11 Kasım 2023 Cumartesi

Son Derece Etkileyici Bir Fransız Psikolojik Gerilimi

Ve sonunda Cannes turnayı gözünden vurmuş, hem tam bir kadın filmine hem bir Fransız filmine, hem de önemli ölçüde tür sinemasının kodlarını kullanan olgun bir filme Altın Palmiye'yi vererek. Bir Düşüşün Anatomisi, ticari/tür sineması ve sanat sinemasının mükemmel bir sentezi.

27 Mayıs'ta ödüller açıklanmadan önceki sabah ödül için adı geçen 5 filmden biriydi Anatomie D'Une Chute ve o filmler arasında Kuru Otlar Üstüne de vardı ama pek çoklarınca Sandra Hüller'in kadın oyuncu ödülünün favorisi olarak görüldüğü festivalde jüri, filme ilişkin kanaatini daha büyük olandan, en büyük olandan, Altın Palmiye'den yana kullanınca, kadın oyuncu ödülü Kuru Otlar Üstüne'nin özellikle bir sekansta devleşen yan rolü Merve Dizdar'a gitti. Ama Bir Düşüşün Anatomisi de Cannes'daki pek çok kişiyi fevkalade sevindirmiş olsa gerek. Bunu yukarıdaki hem...hem...hem bağlacıyla belirttiğim üç maddeyi açarak anlatayım. Birinci olarak Cannes, öyle veya böyle son kertede bir Fransız etkinliği ve Fransız kültürel elitlerinin göz bebeği, bu ödülü bir Fransız'ın almasını neden istemesinler ki? Ki bu, Fransa güçlü bir sinema ülkesi olmasına karşın pek çok zaman mümkün olamıyor. Fransa'da düzenlenen Avrupa Kupası ya da Dünya Kupası'nı Fransa alabiliyor mu? Ya da yıllardır Şampiyonlar Ligi'nde boy gösteren Paris Saint Germain'in kaç tane Avrupa Kupası var? (1 tane, oysa bizim Galatasaray'ın bile 2 tane). Altın Palmiye tarihinde durum o denli vahim olmasa da 1988'den 2023'e kadar sadece 3 tane safkan Fransız filminin 2 tane de Avrupa ortak yapımı Fransız filminin bu ödülü kazanmış olduğu gerçeği var. İkinci olarak tarihte sadece 2 kez kadın yönetmene bahşedilmiş bu ödül radikal demokrat damarın karşılık bulduğu La Croisette'te daha büyük anlamlar taşısa gerek. 2018'de Me Too hareketinin temsilcilerinin Cannes'ın meşhur merdivenlerinde verdiği görüntüden sonraki 4 etkinlikte bir kadına giden 2. Palmiye bu. 2021'de Julia Ducournau'ya giden ödül bence talihsizlikti ve sinema kamuoyunda geniş bir uzlaşı sağlaması mümkün değildi ama Justine Triet'ye giden ödül bu uzlaşıyı rahatlıkla sağlayabilir. Üçüncü olarak da benim yıllar önce Alin Taşçıyan'dan ödünç aldığım, sevdiğim bir ifade var. Cannes ödül vereceği filmin mümkünse müzelik değil seyirlik olmasını ister. Onun da yöntemleri aşağı yukarı bellidir. Bir Düşüşün Anatomisi öyle bir film işte. Aslında üçüncü ve son madde Atilla Dorsay'ın aktardığı bir Fransız yazarın cümlesinde de gizli, yazar film için Fransız sinemasının pek yanaşmadığı mahkeme filmi türünde diyor, yetkin örneklerini Hollywood'un gerçekleştirdiği tür sineması örneği olarak özetleyebiliriz sanırım bu cümleyi.

Film henüz açılış sahnesinden itibaren ilginç bir film olacağının izleriyle dolu. Başrol romancı Sandra bir gazeteci okuruyla kısa görüşme yapmaktadır, o arada merdivenden bir top düşer, harika köpek Snoop (gözetleyen) hamle eder (gerçek adı da Messiymiş bu arada ve kredilerin ilk sırasına konması ne hoştu). Evde misafirleri kaçırmak için müziğin sesini son ses açmak gibi huylara sahip birileri vardır. Nitekim müzik biz izleyicileri de rahatsız edecek düzeyde bir süre çalar, misafir gitmektedir. Daniel ve Snoop karların içinde kısa bir yürüyüşe çıkarlar müzik beynimizi zonklatacak şekilde tekrarlı biçimde çalmaya devam eder, döndüklerinde Daniel'in babası Samuel'in cansız bedeni evin girişindedir. Bu bir kaza mıdır yoksa cinayet mi ya da intihar olabilir mi? Bu gizemli olay filmin merkezine yerleştiriliyor. Ortamda o sırada Sandra dışında kimse yok, işin ilginç yanı olayın bir biçimde tanıdığı olabilecek Daniel de 4 yaşındayken kaza sonucu kör kalmış bir çocuk ama işitme yeteneği üst seviyede. Filmin ikinci yarısı çok büyük oranda mahkeme salonunda geçen bu örnek, senaryonun katman katman açıldığı, bazı yeni unsurlarla ivme kazandığı izleyicinin sanığa bakışını da yer yer değiştirebilecek paraboller çizdiği mükemmel bir psikolojik gerilim olarak tanımlanabilir. Film sinema dilini tazeleyen bazı yönetmenlik tercihleri, bazı işlevsel animasyon kullanımı, yine bazı sahnelerde kamera, ses kayıtlarını kullanışıyla etki gücünü büyütüyor. Film bu yılki Cannes'ın adı konmamış temasının kurmacalığın kendisi hakkında olduğunu tescilliyor adeta... İzleyici olmak, bir izleyici olarak tanık olmak, filmdeki talihsiz çocuk tanık Daniel'in kör olduğu için göremeyip, duydukları ve hatıralarından yola çıkması, biz izleyicilerin de filmin sonlarına kadar, o ölüm anını görmediğimiz sadece bir takım işitsel öğelere maruz kaldığımız için Daniel ile benzer bir konumda olmamız filmi doğrudan sinemanın olanakları ve doğası üzerine de düşünmeye itiyor. Zaten sanığın bir roman yazarı olması yazdıkları ve hayatı arasında aranan paralellikler bir noktadan sonra mahkemeyi de kurmaca üzerine tartışmaların içine çekiyor. Bu nokta oldukça önemli aslında bugün bazı sinema yazarları bile örneğin kurmacanın içindeki kurmacaya, gerçekten kurmacaya geçiş ifadesini kullanabiliyor, ne yazık ki! Kurmaca kurmacadır, kurmacanın içinde başka bir kurmacaya üstkurmaca denir. Hatta Terry Eagleton'ın güzel bir ifadesi vardır, romancı yazdıklarım gerçektir dese, daha ileri gidip altına imzasını atsa bile, yazdığının bir roman (yani kurmaca düzlemi, sinema olarak da düşünülebilir) olması hepsini geçersiz kılar...
Tüm anlattıklarımızla birlikte Bir Düşüşün Anatomisi aynı zamanda bir hukuk filmi, demokrasisi oturmuş ülkelerde hukukun nasıl işlediği, işlemesi gerektiğinin de önemli bir örneği oluyor. Kuşkusuz Fransızlar cinsellik, intihar ve hatta ötenazi gibi kavramlara özel önem atfediyorlar. Burada da cinsellik ve intihar önemli bir yer ediniyor. Sandra'nın eşini aldatması, eşinin bilgisi olması, Sandra'nın aynı zamanda biseksüel olması vs. Öyle ki filmde mahkemenin bir ses kaydını dinlediği, bu arada biz izleyicilerin o anlara gözümüzle de tanıklık ettiğimiz Sandra-Samuel tartışma sekansı benzerini Bergman filmlerinde görebildiğimiz çapta Bir Evlilikten Manzaralar örneği ve Triet, Bergman'dan farklı olarak bir sürpriz ekliyor ve ilginç bir işe imza atıyor. Tartışmayı dakikalarca izlettikten sonra görüntüyü kesip kavganın finalinde bizi de sadece işiten ve sadece işittikleriyle yorum yapabilecek filmdeki diğer insanlar ile aynı konuma getiriyor. O sahne aynı zamanda bir Alman olan Sandra ve bir Fransız olan Samuel arasındaki dil tartışmasıyla da ilginç. Samuel, Fransa'da yaşadıklarını ama neden Sandra ile İngilizce konuşmak zorunda olduklarını soruyor. Bu soruya Sandra ben Almanım sen Fransız, orta noktada buluştuk şeklinde cevap veriyor. Bu diyalog bir anlamda filmin tür sineması ve sanat sineması arasında bir sentez olduğunun dilde ifası değil de nedir?

27 Mayıs'taki ödül gecesinde Merve Dizdar'ın eleştirisinden daha fazlasını üstelik doğrudan adres göstererek -Fransız hükümeti- yüksek perdeden dile getiren ve bizdekinin aksine daha olgunlukla karşılanan Justine Triet'nin bundan sonra yapacağı filmler daha bir merakla beklenecektir. Bir önceki filmi Sibyl için 2019'da yazdığıma baksanıza!

...Keza Justin Triet'nin Sibyl'ını ele alalım. Bugün ile geçmiş arasında oldukça sert bir kurgu anlayışıyla mekik dokuyan film, orta yaşlı psikolog bir kadının aşk acıları, bazı hastalarıyla diyalogları ve içinde bulunduğu bir film setindeki komikliklerden bir kolaj oluşturmuş, baş karakterin zihnini takip etmesi açısından bir yönüyle biçem denemesi olarak görülse de yine de sözü olan bir film demek zor...

                                                    Bir Düşüşün Anatomisi'nin finalindeki müzik. 


 

Yıldız: * * * * *

3 Kasım 2023 Cuma

Sinematek'te Filibus Gecesi

1914 yılında İzmir'de dünyaya gelen Henri Langlois'nın 1936 yılında Fransa'da öncü olduğu bir kültür sinematekler. Türkiye'de 1965 yılında Onat Kutlar sinematekin öncüsü oluyor. 1980 darbesinde kapanıyor. Şimdi Kadıköy'de yaşıyor. 

Sinematek Sinemaevi; Filmekimi ve İstanbul Film Festivali gibi etkinliklere ev sahipliği yapmanın yanı sıra yıl boyu belli temalar, yönetmenler, ülkeler retrospektifi gerçekleştiriyor, hem de her filmin farklı haftalarda en az 3 gösterimi oluyor ve program yaklaşık 3 aya yayılıyor, az şey değil. O bitiyor ardından başka bir 3 aylık program başlıyor, neredeyse yazın ortasına kadar sürüyor. Valla benden şapka ! Bu etkinlikler içerisinde bir de Sessiz Perşembe oluyor, sessiz dönemin saklı kalmış mücevherleri bulunuyor, sinema perdesinde tıpkı o dönemin izleme pratiği gibi canlı müzik eşliğinde karşımıza geliyor...2 Kasım akşamı saksafonda Tamer Temel ve piyanoda Selen Gülün'ün olduğu Mario Rancoroni'nin yönetmenliğini yaptığı Giovanni Bertinetti'nin senaryosunu yazdığı 
1915 yapımı bir İtalyan filmi olan Filibus'un gösterimi için perdenin dışındaki ve içindeki tüm sanatçılara da benden ayrı bir şapka ! 

Peki o zaman bu Filibus kim? Filibus, kılıktan kılığa giren gizemli bir hırsız. Valeria Creti'nin canlandırdığı (tanıyan var mıdır?) Filibus, diğer tarafta Giovanni Spano'nun canlandırdığı dedektif ve başka birkaç oyuncu daha var. Hikaye bu gizemli hırsız Filibus'un kim olduğu sorusu etrafında dönüyor. Tabii Filibus ve biz izleyiciler biliyoruz da, dedektif işi bu ya, bu gizemli hırsızı bulmak için türlü yollara başvuruyor. Amma yavuz hırsız ev sahibini öyle bir bastırıyor ki sormayın gitsin! Dedektif suçluyu ararken ha bire suçlu olarak kendisiyle karşılaşıyor. Sonunda yarım bir zaferle (o da tartışılır) Filibus'tan kurtuluyor ve Filibus yeni maceralara yelken açıyor. Filmin mizansen tasarımı; mimik ve jest kullanımı, objeleri, ışığı kullanma şekli o günkü teknik şartları da göze alırsak mükemmel, 76 dakika için hem yarattığı ritim, hem gelişim aşamaları açısından ustalıklı bir senaryoya sahip. 5 bölümden oluşan film bir an bile dikkati dağıtmıyor, özellikle 2.bölümden itibaren. Ayrıca kamera-fotoğraf kaydının gücüne dikkati çeken ilginç bir sahneye de sahip... Sessiz dönem film izleme pratiğini yerinde görme şansı sunan örneğin dikkat çekici noktalarından biri de hem arayazılar hem da kullandığı bazı gazete küpürlerinin İngilizce olması, gazetenin adı İtalyanca ama altında yazanlar İngilizce. Burda henüz sinemada dil problemi ortaya çıkmadan önce çok kısa yazıları ortak dil (o dönemde dahi artık İngilizce) ile çözüme kavuşturduklarını düşündüm ama filmin orijinalinde bu yazılar Flemenkçeymiş, bizim izlediğimiz kopyasında İngilizce. Ayrıca bir noktada sinemayla entelektüel olarak ilgilenenler için sinemaya yapıldığı rivayet edilen iki ihanetin üzerine düşünme fırsatı veriyor böyle filmler.

Birincisi Batı'da Rudolf Arnheim başta olmak üzere çeşitli kuramcıların (bizde Nijat Özön örnek verilebilir) bir savı vardır, önce sinemaya sesin girişi akabinde diyalogların artışı sinemanın gücüne ket vurur, sinema öncelikle görsel-hareketli bir medyumdur, bu yanını özenle koruması yaratıcılığı tetikleyecektir. Gerçekten teknik yetersizliklerin yüksek olduğu bir dönemde Filibus örneği, sinemanın yoksunluklar içindeki olanaklarının büyüklüğünü gösteriyor. Sinemaya rivayet edilen diğer ihanet ise Hollywood'un sinemada bir gelenek yaratmanın öncüsü olurken klasik-kurucu anlatıyı yıllarca ana akım anlatı olarak kabul ettirmiş olması -ki sonra ona savaş açanlar modern anlatı geleneğini yarattı. Kimilerine göre sinema varoluşu gereği zaten moderndi, klasiğe neden dönüldü. Ve Filibus örneğinde de görüldüğü gibi modern anlatının izleri o yıllarda dahi var. Filibus bir hırsız kim filmi olmasına karşın, daha filmin başında hırsızın kim olduğunu gösteriyor, film boyunca bu merak unsuru yerine Filibus ve dedektif arasındaki kedi-fare oyununa Filibus'un kurnazlıklarına ve ayrıntıları nasıl incelikle ele aldığına odaklanıyoruz ve dikkat, bunu yapan bir kadın, yıl 1915.

Yıldız: * * * * *