28 Aralık 2021 Salı

Muhteşem Bir Sinema Yılının En İyileri

İlk 6 ayı sinemaların kapalı olduğu şu acayip 2021 işte... Ama son yarısı, ne yarısı, hatta çeyreği, öyle güzel sürprizler hazırladı, sinema sanatına sevgimizi öyle perçinledi ki, biraz şaşırmadım desem yalan olur. Ama düşündüm elbet. Sinema, pandemiden bu kadar güçlü nasıl çıktı diye. Kuşkusuz 2020 yılında Cannes Film Festivali'nin yapılamamış olması ve özellikle filmlerini o dönemlerde tamamlayan yönetmenlerin kurguda daha çok zaman geçirmiş olması ilk akla gelen etkenler... Şu son aylarda izlediğimiz filmler son 2 yılın en iyilerinin toplamı bir anlamda ve bu kadar iyi filmi 1-2-3... diye sıralamak da kolay olmadı benim için... O yüzden sıralamayı 3 grup şeklinde yaptım. Önce başyapıt olarak gördüğüm 3 film, sonra ise yine sırasız, çok iyi bulduğum 7'li grup ve aslında listenin bu filmlerle tamamlanması gerekirdi ama içim el vermedi, bu listeye giremeyen ama başka bir yılın listesine rahatlıkla girebilecek yine iyi filmlerden oluşan son 5'li grubu da paylaşıyorum... Filmler içerisinde şaşırtıcı biçimde En İyi Film Oscar'ı için adı geçen Drive My Car ilk 3'lü grupta, En İyi Film Oscar'ı olmasa bile En İyi Uluslararası Film'i kazanması ve en azından 'En İyi Uyarlama Senaryo' adayı olmasına kesin gözüyle bakılıyor. Kazanır kazanmaz onu çok bilemem ama eğer Oscar'da büyük bir başarı yakalayacaksa insan sormadan edemiyor, o zaman bizim Kış Uykusu'nun ne eksiği vardı diye (Kadınsız Erkekler kitabındaki Kino ve özellikle Şehrazat öykülerinden de küçük yamalar var tıpkı 2 Çehov öyküsünün bileşkesi olan Kış Uykusu-Karamazov Kardeşler örneği gibi). Acaba filme Batı'nın ilgisinde kendi kültürüne yabancılaşmak ve eserlerinde Batı'ya atıfta bulunmakla (Kafka, Orwell, Faulkner, Hemingway hatta Çehov gibi) eleştirilen Murakami'nin bir uyarlaması olmasının payı olabilir mi? Öyle ki filmin özgün adı dahi Drive My Car. Doraibu Mai Kâ nerede? Niyeyse Arabamı Sür de diyemiyoruz çünkü film zaten Murakami'nin adı Drive My Car olan öyküsünden uyarlama. Ayrıca Drive My Car'ın Oscar'daki yakın rakibi de Dünyanın En Kötü İnsanı olarak görülüyor. Ama Cannes'daki büyücek ödülüne rağmen 6 Numaralı Kompartıman ne hikmetse unutuldu gitti. Bana kalırsa, yaygın deyişle yılın en 'underrated' filmi oldu 6 Numaralı Kompartıman. Yazık ki ne yazık ! 

Artık ne ise; bu yıl da sadece sinema salonunda izlediğim filmlerden bir araya getirdiğim ve hakkında yazdığım yazılardan gözüme kestirdiğim parçaları kırpıp eklediğim 15 filmlik listeme geçelim. 

İlk 3'lü Grup

6 Numaralı Kompartıman / Juho Kuosmanen
...küçük bir sinema dersi... Sevginin, dostluğun ve ânı yaşamanın önemini hatırlatan, aynı zamanda kağıttan kuleden farksız önyargılarımıza temas eden bir insanlık dersi de... ...Laura'nın finaldeki hınzır gülüşünde dilsel göstereni çarpıttığı ama sonunda onun da mutlu ayrıldığı gerçeği de var kuşkusuz. Aslolan iletişim kurduğumuz farklı semboller, harfler ve onların pekiştirdiği farklılıklar değildir. Elbette farklılıklar da bir başka gerçeğimizdir, güzelliktir, zenginliktir ama işte o farklılıklara rağmen ortak duyguda ortak anlamda buluşabilmektir aslolan. Filmin içine gizlenmiş zekice bir mesajdır bu. Teşekkürler Kuosmanen... 

Drive My Car / Ryusuke Hamaguchi
...bazı kösnül sahneleri, insan ruhunun dehlizlerinde gezinmesi ve bilinçli olarak tasarlanmış edebi yoğunluğunun gerisinde son derece sağlam bir dramaturjik çalışma. Nuri Bilge Ceylan'ın Bir Zamanlar Anadolu'da, Kış Uykusu ve Ahlat Ağacı gibi filmleriyle ama özellikle de Kış Uykusu'nun tasarlanma biçimiyle bazı paralellikler kurulabilecek tereddütsüz bir başyapıt... 

Dünyanın En Kötü İnsanı / Joachim Trier
...günümüzün özgürlükçü bir mahallesinde yetişen insanlarına, kadın-erkek ilişkisi ne menem bir şeydir diye sorduğunuzda, verilebilecek en etkileyici cevaplardan biri... ...Yine de filmdeki hiçbir karaktere kızmak mümkün değil. Dünyanın En Kötü İnsanı Julie'ye dahi. 




İkinci, Bu Sefer 7'li Bir Grup

Bergman Adası / Mia Hansen-Love
...içimizi ısıtan yumuşak sinema dili gerisinde, Bergman sevgisini, bir kadının yaratıcılığını keşfetme çabasıyla bütünleştiren oldukça hoş bir film. Bergman'ın birçok filmine ev sahipliği yapmış Farö Adası'nda...  ...hem bilmeyenler için Bergman'a dair bir müze-ada olan mekanı da tanıtmış oluyor.
Tina Charles'ın I Love to Love'ı (Aşka aşığım, -gençliğimin sloganıdır-), ABBA'nın The Winner Takes It All'u ve Robin Williamson'un folk ezgileri ve dahası da var elbette. Filmin müzikleri başlı başına ayrı değerlendirme yapılabilecek denli zengin.

France / Bruno Dumont
...France,... ....şüphesiz ki eleştirel, insancıl, duyarlı, dokunaklı... ... 
En başta sıkı bir medya eleştirisi olarak değerli ve bunu yaparken bu mesleğin yıldızı birinin iç dünyasına davet ediyor izleyicisini, Léa Seydoux'nun kendisine aşık edecek denli derin bakan o buğulu gözlerine... 

Küçük Anne / Céline Sciamma
...Alev Almış Bir Genç Kadının Portresi ile son yılların en etkileyici filmlerinden birine imza atan Céline Sciamma, daha mütevazi ama belki de annenin kaybına ilişkin sinema tarihinin en şiirsel filmlerinden birine imza atıyor.

Takdim / Hong Sangsoo
Sangsoo; insan ilişkileri, özelde de kadın-erkek ilişkilerine bakışındaki ince ustalığı bir adım daha ileri götürüyor ve ben şuraya varıyorum: Sangsoo sinemasından öğrenecekleri olan genç sinemacılar kadar dikkatlerini vermeleri durumunda son yıllarda daha da görünür olan psikolojiye meraklı ilişki koçlarının da öğrenecekleri bir şeyler var. 
Yönetmenin kariyerinin en iyi filmlerinden biri.              

Paris 13. Bölge / Jacques Audiard
Ve sonuçta Audiard, sinemasını yenilemeyi seven bir yönetmen olarak da takdir edilmeyi hak ediyor. Farklı tür denemelerini İngilizce bir Western ile taçlandıran yönetmen bu kez ise önceki filmlerinde her daim tekrarlanan erkekliğin türlü hallerini burada önemli ölçüde esnetiyor ve sanırım ilk kez... Paris 13. Bölge, Audiard'ın bugüne kadar gerçekleştirdiği en farklı tondaki filmlerinden biri.

Üç Aile / Nanni Moretti
Hayatın siyah ve beyazlardan değil grinin çok farklı tonlarından meydana geldiğini gösterirken, aslında hepimizin içine düşebileceği durumlara ilişkin gözümüzü kırpmadan izlediğimiz dört dörtlük senaryonun gerisinde herhalde şu sonuca varıyor: Ne olursa olsun insandan ümidi kesmeyelim. Yaşamın olduğu yerde ümit hep var olmalıdır...

Lingui, Kutsal Bağlar / Mahamat-Saleh Haroun
...alkışladığımız, tereddütsüz biçimde tüm yüreğimizle kucakladığımız bir kadın mücadelesi ve aynı zamanda dayanışması öyküsü. Üstelik bir erkek elinden çıkmış olmasına karşın bir kadın duyarlığından tatlar damıtan... Senaryosu kısık ateşte pişse de, bir noktadan sonra o kısık ateşin üzerindekilerin de fokur fokur kaynayacağını hatırlatan Saleh Haroun'un filmi 



Bir 5'li Grup Daha

Kaçık Porno / Radu Jude
Evet üç bölümden meydana gelen film bu üç bölümden önce bir porno olarak başlıyor... ...ahlaki... ...çelişkiler bütünü üzerine özgün bir deneme gerçekleştiriyor. Kendine has, yer yer uçarı ve oldukça eleştirel ve de hazmı zor, bir kez daha izlenmeyi hak eden bir üslupla. Takdir edilesi...

Kahraman / Asghar Farhadi
Karmaşık ilişkileri usulca taksim eden, öyküyü yeni detaylarla zenginleştiren, ritmi düşürmek ne  kelime! son derece ölçülü olarak arttıran Farhadi meşhur bir senaryo cambazı.

Çarkıfelek / Ryusuke Hamaguchi
...diyalog ağırlıklı... ...üç öykünün her birinde volümü bir miktar daha arttırıyor... ...sevgi, dostluk, benzerlik, mazi, hatırlamak gibi kavramlar üzerinden insana dair pek çok olumlu (en azından son kertede) duyguyu izleyicisine geçirmeyi başaran... Film de en etkileyici noktada bitiyor.
 
Ahed'in Dizi / Nadav Lapid
Yönetmenin ülkesinde özgür biçimde film çekebilme koşullarını sert bir dille eleştirdiği, dolayısıyla aynayı kendine çevirdiği bu örnekte...  ...film estetiği açısından da özellikle Arava çölünü adeta bir tragedya mekanına dönüştürürken... ...yönetmenin önceki filmi gibi son yılların Batı'da ödül almış filmlerine bir öykünme yok bu kez.
Her Şey Yolunda / François Ozon
Aile bağları ve sonuçta ötanazi üzerine olgun bir sinema dilinin gerisinde son derece insani, dokunaklı ve anlamlı olmayı başaran, yönetmenin kalitesine yakışacak filmlerden biri. Ölçülü finaline de ayrı bir parantez...  



Ve Bonus: Benim Cannes 2021 Ödüllerim

En iyiler listesinin büyük çoğunluğunu Cannes filmlerinin (listede 11 Cannes 4 de Berlin filmi var) oluşturduğu bir yılda filmleri sıralamakta zorlanırken ödül dağıtmak da neyin nesi demeyin bana. Yıllar önce, yine oldukça doyurucu 2016 Cannes'ından sonra Altın Palmiye adayı hemen her filmi izledikten sonra blogta benim ödüllerim nasıl olurdu diye bir cümle kurmuş ama böyle bir liste yayımlamamıştım. Bu yılın şerefine yapayım dedim. Biliyorum filmleri sıralamanın zor olduğu bir yılda ödülleri dağıtmanın da zor olacağını ama farz edin bana verildi bu görev, o zaman ne yapardım diye düşününce, ince eleyip sık dokuyunca herhalde aşağıdaki gibi bir liste ortaya çıkardı. Evet şu ana kadar 24 Yarışma (Altın Palmiye Adayı) filminden 19 tanesini izlemiş biri olarak buna hak görüyorum. Henüz izleme şansımızın olmadığı diğer 5 filmden Fransızların deyişiyle 'palmarés'in içine dahil olan olur muydu bilemiyorum tabii ama yarışmadaki 19 filmi izlemiş olmak da ödül dağıtmak için yeter de artar kanımca...

Altın Palmiye: 6 Numaralı Kompartıman

Büyük Ödül: Drive My Car ve Dünyanın En Kötü İnsanı arasında paylaştırdım.

En İyi Yönetmen: Bergman Adası (Mia Hansen Love)

En İyi Senaryo: Üç Aile (Nanni Moretti, Federica Pontremoli, Valia Santella)

Jüri Ödülü: Lingui, Kutsal Bağlar

En İyi Kadın Oyuncu: France (Léa Seydoux)

En İyi Erkek Oyuncu: Kahraman (Amir Jadidi)

16 Aralık 2021 Perşembe

Weerasethakul'dan Ses Üzerine Tuhaf Bir Film

Barındırdığı metafizik özellikler nedeniyle ülkemizde Semih Kaplanoğlu'nun Tayland şubesi olarak da görenlerin olacağı (ya da Andrey Tarkovski mi desek) Apichatpong Weerasethakul'un ülkesi dışında çektiği Memoria, evet tuhaf, yer yer zor ama tasarlanışıyla meditatif özellikler de gösteren bir film. Belki Büyülü Gerçekçilik ya da Sürrealizm'den izler barındıran, dahası bu kez Kolombiya'da İspanyolca ve İngilizce bir film çeken yönetmeni kimileri Zen Budizmi'nin sinemadaki yansıması olarak görüyor ve yerel özünü korumasıyla övüyor... Filmde bu Zen inancıyla ilişkilendirilebilecek pek çok sahne var. Dolayısıyla gerçek ve hayal sonra tekrar gerçek ve hayal iç içe geçiyor ve silikleşiyor ve de herhalde bir noktada akılla değil kalp gözüyle bakmanın ve kendini akışa bırakmanın gerekliliği ortaya çıkıyor. Zen Budizmi doğanın sadece bizim gördüğümüz doğa olmadığı onun ötesinde bir anlamının olduğu, bu anlamın herkesin içinde olup meditasyonla ortaya çıkarılabileceğini savunan bir öğreti. Film de Tilda Swinton'un başarıyla yorumladığı Jessica'nın tuhaf bir ses duyması ve bu sesin peşinden gidişini konu alıyor. Bu sesi 'pop' diye 'pat' diye tarif etmek kolay gibi gözükse de Jessica için bu o kadar basit değil. Jessica ile beraber defalarca duyduğumuz o sesi, gerçekten kelimelere dökmek kolay değil. Jessica da önce film efektleriyle ilgilenen genç Hernan'a gidip uzun uzun bu sesin neye benzediğini anlamlandırmaya çalışıyor ve bence filmin en yoğun anlarından biri bu sahne, bir kavram olarak ses üzerine düşünmemizi tetikleyen. Daha sonraysa Jessica, Hernan'ı aradığında öyle birinin aslında olmadığını öğreniyor. Ne garip. Filmin sıkı bir gerilime evrilebileceğini düşündüğümüz bir nirengi noktası burası. Elbette Weerasethakul, tür sinemasına son derece uzak, yaratıcı sinemasının bir temsilcisi ve filmi bambaşka bir düzlemde sürdürüyor. Önce Jessica, psikozun eşiğinde olduğu düşüncesiyle doktora görünüyor, daha sonraysa yine Hernan adında bu kez daha yaşlıca biriyle karşılaşıyor ve film burada sanki bir boyut daha atlıyor, bir uzay aracını perdeye taşıma cüreti gösterecek kadar... Artık deneysel sinema içerisinde de pekala görülebilecek bu örnek kuşkusuz ki hem özenli kadrajları ama daha da fazla sesi büyük bir incelikle işlemesiyle öne çıkıyor. Bu işitsel yolculuk, bellek ve zaman gibi kavramlara dokunsa da yine de kanımca bunlar üzerine bir şeyler söylediğini söylemek güç, söylediyse de yok denecek kadar ufarak ya da son derece muğlak. Belki zaman üzerine değil ama sesin hayatımızda (ve sinemadaki) yeri üzerine ileride akla gelebilecek sayılı eserler arasında olabilir Memoria... Jessica'nın aslında sağlıklı olduğunu, Jessica'yla beraber o sesi biz izleyicilerin de duyduğunu bilmek, sonuçta yönetmenin Jessica'yla beraber izleyicileri de aynı meditatif yolculukla tanıştırma isteğinin sonucu olsa gerek.

Yıldız: * * *

11 Aralık 2021 Cumartesi

Haista Vittu, Fince Seni Seviyorum Demektir! Aksini İddia Etsek Ne Yazar

Juho Kuosmanen, henüz ikinci filmiyle adını ustalar arasına yazdırıyor. Ne büyük olay! 6 Numaralı Kompartıman (Hytti Nro 6) küçük bir sinema dersi... Sevginin, dostluğun ve ânı yaşamanın önemini hatırlatan, aynı zamanda kağıttan kuleden farksız önyargılarımıza temas eden bir insanlık dersi de... Tarihe geçen 2021 Cannes'ında Altın Palmiye'ye bile uzanabilirmiş. O denli.

2016'da ilk uzun metrajı Olli Malki'nin En Mutlu Günü'yle yetenekli bir sinemacı olduğunu muştulayan Juho Kuosmanen'in Cannes'da Grand Prix kazanan ikinci filmi 6 Numaralı Kompartıman da bu yıl izlediğim Hamaguchi'nin Drive My Car'ı, Moretti'nin Tre Piani'si ya da Campion'un The Power of the Dog'u gibi bir edebiyat uyarlaması... Yılın en dikkat çekici uyarlaması olarak gördüğüm Drive My Car'la kıyasladığımızda ise ilk elde sanırım şöyle bir çıkarımda bulunabiliriz: Drive My Car, evet muhteşem bir uyarlama, ama göstermekten çok anlatmayı yeğleyen bir film, diyaloglar üzerinden kendini kuran, sinemada edebiyata mümkün olduğu kadar yaklaşmaya çalışan bir film, Nuri Bilge Ceylan'ın Ahlat Ağacı gibi... Rosa Liksom'um aynı adlı eserinden uyarlanan 6 Numaralı Kompartıman ise göstermek ve anlatmak arasındaki dengeyi kuran, sinema duygusu daha yoğun bir film. Drive My Car, daha çok edebiyat, hatta tiyatro. 6 Numaralı Kompartıman ise daha çok sinema diye özetlersek yanlış olmaz. Ama sonuçta ikisinin de kullandığı araç sinema... 

6 Numaralı Kompartıman'ı izledikten sonra yaşattığı duygu yoğunluğu bana John Berger'ın Sight & Sound dergisinde 1991 yılında yayımlanan 'Ev'ry Time We Say Goodbye' adlı yazısını hatırlattı. Bu yazıyı ilk olarak 2010 yılında Sözcükler Dergisi'nde okumuştum (sonra başka çevirenler de oldu). Yazar sinemayı resim, tiyatro ve bittabi romanla karşılaştırırken, resim bizi evin içine çeker, oysa sinema dışarı götürür demişti. Sinema bizi yolculuklara çıkarır, bir istasyona gelir ve bizi orada bırakır. Kader birliği ettiğimiz karakterlerle er ya da geç yolumuz o istasyonda (film bittiğinde) ayrılır, o yoluna devam eder, biz de. Buradan hareketle Berger, geniş bir zaman dilimini ele alan bir romana da kıyasla sinemanın hayattaki tesadüflere daha yakın olduğunu söylüyordu. Filmdeki karakterleri bir Prens Mışkin ya da Julien Sorel kadar tanımayabiliriz, en nihayetinde onlarla yaşamayız, sadece karşılaşır ve ayrılırız. Resim ya da fotoğrafta olduğu gibi sinema bizi geçmişe götürmek zorunda olan bir sanat da değildir. Resim ve fotoğraf ham maddesi gereği kaçınılmaz biçimde geçmişe konumlanır. Sinemaysa hiçbir sanatın ulaşamadığı ölçüde şimdiyi yaşatma gücüne sahiptir. Yönetmen kamerasıyla o cangılın içine girer ve çıkar, o kadar... 6 Numaralı Kompartıman tam da böyle bir film. 

Ne güzel tesadüftür, birbirine etnik, sınıfsal ve belki cinsel
tercihler açısından dahi (kadın karakter bir kadına aşık) farklı bir maden işçisi ile arkeoloğun Moskova'dan Finlandiya sınırına yakın Murnansk'a yaptıkları tren yolculuğuna tanık olduk. Film farklılıkların içindeki o gönül birliğini yakalayan, yok aslında birbirimizden o kadar farkımız diyen oldukça özgün bir aşk filmi olarak da yorumlanabilir...
 İki karakterin de geçmişlerine dair bilgimiz yok, elbette geleceklerine dair yorum yapmaktan başka şansımız da yok. Cinsellik yaşamadılar, bundan sonra bir araya gelecekler mi, bilmiyoruz. Ama birbirlerini sevdiklerini biliyoruz. Ne güzel ki her ikisi de bu bilgiye sahip olarak bizden ayrılıyorlar. Büyük çoğunluğu, 6 numaralı kompartımanda vuku bulan bu karşılaşma, öylesine incelikli bir karakter çalışması, başarılı bir oyuncu yönetimi-oyunculuk ve handiyse Rumen Yeni Dalgası gerçekçiliğinde bir sinema dili ile usul usul örülen bir senaryoyla perdeye geliyor ki, hayran olmamak elde değil. Laura (Seidi Haarla) sevgilisi (Irina) gelmediğinden petroglifleri görmek için yalnız başına çıkıyor bu yolculuğa. Aynı kompartımanda kader birliği ettiği ise Ljoha (Yuriy Borisov). Bu yolculuk tanımadıklarımıza ilişkin önyargılarımızın nasıl yavaş yavaş kırılabildiğini göstermesi açısından değerli, ikisi için de. Bizlerin de filmin başındaki yargılarımızla sonundaki yargılarımız kuşkusuz farklılaşıyor...

6 Numaralı Kompartıman bir arkeoloji öğrencisi özelinde geçmişe takılıp kalmakla da yüzleşiyor. Laura; bugünü daha iyi anlamak için geçmişle yüzleşme kanaatinde ve bir de el kamerası var geçmişi kayda alan... Ama o kamera da Laura'nın ilk izleniminin olumlu olduğunu düşündüğümüz biri tarafından çalınmasın mı? Aslında o noktadan sonra Laura'da geçmişe değil şimdiye odaklanma düşüncesi sanki daha bir yeşeriyor. Görmek istediği petrogliflere ulaştığında da hayatta ulaşılacak bir sonun olmadığını herhalde daha iyi anlıyor olsa gerek. Belki de öncelikle arzunun değil, sevginin, dostluğun daha önemli olduğu, bunların bizi insanlaştırdığı öne çıkıyor ve yaşadığı anın öyle veya böyle tadını çıkarmak kalıyor geriye. Evet, evrenin basit sırrı budur belki de, herkes için olmasa da... Filmin son yarım saati ve finalinin filmi net biçimde başyapıt mertebesine yükselttiğini özellikle belirtmeliyim. Ve evet 6 Numaralı Kompartıman o biçim-içerik uyumunu özenle yaratan nadide filmlerden biri. Berger de o meşhur yazısında sinema trenleri ne de çok sevmiştir diyordu ya. İçinden tren geçen, hatta trenin içinde geçen filmler, üstelik 6 Numaralı Kompartıman gibi ustaca bir bütünlük sunduğunda gözümüzde biraz daha büyüyor kanımca. Trenler, sinemanın doğasına çok başka yakışıyor. Laura'nın dinlediği Desireless'ın o meşhur şarkısı gibi, 'Voyage Voyage' (Yolculuk Yolculuk) ya da Berger'ın aynı sonuca ulaşan sinemaya ilişkin yazısındaki gibi 'Her Zaman Hoşçakal Diyoruz'...

Filmin başlarında ve sonunda 2 kez karşımıza çıkan bir ifade var. Ljoha, Laura'yla tanıştığında Fince 'Seni Seviyorum' ne demek diyor. Laura da 'Haista Vittu' olarak karşılık veriyor, araştırınca (film bu konuda bir bilgi vermiyor) aslında bunun oldukça tanıdık bir argo ifade olduğunu öğreniyoruz. Acaba Laura'nın öncelikle aradığı gerçekten sevgi miydi sorusunun yanında en azından dil ve anlam üzerine önemli bir detay bu. Sadece filmin gösteren-gösterilenlerine maruz kalan çoğunluk, ki ben de ilk etapta onun içindeydim, hala da olabilirdim, Haista Vittu'yu tıpkı Ljoha gibi 'Seni Seviyorum' olarak bilecek ve sanırım bundan gayet memnun olacak. Laura'nın finaldeki hınzır gülüşünde dilsel göstereni çarpıttığı ama sonunda onun da mutlu ayrıldığı gerçeği de var kuşkusuz. Aslolan iletişim kurduğumuz farklı semboller, harfler ve onların pekiştirdiği farklılıklar değildir. Elbette farklılıklar da bir başka gerçeğimizdir, güzelliktir, zenginliktir ama işte o farklılıklara rağmen ortak duyguda ortak anlamda buluşabilmektir aslolan. Filmin içine gizlenmiş zekice bir mesajdır bu. Teşekkürler Kuosmanen... 

Yıldız: * * * * *

1 Aralık 2021 Çarşamba

Mahamat-Saleh Haroun, Afrika Sineması'nın Yüz Akı

10 yılı geçkin süredir herhalde Afrika Sineması'nın Cannes'daki en görünür ismi Saleh Haroun. Hatta 2002'deki Abouna adlı filmine kadar giden bir Cannes geçmişi var. Son filmi Kutsal Bağlar (Lingui) ise aslında Joachim Trier'in Dünyanın En Kötü İnsanı'nın bir tür antitezi. Yanlış anlaşılmasın, Cannes 2021'in adeta 'Kadın Çalışmaları' alanında bir laboratuvara dönüştüğü bu ortamda yine merkezine 'özgür kadın' temasını alıyor ama bu kez Norveç gibi bir ülkede özgürlüğünü neredeyse son raddede yaşayan bir kadın yok. Tam tersine, kürtajın hem devlet ve dinsel aygıtlar hem de toplumsal teamüllerle yasaklandığı, eşinden önce hamile kalmış bir kadının terkedildiği, dahası cinsellikten daha az zevk alması için kadınların sünnet edildiği ve bu kadar denetime paralel tecavüze uğramaktan kurtulamayan Çad'taki kadınlar bunlar. Ataerkin kademe kademe altının oyulduğu, dolayısıyla monogaminin de sarsıldığı o gelişkin Batı toplumlarının aksine ataerkin en güçlü olduğu toplumlardan biri Çad. Kadının adı yok ifadesini tam anlamıyla kullanmayı hak eden bu coğrafyada Norveç'teki gibi kadın özgürleşince ne oldu sorusu sormak oldukça uzak olduğu için, o filmde de değinilen Norveç'in yüzlerce yıl öncesinden, hatta daha da ötesinden bir manzara sunuyor Kutsal Bağlar... Kuşkusuz ki çağdaş demokrasi anlayışına göre ezilen bir kimlik (cinsel, etnik veya mezhepsel vb.) öncelikle özgürlüğünü kazanana kadar desteklenmelidir. Özgürlüğünü kazandıktan sonrası ise elbette biraz tartışmalı (Bkz. Dünyanın En Kötü İnsanı). Bu açıdan Kutsal Bağlar, alkışladığımız, tereddütsüz biçimde tüm yüreğimizle kucakladığımız bir kadın mücadelesi ve aynı zamanda dayanışması öyküsü. Üstelik bir erkek elinden çıkmış olmasına karşın bir kadın duyarlığından tatlar damıtan... Senaryosu kısık ateşte pişse de, bir noktadan sonra o kısık ateşin üzerindekilerin de fokur fokur kaynayacağını hatırlatan Saleh Haroun'un filmi yine de Cannes'dan ödülsüz ayrılmasının acısını çekiyor. Mesela Spike Lee başkanlığındaki jüri, kendilerinden umulan politik tavrı bu filmden yana koysa ve en azından bir 'Grand Prix' vermiş olsaydı, bizler, filmi Suç ve Ceza Festivali yerine Filmekimi'nde izliyor ve herhalde daha çok konuşuyor olurduk.

Not: Filmin özgün adı Lingui, esperanto dilinde diller anlamına geliyor (google translate'in yalancısıyım), pek çok dilde de benzer ifadeler var zaten (linguistic misal). Filmde bazı noktalarda (burası önemli) Fransızca konuşulmasına karşın halkın genel olarak Arapça konuşması filmin dikkat gerektiren başka bir düzlemi. 

Yıldız: * * * *