getiren bir tür son sahneyi de barındırıyor, ki bence gayet özgün bir bütünlüğe ulaşıyor... Burada Dünyanın En Kötü İnsanı'ndan sonra bir kez daha Anders Danielsen Lie karşımızda, partneri ise Mia Wasikowska, Krieps'in partneri ise Tim Roth...Ve o sona doğru, Bergman'ın evinde kurmacanın bir kırılma anı yaşanıyor. Joseph olarak filme dahil olan Anders, bizzat kendi adıyla karşımıza çıkıyor... Özetle Bergman Adası'nı 'film içinde film içinde film' olarak tanımlamak herhalde doğru olacaktır. 1-Bergman Adası'nın ta kendisi. 2- Krieps ve Roth'un rol aldıkları, bir nevi esas film. 3- Krieps'in yazdığı-çektiği film (Bir de Roth'un filminden çok kısa bir parça görüyoruz ve o da erkeğin kurguladığı şiddet dolu dünyaya dair bir şey söylüyor, Krieps'in filmi onun filmlerinin antitezi olarak düşünülebilir) 3 Aralık'ta vizyona girecek filmi sinema tutkunlarına kesinlikle öneririm.

Yıldız: * * * * 

İsrailli Nadav Lapid ise bu blogta karmaşık hislerle ifade etmeye çalıştığım bir önceki Altın Ayı'lı Eş Anlamlılar adlı filminden sonra bu kez daha sert, sözünü doğrudan söyleyen bir politik film gerçekleştiriyor. Ülkesine dönen yönetmenin hem değiştirilemez bir gerçek, İbrani oluşu (sonuçta anadilimiz neyse oyuzdur) hem de bu ulus-devlete ait aslında aşağı yukarı bizim gibi görece genç ülkelere çok tanıdık gelen devlet politikalarından doğan öfkesini ele alan bir yapım. Özellikle yönetmenin askerlik deneyimi üzerinden sürpriz sayılabilecek bir sonu da barındıran anlatısı oldukça etkileyici. Bu gibi sahneleri karakterlerini konuşturarak değil, göstererek anlatıyor Lapid, bu da filmin sinemasal gücü açısından önemli bir artı puan. Yönetmenin ülkesinde özgür biçimde film çekebilme koşullarını sert bir dille eleştirdiği, dolayısıyla aynayı kendine çevirdiği bu örnekte Lapid, film estetiği açısından da özellikle Arava çölünü adeta bir tragedya mekanına dönüştürürken, Eş Anlamlılar'ın da belli bölümlerinde olduğu gibi yine ani sıçramalar ve abartılı kompozisyonlar barındıran hatta maniyerist olarak tarif edilebilecek bir üslup benimsiyor ve sanırım bu yanıyla izleyicinin uzun süre dikkatini perdede tutmayı başarmakta biraz zorlanacak ama en azından yönetmenin önceki filmi gibi son yılların Batı'da ödül almış filmlerine bir öykünme yok bu kez ve daha az dağınık. Bu açıdan Ahed'in Dizi (Ha'berech) Eş Anlamlılar'ın bir adım önünde, bence... Ve yine bence ruh akrabasının pandeminin hemen öncesinde izleyicilerle buluşan Filistinli Elia Suleiman'ın Burası Cennet Olmalı adlı filmi olması da kaderin cilvesi değilse nedir? Başka Sinema'nın pek çok salonunda sadece 1 hafta kalmasına müsaade edilen Ahed'in Dizi, bu hafta Beyoğlu Beyoğlu ve Moda Sahnesi'nde gösterimini sürdürüyor...  

Yıldız: * * * * 

5 Kasım 2021 Cuma

Bu Kez Alkışlarımız Joachim Trier'e

Trier'in 'Dünyanın En Kötü İnsanı', günümüzün özgürlükçü bir mahallesinde yetişen insanlarına, kadın-erkek ilişkisi ne menem bir şeydir diye sorduğunuzda, verilebilecek en etkileyici cevaplardan biri. Hemencecik alev alan yüreğimize olduğu kadar sorgulayıcı aklımıza da seslenen çağdaş bir başyapıt. 

Ne Cannes'mış ama ve dolayısıyla ne Filmekimi'ymiş diyoruz bir kez daha... Fısıltı gazetesi öyle bir çalıştı ki, Cannes'da sadece başrol Renate Reinsve'ye bir 'Aktrist Ödülü' kazandırmakla yetinen Dünyanın En Kötü İnsanı (Verdens Verste Menneske) Filmekimi'nin en beğenilen filmlerinden biri oldu. Bu ilgide yönetmeni Oslo, 31 Ağustos filminden bu yana takip edenlerin de payı olabilir elbet ama yine de Dünyanın En Kötü İnsanı ne Hollywood filmiydi ne ana akıma meyleden çok bariz karakteristikleri vardı ne de İngilizceydi ama belli ki çağdaş bireyin kılcal damarlarına ışık tutan bir yanı vardı ve kadın-erkek fark etmeksizin pek çoğumuzu derinden etkiledi... Öyle ki, önce Şubat olarak belirlenen vizyon tarihi 19 Kasım'a çekildi, yetmedi 3 Kasım'a İstanbul ve Ankara gibi kentlerde ön gösterim konuldu, yine yetmedi, bu gösterimlere ek seanslar konuldu ve sanki o korku duvarı yıkıldı, uzun bir süre sonra mesafesiz olarak, tıklım tıklım bir salonda film izledik. Sen çok yaşa e mi sinema !

Filmekimi yazımı yazarken belki dikkatli okurların içten içe sezdiği husus; birçok filmin özgürleşen toplumlarda kadının konumu üzerine dolaylı da olsa söz söyleyen bir bütünlük arz etmesiydi. Dünyanın En Kötü İnsanı'nı da izledikten sonra artık net biçimde bu yılki Cannes Film Festivali'nin adı konmamış tematiğinin 'Özgür Kadın' olduğunu söylemek mümkün. Elbette yıllarca, üstelik Altın Palmiye'yi gayet hak etmelerine karşın Maren Ade ve Celine Sciamma gibi yönetmenlere bu ödülü layık görmeyen, kararlarının maçist olmasıyla tartışılan ve bu yıl uzun tarihinde sadece 2. kez bu ödülü bir kadına layık gören bir festivalin kurduğu jüriden bahsediyoruz. Cannes'da bu sene gerçekten kadınların senesiymiş diyoruz ama hala önemli bir farkla, yine çoğunlukla erkeklerin anlattığı kadınların...

Geçtiğimiz yıllarda Agnés Varda'nın da içinde bulunduğu kadın yönetmenler 'Me too' hareketinin bir parçası olarak Cannes'ın meşhur merdivenlerinde festivaldeki kadın temsilinin hala çok az olduğunu eleştiren bir açıklama yapmışlardı. Bu açıklamanın önümüzdeki yıllarda artçıl etkilerinin olacağı öngörülebilirdi hiç kuşkusuz, bu etkiler kadın temsilini yeterince arttırmadıysa da esaslı kadın öykülerini arttırmış en azından...

Dünyanın En Kötü İnsanı, sol değerlerle liberal değerleri optimum düzeyde bir araya getirdiği söylenen, ekonomik, siyasal ve kültürel pek çok sebeple günümüzün en özgürlükçü toplumlarından biri denilen Norveç'te, merkezine yetişkin bir kadını aldığı bir kadın-erkek ilişkisinin konumunu perdeye taşıyor. Aynı zamanda Norveç evlilik dışı doğum oranlarında %60'lara varan lider ülkelerden, ki bu oran 1996'da bile %48-49'du ve kademe kademe yükseldi. Süreğen artış eğilimi çoğu yerde devam ediyor, özellikle son 25-30 yılda (Türkiye şu an %3'lerde Azerbaycan %16'yı aştı). Dolayısıyla Norveç'te kadınlar üzerinde ataerkil baskının ne kadar düşük olduğunu varın siz tahmin edin ve ek olarak filmin genç yetişkinleri olduğu kadar en azından bizdeki yaşı geçkin seyirciyi aynı ölçüde etkilemeyeceği kanaatindeyim... 

Bu yazıyı yazıp bitirdikten sonra (bu paragrafı artık eklemezsem çatlarım dedim) kim ne demiş diye yaptığım kısa göz gezdirme esnasında Variety'den bir eleştiri bebekliği 80 ve 90'larda geçenler için filmin mihenk taşı bir sanat filmi olmayı hak ettiğinden dem vuruyordu ki, içimden aklın yolu birmiş deyiverdim. 

Artık filme dönecek olursak; 1 prolog, 12 bölüm ve 1 epilogdan oluşuyor ve Julie'nin yaklaşık 4 yılını perdeye taşıyor. Son derece hayatın içinden, su gibi akan bir senaryonun içindeki Julie'yi içtenlikçi bir yaklaşımla yorumlayan Renate Reinsve başta olmak üzere yine Anders Danielsen Lie'nin de çok iyi olduğu bir film bu ve böylesi başarılı oyunculukların gerisinde Trier, beklenmedik bir anda animasyonlardan yararlanan, bir an sadece Julie'yi (ve Eivind'i) hareket halinde bırakırken yaşamı donduran, her bölümde Julie'nin ruhuyla beraber filmin de ruhunu bir miktar değiştiren incelikli bir sinema dili yaratmış. Öncelikle bunun için alkış... Ardından toplumun ya da ana akım sinemanın koyduğu her tür muhafazakar bariyeri  senaryosuna iliştirdiği pek çok detayla sarstığı devrimci içeriği nedeniyle bir alkış daha...

Bir sahnede yönetmenin eski fotoğraflar eşliğinde gösterdiği gibi 
30'larına yaklaşan Julie karakteri, büyük büyük büyük büyük annelerinin ne yazık ki tadamadığı özgürlüğü en doyasıya yaşayabileceği ülkelerden birinde, 21.yüzyıl Norveç'inde yaşıyor. Önce 40'larındaki sevgilisi Aksel ile birlikte yaşıyor ardından ise gönlünü Eivind'e kaptırıyor. Aksel çocukları olmasını isterken Julie buna hazır olmadığını söylüyor ama ne hikmetse bir süre sonra biraz daha irice, kendi yaşına daha yakın Eivind'ten hamile kalıyor, Julie'nin deyişiyle kaza sonucu. Gerçi o çocuğu da isteyip istemediği konusunda kararsız ve son noktada istemiyor aslında. Ve tıpkı Hamaguchi'nin ya da Audiard'ın Filmekimi'nde izlediğimiz filmlerinde olduğu gibi bir kez daha, evet bir kez daha altını çize çize ilişkiyi bir kadın başlatıyor ve kadın bitiriyor, her seferinde hem de (Hani derler ya iyi tamam da bitiren bazen aynı kadın olmayabilir. Doğru, aslında Julie'nin Eivind'i başka bir kadının elinden kaptığı düşünülebilir, az da görsek o da yine çevrecilik ve yogayla kafayı bozmuş bir başka tanıdık tipti). Üstelik bu ayrılığa mantıklı bir gerekçe de bulamıyoruz. Julie de bulamıyor çünkü. Sanatçı ruhlu ve zaten karikatürist olan Aksel, Julie'nin ayrılık kararıyla perişan oluyor elbette. Belki de bu ayrılığın öfkesiyle bir tv programında post-feministleri 'fahişe' olarak yaftalayacak kadar ileri gidiyor. Ama Julie'den aldığı cevap: 
"Bitmesi gerekiyordu ve bitti, seni seviyorum tabii ki ama hem de sevmiyorum galiba ya da hislerimi kelimelere dökmemi istiyorsun her şeyi kelimelere dökmemi istiyorsun. Hıh problem de bu zaten" oluyor. Daha sonra Julie farklı nedenlerle Eivind'le de kavga ediyor. Belki yaşdaşı ama garsonlukla geçinen Eivind de ağzının payını fena alıyor. Garsonluktan daha iyi bir kariyer planı olmadığı için sert biçimde azarlanıyor anlayacağınız. Nasıl diyeyim, Eivind'i canlandıran Herbert Nordrum'un o donakalan yüz ifadesi gerçekten yürek burucuydu...Aksel ise zaten kanser oldu, bilmem bunda Julie'nin terk-i diyarının bir etkisi var mıdır? 40'larının ortasındaki Aksel yine ustalıkla çekilmiş bir sahnede Julie için hayatımın aşkı dese de hayatını tek bir kadının varlığına şartlaması ne kadar doğruydu? Yine de filmdeki hiçbir karaktere kızmak mümkün değil. Dünyanın En Kötü İnsanı Julie'ye dahi. Zaten Aksel de hasta yatağında son kez Julie'nin çok iyi bir insan olduğunu ifade ederek noktayı koydu kanımca.

Filmin belli bölümlerindeki diyalogları Ingmar Bergman'ın filmleriyle kıyaslanacak düzeyde güçlü, düşündürücü ve bunun için de büyük bir alkış ve çok açık ki pek çoğumuzun öyle veya böyle bazı deneyimleriyle de örtüşüyor. Trier, günümüz dünyasında benzer örneklerine daha sık rastlanan bir 'özgür kadın' portresi çiziyor. Cinselliği arzuladığı kişilerle istediği düzeyde yaşayan ve ona biçilen (belki doğanın) annelik gömleğini giymek zorunda hissetmeyen bir portre bu. Elbette Trier'in kadın zincirlerinden kurtulduğunda illa ki Julie gibi bir şey olacaktır demek istediğini sanmıyorum, belki böyle olmayabilir de, ama şu açık: Evet pek çok 'özgür kadın' da Julie'den farksız, kararsız ve değişken hayatları yaşıyor dünyanın dört bir yanında...Sosyal medyada Julie için aynı ben diyen kadınların çokluğu da bir tür kanıttır... Filmde çok değinilmese de kimileri Julie'nin problemli bir babayla olan ilişkisinin o beylik ifadeyle ananelerimiz gibi uzun vadeli sağlam ilişkiler kurmaktan alıkoyduğunu belki düşünecektir. Peki diyelim ki öyle, o halde Norveç gibi bir ülkede en fazla 30 yıl önce o problemli babayı tercih eden de sonuçta yine bir kadın değil midir? Julie'nin anne ve babasının beşik kertmesi olduklarını düşünenimiz yoktur sanıyorum... Sonuçta Trier, epilog bölümünde Julie için bir son hazırlamış ama şu anı bizimle kanlı canlı yaşayan Julie'nin 10 yıl sonra 20 yıl sonra nasıl bir hayatı olacağını da merak ediyoruz. Yalan yok !  

Herhalde her daim çağına ayna tutan Cannes, Dünyanın En Kötü İnsanı örneğinde de olduğu gibi kadın-erkek ilişkilerinin tüm açmazları ve hayatın giderek dijitalleşmesiyle girdiğimiz geri dönülmez bu yolculukta, her ne kadar erkeklerin perspektifinden olsa bile kadın cinsiyeti üzerine daha çok düşünmemizi istiyor... Bu konuda Hamaguchi'nin Drive My Car'ı için çok üstünkörü birkaç cümle yazmıştım. Daha uzun okumalar yapmak isteyenler özellikle Payel Yayınevi'nde zamanında basılan ama hala içlerinde birinci basımı bile tükenmemiş ya da sadece birkaç basım yapabilmiş pek çok kitabı karıştırabilirler. Ataerkil toplumun, tarım toplumuna geçildikten sonra dolasıyla uygarlık tarihiyle koşut ortaya çıktığı ve daha öncesinde sanıldığı kadar yaygın olmadığını hatta insan doğasının (hayvan türlerinde olduğu gibi) anaerkil (anayerli de denir) olduğunu söylesem bana ne dersiniz? Peki tarım toplumu dedik dolayısıyla mülkiyet ortaya çıkana kadar ailenin çokça sadece anne ve çocuktan meydana geldiğini, babanın ailenin bir ferdi olmadığını söylesem ya da muhafazakar partilerin kadın fazla özgürleşirse toplumun direği aile çöker söylemlerinin tüm anlattıklarımızla bağlantılı olduğunu. O halde bugün hepi topu 6-8 bin yıllık geçmişi olan ataerkil toplum ve onun dikte ettiği monogaminin dalga dalga darbeler aldığı toplumun kadınlarını daha iyi anlamak için belki de mülkiyet öncesinin kadın-erkek ilişkisine göz atmakta fayda vardır. Kim bilir... 

Yıldız: * * * * *