17 Mart 2012 Cumartesi

'Kıyametler' sinemanın da kıyameti mi?

Son zamanlarda izlediğim filmleri gördükçe zaman zaman Jean Baudrillard'ın öngörüsüne katılasım gelmiyor değil, batının günümüze dair anlatacak bir şeyi olmadığı, sinemanın 3.dünya ülkelerinde yaşamaya devam edeceği yönünde bir öngörüydü bu. Modernizm sürecinin, gelişmiş ülkelerde ulaşılması zor bir refaha ulaştığı ve sanata, haliyle de sinemaya -yaşadığımız an itibariyle- ihtiyaç kalmayacağını söylüyordu. Çünkü sanat 'gününün tanığıydı' ve ortada ya tanık olunması gereken bir gün kalmaz ise o zaman ne olurdu? Diğer bir kulvarda Marksist okumalarsa komünizm geldiğinde sanatın öleceğini ve sanatın sınıflı topluma özgü olduğunu savunuyordu. Ancak en azından şimdilik böyle bir yakın gelecek tasavvur etmek zor olduğu için onu bir kenara bırakıyoruz. Tabii ki Kıta Avrupası 21.yy'da önemli başyapıtlar çıkardı. Bir çırpıda saymaya çalışırsak: Beyaz Bant, Saklı, 4 Ay 3 Hafta 2 Gün, Bir Kahin ... yalnız dikkat edilirse Beyaz Bant ve Saklı'nın bütün içerik-biçim ululuğunun yanında, günümüzü ilgilendirmekle birlikte ''geçmişle hesaplaşmaya çalışan'' filmler olduğu dikkat çeker, keza 4 Ay 3 Hafta 2 Gün'de yakın geçmişle -komünizmin son demlerindeki Romanya- hesaplaşmaya çalışıyordu,tabii bunlar çağımızda bu sanata duyduğumuz saygının/ilginin karşılığını sonuna kadar veren bazı örnekler, her şeye rağmen. Son dönemde ise geçmiş meselesi iyice çığrından çıktı ve nostaljik de denebilecek motiflere sahip 2 film çıkageldi, ilki ve bence en değerlisi Artist ve hemen yanı başında Paris'te Gece Yarısı. Sinema geçmişle hasaplaşmak bir yana dursun orada kalmak, hiç büyümemek istiyor gibiydi. Öbür taraftan sözde içinde bulunduğumuz zamanı ilgilendiren ama bilinmeyen bir gelecek hakkında fantaziden öte gidemeyen Hollywood'ta sıkça karşılaştığımız 'Apokalips' yani kıyamet filmleri festivallere de uğruyordu.
Aslında bugünkü yazımın konusu da bu aslında, şu günlerde sinemalarda gösterilen, ortalığı kasıp kavuran Take Shelter (Sığınak) aman efendim bağımsız bir başyapıt diyenler mi ararsınız, içindeki antikapitalist metne övgüler düzenler mi. Filmekiminde görme şansı yakaladığımız Melankoli'de böyle bir film değil miydi, ne bu allahınız aşkına, kıyametiniz batsın. Bu seferde mavi yakalı bir karakterin ruh sağlığındaki bozulmayı izliyoruz, fırtınalar görüyor, kimsenin duymadığı gök gürültüleri mi dersiniz, çamurlu yağmurlar mı, olmayan insanlar mı, Hitchcock'un Kuşlar'ını andıran kuş sürüsü mü... Bütün bunların ortak özelliği çoğunlukla rüyalarında çıkması ardından bütün yaşamını alt üst etmesi, daha ötesi bir fırtınanın geleceğine inanıp sığınak inşa etmesi oraya harcadığı para yüzünden işinden de olması. Bir de filmin finalindeki açık uca vurgu yapılıp iyice göklere çıkarılmasın mı, herhalde ancak bir Amerikalı'nın yapabileceği kadar sığ açık uçlardan biri olarak tarihe geçeceğini belirtmek zorundayım. Film boyunca adamın halüsinasyonları olarak gördüğümüz yaklaşan tornadoyu karısı ve çocuğunun da görmesi, kadının ellerine de çamurlu damlaların düşmesi hepi topu. Aaa acaba adam hasta değil küresel ısınma belasının bilincinde olan çağının ötesinde biri de, en sonunda haklı mı çıkıyor. Bu arada zararlı gazlarla ilgili küçük bir bölümü tv'de izlediğini de söylemeyi unutmayalım. Sözün özü Melankoli'nin muhteşem görsel şovuna yaklaşması zor olsa da idare ediyor, içerik olarak da daha tutarlı bir bütün sunuyor Sığınak, yalnız son derece derinliksiz, hatta klişe denebilecek mecazlarla işçilerin darboğazına özellikle çevreci nosyonları da ekliyor edası taşımaya çalışan yapmacık bir film olmuş kanımca, üstüne üstlük şizofreniyle kapitalizm arasında direkt kurulmaya çalışılan bağ da başka bir tartışma konusu. Acaba içi dolu,inandırıcı bir fütüristik film izleyemeyeceğiz mi diye soruyoruz. Fritz Lang'ın Metropolis'ini göremeyecekmiyiz bir daha. Çevreci filmden konu açılmışken Altın Koza prömiyerinde izlediğim Muzaffer Özdemir'in Yurt'u bir noktadan sonra tv kanallarına ceza olarak verilen belgeselleri andırsa bile Sığınak'tan az daha sempatik gözüküyor bana. Yıldız:*
Yazımın başında dile getirdiğim hem Cannes'dan hem de Akademi'den taltif gören ender filmlerden olan Artist'e dönecek olursak iki önemli düşünürü karşı karşıya getirdiğini söylemek mümkün. Jean Baudrillard yıllar önce 'Simülakrlar ve Simülasyon' adlı kitabında Apocalips Now filminden örnek verirken gerçekten daha gerçek olduğunu, insanlara savaşı hiç yaşanmamışçasına mükemmel bir şekilde, eleştirel bakıştan arınmış, simüle edilmiş halini sunduğunu söylerken Hollywood'a güzel bir eleştiri getiriyordu aslında, yine aynı kitabın bir bölümünde birgün sessiz bir film yapılacağı ve bu filmin 1930'lara kadar yapılagelen sessiz filmlerden bile daha üstün bir sessiz film olacağını söylemişti (gerçekten daha gerçek filmler gibi) bugünü görerek. Evet onun gözünde Artist'e sinemanın bittiğinin beklenen doruğu olarak bakmakta bir sakınca yok. Yalnız bana en azından bu konuda daha yakın gelen isim olan Rudolf Arnheim ise 'Sanat Olarak Sinema' adlı kitabında sinemanın salt mekanik üretimin kopyası olduğu için sanat olması yönünde bir handikapı barındırdığını bunu aşabileceğini en azından şu an (sinemanın ilk dönemleri) bunu aştığını söylüyordu. Çünkü sinema gerçeği kopyalamanın ötesinde mükemmel gerçeğe ulaşma konusunda bir takım eksikliklere sahipti.
Örneğin sinema sesten mahrumdu, ama insan hayatı sesli algılıyordu. Sinema renkten mahrumdu ama insan renkli görüyordu. Sinema 2 boyut üzerine inşa ediliyordu, ama insan 3 boyutlu yaşıyordu. Sinemada derinlik duygusu azalıyor mutlak imaj problemi ortaya çıkıyordu, hayatta böyle bir problem yoktu. Sinema perdenin boyutları ölçüsünde bir çerçeveye sahipti ama insan hayatı bir çerçeveden görmüyordu, sinema kurguya bağlı olarak uzam ve zamandan yoksunlaşabiliyordu, hayatta böyle bir şey de mümkün değildi. Sinema dokunma, koku alma, tat alma gibi diğer duyulardan da mahrumdu ama insan bunlara sahipti. Sonuçta her ne kadar gerçeğin deneyimini yaşatmaya çalışsa da bir çok eksikliğe sahipti sinema. İşte sinemayı sanat yapan da bu eksiklikleriydi ve bu eksikleri önemle koruması gerekiyordu. Ancak tıpkı Baudrillard gibi Arnheim'da ileriyi, bugünleri çok iyi görebildi. Sinema ses, renk derken 3.boyuta ulaştı sinema salonlarında 3 boyutlu filmler giderek daha çok yer işgal etmeye başladı, bırakın bağımsız yapımları 2 boyutlu ticari filmlerin bile alanı daralıyor, bir süredir 7d diye salonlar var orada dokunma ve koku alma duyuları bile temin ediliyor. Arnheim'ın sinemanın sanattan uzaklaşma tehlikesindan bahsettiği son noktaya gelmiş bulunmaktayız, böyle bir dönemde Artist filmine bir de bu gözle bakın, ister istemez ne kadar da değerli bir noktaya gelmiyor mu bu film, tekrar başa dönse de en aykırı zamanda yaptı bunu. Sinemanın nereye gittiği ortadayken bir Fransız gişe yönetmeni eski ancak bugün bağlamında yepyeni bir şey yaptı. (Hatta sesli kabus sahnesinin biçim-içerik ayrımında soru işaretleri doğurması da entelektüel bir kapı açıyor ister istemez çünkü o günün koşullarında böyle bir sahneyi başarmak yenilikçi hatta devrimci bir adım, biçimsel bir müdahale çünkü ses yok o ana kadar, üstelik kafasının içinde duyuyor. Bugünün sinemasındaysa olağan ancak bu film bağlamında biçimsel bir müdahale diyebilirmiyiz yoksa hem filmin içindeki kişi hem biz duyduğumuz için içerik kapsamında mı değerlendirilmeli?) Evet ben Baudrillard'ı birçok konuda çok değerli, okumamız, üzerine düşünmemiz gereken büyük bir yıldız olarak görsem de sanırım bu konuda biraz ayrışıyoruz (Bu arada Scorcese'nin Hugo'su da geçmişe yönelen bir diğer film ama tam da ticari kafayla olması gerektiği gibi 3 boyutlu pazarlandığı için bu yazının konusu dışında kaldı.) Bugün Sığınak ve mecburen Artist ile aslında onlarında ardında başka şeylere de değinerek sinemanın gidişatına dair de konuşma fırsatı yakalamış oldum. Bakalım, sadece iki ay sonra Cannes var, sinema Baudrillard'ın kozunu güçlendirmeyi sürdürecek mi yoksa bambaşka şeyler mi söyleyecek izleyip göreceğiz. Ama benim öngörüm sinemanın ölmesine daha çok çok uzun yıllar olduğudur, tıpkı geçen asır da edebiyat ölüyor mu dendiği ama sapasağlam ayakta olduğu gibi. Tıpkı sinemanın hızla evrildiği ticari/teknolojik gelişmelere karşın Artist'i çıkarması ve sesli/sessiz, renkli/siyah-beyaz, 3boyut/2boyut n'olursa olsun sinemanın baki kaldığını duyumsattığı gibi.