25 Eylül 2011 Pazar

Sonuçlar ve Değerlendirme

Bir film festivali daha geldi, geçti. Geriye kalanlar oldukça fazla, en dikkat çekici hususlardan biri halkın yoğun ilgisi oldu, özellikle yarışma filmlerine az sayıda ayrılan biletler (her film için konuklara ortalama 100 bilet ayrıldı) kapışıldı. Bir çok insan filmlere giremedi, adeta çıldırdı. Hepsini üzülerek, biraz da Adanalı'nın festivali belki de ilk kez bu denli sahiplendiğini görerek sevinçle karşıladık. Dahası bazı filmlerde konuklara ayrılan 100 kişilik yerin bile yetmediğini, bir filmde Radikal Gazetesi yazarı Şenay Aydemir'in de içinde bulunduğu bir çok kişinin filmi ayakta izlediğini görüyor, başka bir filmde de Çoğunluk'un yönetmeni Seren Yüce'nin ve Bornova Bornova'nın yönetmeni İnan Temelkuran'ın merdivenlere oturup filmleri izlemek zorunda oluşu dikkat çekiyordu. Allahtan salona girmek de geç kalmadığımız için başımıza öyle bir şey gelmedi, gelseydi de sinema sevdasıyla zor pozisyonlarda da izleyecektik mecburen. Festival zayıf başladıysa da ilerleyen günlerde hatırısayılır filmlerle heyecanımızı arttırdı ama yine de yarışmalı bölümde izleyebildiğimiz 12 filmin ortalamasını aldığımızda vasatın pek de üzerine çıkacak cinste değildi. Ülke sinema endüstrisinin ne durumda olduğunun bir yansıması olarak okunabilir bu festival. İşin dikkat çekici yanı Nuri Bilge Ceylan'ın 'başyapıt'ını da aynı süreçte izlediğimiz için NBC'nin sinemamızın ne kadar üzerinde bir yönetmen olduğunu çok net bir şekilde görmüş olduk. Gerçekten bu ülkeden böyle bir yönetmen nasıl çıktı diye sorduk kendimize, örneğin Fransa'da ya da İtalya'da benzer çapta çok fazla yönetmen sayabilirken, Türkiye'de aşmış, gitmiş, ancak Tarkovski'ler Antonioni'lerle kıyaslanabilecek olağanüstü bir adam var bir de diğerleri, makas çok açık diyebiliriz, şayet NBC yarışmalı bölüme başvursa ki; hakkı vardı herhalde ülke sinema tarihinde görülmemiş şekilde bir ödül çuvalıyla dönerdi, biz onu da düşündük, öyle bir durumda tahminimiz 9-10 ödül alabileceği, ama herhalde NBC'yi de tebrik etmemiz lazım, yarışmaya girmedi, diğer filmlerin önünü kapatmadı. Ümidimiz gelecek yıllarda başka Nuri Bilge Ceylan'lar çıksın. En azından bu festival emin adımlarla yürümeye devam ederse ilerki yıllarda bahsettiğimiz çizgiyi zorlayabilecek bir yönetmeni muştuladı: Özcan Alper. Her ne kadar biçimsel açıdan Özcan Alper'in Gelecek Uzun Sürer'i dışında -belki bir oranda da Onur Ünlü'nün Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi katılabilir- kayda değer film olmasa da, içerik olarak Derviş Zaim'in ödül töreninde de belirttiği gibi kayda değer filmler çoktu. Geçmişle yüzleşmeye çalışan, barışı, demokrasiyi ve insanca yaşamı vurgulamaya çalışan politik sinemanın çok farklı örneklerini izledik, evet Türkiye'de bütün olumsuzluklara rağmen bir şeyler değişiyor ve bu çaba sinemaya da yoğun bir şekilde yansıyordu, buna sevindik. Gelelim adet üzerine ödüllerin değerlendirmesine, kanımca ne yürekten alkışlayabileceğimiz ne de kötüleyebileceğimiz iki başlı bir liste var önümüzde.
Gelecek Uzun Sürer'in aldığı En İyi Müzik, Görüntü Yönetmeni ve Yılmaz Güney ödülleri zaten beklediğimiz doğru kararlardı, buna ek olarak Siyad'ın da oyunu Gelecek Uzun Sürer'den yana kullanması anlamlıydı. Bizim için az da olsa üzücü olan rekor seviyede (En iyi Film 350 bin lira ikinci en yüksek meblağa sahip Yılmaz Güney Ödülü ve En İyi Yönetmen Ödülü 75 bin lira) paranın sahibi olan filmin Gelecek Uzun Sürer olmaması, açıkçası Celal Tan filmini de beğenmiş yukarılarda kendine iyi yerler bulabileceğini düşünmüştük, ama yine de festival filmi tamlamasına en çok yakışan film olan Gelecek Uzun Sürer'in nicelikte en fazla ödülü alıp da 1.liğe ulaşamaması düşündürücü. En azından 1.lik 2 film arasında paylaştırılabilirdi, bizce daha doğru olan buydu ama belli ki jüri Onur Ünlü'nün değişik çalışan beyninden bayağı etkilenmiş, gönül ister ki bu film Dünya Festivalleri'nde de bir yerlere gelebilsin fakat çok da kolay gözükmüyor. Bizim için büyük sürprizler ise Eylül ile Aşk ve Devrim'in ödül listesinin bir çok yerine konması oldu. Eylül, Aşk ve Devrim'e oranla daha tutarlı, eli yüzü düzgün bir çalışma olsa da aldığı yönetmenlik ödülünü pek de haketmiyordu, hele Gelecek Uzun Sürer hatta Celal Tan gibi bu işi daha ustalıklı yapan filmler varken. Jüri burada farklı bir insiyatif kullanmış ve bu alanda en iyi filmleri değil de onlardan boş kalan yere bir ilk filmin ve yönetmenin önünü açmak istemiş, bu anlamda iyi niyetli bir karar denebilir. Ancak biz olsak ilk filme ödül verme hakkımızı Eylül'e değil de her şeyin görünüşe indirgendiği duygusuz dünyayı resmetmeye çalışan Vücut'a verirdik. Jüriyi asıl eleştireceğimiz yerse Aşk ve Devrim'e etten püften gibi görülse de bir çok ödülün verilmesiydi. Filmin yönetmenliği aksıyor, derdini anlatamıyordu. Umut Veren Genç Oyuncular'ının bile tartışılabileceği listede 2 ödül daha aldı. Sanat Yönetmenliği ona gelince bu alanda çok daha yetkin bir çalışma olan Türk Pasaportu unutulmuş oldu. Belli ki bu jüriyi kesmedi bir de Jüri Özel Ödülü verdiler. Şayet böyle bir ödüllendirme tablosunda Jüri Özel Ödülü'nün Vücut'a ya da hiç ödül alamamış Türk Pasaportu veya Yurt'a gelmesi daha anlamlı olurdu ama olmadı, jürinin neden Aşk ve Devrim'i bu kadar sevdiğini merak etmemek mümkün değil. Yine ölüm orucu direnişçilerinin trajedisini anlatan Simurg'a jüriden hiç bir ödül gelmemesi de üzerinde düşünülmesi gereken bir noktaydı, allahtan İzleyici Ödülü belki sürpriz bir şekilde ona gitti de rahat bir nefes aldık. Son olarak oyuncu ödüllerinin de bize göre haklı yerlere gittiğini belirtelim. Yine de sinemayı iyi bilen, son derece önemli isimlerden oluşan jüriden dört başı mamur bir liste beklemek hakkımızdı, beklentinin fazla yüksek olması da her zaman iyi olmayabiliyor. En azından daha önceki yıllarda Antalya'da Üç Maymun'un harcanması felaketini hatırlayınca kendimize geliyor ve bir süre filmsiz geçecek soluklanma dönemine giriyoruz, Adana 2011 defterini burada noktalıyoruz. Bu yazılarla birilerini az da olsa mutlu edebilmişsek ne mutlu bize diyoruz, sevgiyle kalın...

24 Eylül 2011 Cumartesi

Koza'da Politik Rüzgarlar

Gelecek Uzun Sürer'le yönünü farklı yerlere çeviren festival programı, yine o istikamet de ilk başta Yurt'la arkasından da radikal bir belgesel olan Simurg'la politik sinemanın birbirine zıt denebilecek iki örneğini bizlerle buluşturdu. Türkiye'nin ilk Altın Palmiyeli oyuncusu, Nuri Bilge Ceylan'ın arkadaşı Muzaffer Özdemir'in yazıp yönettiği ve oynadığı Yurt'u izlerken hiç beklemediğimiz bir pırlanta bulduğumuzu sandık, daha sonra ise biraz yanıldığımızı anladık. Film yine de dingin estetiği, çevre sorunlarına duyarlıkla birleştiren hoş bir sürpriz olarak görülebilir.
''HES'' açılımı Hidroelektrik Santralleri, suyun enerjisinden yararlanarak elektrik üreten yapılardır. Bunun için bir çok hayvanın doğal yaşam alanına müdahale edilir, onlar ölür, bölgenin ekolojik dengesi bozulur. Tabii ülkenin başında olanlar için önemli olan şeyler bunlar değildir, başka şeylerdir. Filmin odağında bu var; depresif bir mimarın doktor tavsiyesiyle çocukluğunun geçtiği yerlere yaptığı seyahati anlatan film, biçimiyle Nuri Bilge Ceylan'ın Mayıs Sıkıntısı'nı andırıyor, hele doğanın katline dair vurgular da gelmeye başlayınca heyecanımızı bir hayli arttıyor olsa da, film başlarda yakaladığı ritmi sürdüremiyor, sanki çabuk yoruluyor, bir yerden sonra sıkıcı oluveriyor. Ancak doğanın dingin güzelliği, bu sefer taşranın sıkışmışlığına değil de doğanın kendisine dönünce, yönetmenin farklı bir şeyler yapmak istediğini anlıyor ve seviniyoruz. Vasat ve vasat altı filmlerin olduğu seçkide bir ödül gelmeli diyoruz. Jürinin de böyle düşüneceğini tahmin ediyoruz, bir 'En İyi Görüntü Yönetmeni' ödülü neden olmasın.
Yarışmalı bölümün ikinci ve son belgeseliyse 1996 yılında ölüm oruçlarında sağlıklarını geri dönülemez bir şekilde kaybedip Werniche Korsakof hastalığına yakalanan bir grup arkadaşın 2000'deki ölüm oruçlarında bir araya gelmesini anlatan Simurg; sadece bunu anlatmakla kalmıyor onların bu gününü de kayda alıyor, 2000 yılında ''Hayata Dönüş Operasyonu'nda o zamanlar açığa çıkmamış bir çok görüntünün eklendiği film, festivalin tartışmasız en sert filmiydi, içimizi dağladı.Filmle ilgili en çok üzüldüğüm sahnelerden biri, Bülent Ecevit'in elinde hiçbir silah olmayan, devlete karşı tepkisini kendi vücudunu ölüme yatırarak gösteren insanlara; artık teröristler devletle başa çıkamayacağını anladı şeklindeki ifadesi. İnsan hayatı herşeyden değerlidir, eğer bir insan başka kimseye zarar vermeyip kendini ateşe atıyorsa orada durup düşünmek gerekir. Bu film onu yapmaya, bunun da ötesinde o zaman yaşananları dibine kadar göstermeye kalkıyor. Eli ayağı tutmayan, konuşma güçlüğü çeken bu insanlardan hala terörist olarak bahsedilmesi üzücü, üstüne üstlük bu insanları gösterimin yapıldığı salonda önümüzdeki koltukta bizzat görmemiz de, gerçeğin yıkıcılığını katbekat arttırdı. Filmle ilgili eleştirilerimiz ise özellikle 2000 yılında çekilen parçaların biraz amatörce olması ve yer yer slogan atmaya kalkışması. Tahminimiz yönetmen Ruhi Karadağ'ın Yılmaz Güney Ödülü'ne elini uzattığıdır.
İlginç bir şekilde hemencecik favoriler arasına giren bir film de Onur Ünlü'nün Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi idi, adıyla bile insanda tuhaf hisler uyandıran bu film bir anayasa profesörünün genç yaştaki eşini öldürmesi sonrasında ailesi ve çevresinin ve tabii ki kendisinin komik hikayesiydi. İlk gün Memleket Meselesi için söylediğimiz absürde kaçmaya çalışıyor ama kaçamıyor ifadesinin ters karşılığı gibi bu film. Absürdün içinde yüzüyor, geçmiş Türk filmleriyle dalgasını da bir güzel geçiyor, izleyende saçma sapan, garip, uçuk gibi hissiyatlar yaratsa da bütün saçmalığın arkasında bir toplumsal eleştiri okumak da mümkün. Şahsen kendi adıma daha ciddi filmleri yeğlesem de Onur Ünlü'nün büyük titizlikle ördüğü öyküsünü beğenmedim diyemem. Bu akşam açıklanacak ödül listesindeki 'En İyi Senaryo' dalının en güçlü favorisi. 'En İyi Yönetmen' ve 'En İyi Kurgu'dan biri de gelirse pek yadırganmaz sanıyoruz.
Dün galası yapılan bir başka film ise Eylül. Hasta eşi Aslı ve onunla hastanede aynı odayı paylaşan güzel Elena arasındaki sıkışan bir adamın hikayesi gibi özetlenebilir. Fakat film gerektiğinden fazla ağır akıyor, epey daha devam etmesi gerekirken sona eriyor. Şayet bu kadar ağır akan bir anlatıyla, senaryonun ince işlenmesi gereken böyle bir öykü 84 dakikaya sıkıştırılmaya kalkışılırsa, tatmin olmayız. Yazık olmuş deriz. Salondan da çok fazla olumsuz tepkiler alan filmin yönetmenine, söyleşi sırasında bir konuğun sizi tebrik ediyorum gerçek bir başyapıt demesi de ilginç bir anekdot olarak hafızamıza kazındı. Bugün izlediğimiz ilk film olan Aşk ve Devrim'den bahsetmek bile istemiyorum, amatör bir öğrenci filminden pek de farkı olmayan bu çalışmada, yönetmenin ne anlatmak istediği belli bile değil, belki de bir şey anlatmak istemiyordur. Senaryo olarak da görsel açıdan da vasatın altında olan filme geniş ödül yelpazesinden hiçbir ödülün gelme ihtimali yok. Böylece yarışma filmleri de bitmiş oldu.
BİZİM ÖDÜLLERİMİZ: EN İYİ FİLM: GELECEK UZUN SÜRER, JÜRİ ÖZEL ÖDÜLÜ: VÜCUT, EN İYİ YÖNETMEN: GELECEK UZUN SÜRER, EN İYİ SENARYO: CELAL TAN VE AİLESİNİN AŞIRI ACIKLI HİKAYESİ, EN İYİ GÖRÜNTÜ YÖNETMENİ:YURT, EN İYİ KURGU: CELAL TAN VE AİLESİNİN AŞIRI ACIKLI HİKAYESİ, EN İYİ SANAT YÖNETMENLİĞİ:TÜRK PASAPORTU, EN İYİ KADIN OYUNCU: VÜCUT, EN İYİ ERKEK OYUNCU:GELECEK UZUN SÜRER, EN İYİ MÜZİK: GELECEK UZUN SÜRER, YILMAZ GÜNEY ÖDÜLÜ: SİMURG
Bakalım jüri bizim gibi düşünecek mi?

22 Eylül 2011 Perşembe

Özcan Alper Koza'ya yakın

İlk filmi Sonbahar ile Altın Koza'ya damga vuran, gönülleri fetheden Özcan Alper yeni filmi Gelecek Uzun Sürer'le yine kalbimize nişan almayı başardı. Film Ana Seçkide şu ana kadar izlediğimiz filmler arasında teknik kapasitesi ve 'solduyusu' ile bir anda öne çıktı. Haliyle de Altın Koza'nın favorisi oldu.
'' Savaş bir gün biterse kendimize şunu sormalıyız, peki ya ölüleri ne yapacağız, neden öldüler?'' Gelecek Uzun Sürer Cesar Pavese'nin bu çarpıcı sözleriyle açılıyor. Hakkari doğumlu erkek arkadaşının daha iyi bir Dünya'da buluşmak dileğiyle terkettiği, daha açık ifadeyle gerillaya katıldığı için bir süredir ondan haber alamayan Sumru'nun Güneydoğu'ya doğru yaptığı yolculuğu anlatan filmde bizler Sumru'yu Türkiye'nin her yerini gezip tezi için ağıt araştırmaları yapan bir müzikolog olarak tanıyoruz. Tabii yaptığı araştırma ağıtlarla ilgili olunca bu toprakların üzerinde yaşanmış acılar da bir bir açığa çıkıyor, gerçek belgelerle desteklenen, görsel/işitsel açıdan elit kategoriye ulaşan film haliyle En İyi Film Altın Kozası'na göz kırpıyor. Onu alamadığı takdirde; En İyi Yönetmen, En İyi Görüntü Yönetmeni, Yılmaz Güney Ödülü ve En İyi Müzik ödüllerinden bir veya birkaçını alabilir, bu gücü var. Şunu da belirtmemiz gerekir ki filmden bazı arkadaşlar rahatsız olmuş, fazla angaje ve manipülatif bulmuş o da ayrı. Jüride de böyle düşünenler çıkar mı bilemeyiz.
Yarışmalı bölümün son iki gün içinde izlediğimiz diğer filmleri de ilk gün faciasından sonra festivalde olduğumuzu bize hatırlatmaya yetti. Önce Türk Pasaportu sonra da Vücut takdir topladı. Reklam filmleriyle tanınan Mustafa Nuri'nin ilk filmi Vucut her şey gibi insan bedeninin metalaştığı, o bedenin arkasındakilerin; kalbin, ruhun, zekanın değersizleştiği, herşeyin et parçasına indirgendiği bir çağda bizlere ilaç gibi geldi, açıkçası uzun yıllardır sinemamızda böyle bir meseleyi işleyen bir film izlediğimi hatırlamıyorum. Filmin ilk yarısında ne anlatmak konusunda kararsız kaldığını düşünen izleyicisi, daha sonraki dakikalarda bunun sıradan bir aşk filminden ötelere gitmeye çabaladığını farkediyor. Bizce bu filmi jüri ödülsüz göndermez, bu ödül ne olur Hatice Aslan'a en iyi kadın oyuncu olabilir. Hakan Kurtaş'a da umut veren genç oyuncu ödülü gelirse çok şaşırmamak gerek.
Yarışmalı bölümün diğer filmiyse, Dünya Prömiyerini Cannes'da yarışma dışı yapan belgesel Türk Pasaportu; 40'ların başlarında özellikle Fransa'nın Drancy kampındaki Yahudileri, Türkiye diplomatlarının nasıl kurtardığına şahit etti bizleri. Tarihi yaşayan çok sayıda tanığa ve belgeye başvuran film, o dönemi ustalıkla canlandıran sahneleriyle kurgu bir filmin lezzetini yaşatmayı da bildi. Bu film de ödül alır. Mesela En iyi Sanat Yönetmenliği. Hatta bundan sonraki filmlerin durumuna bağlı olarak En İyi Yönetmen bile gelebilir. Filmle ilgili tek kaygımız bunca yıl yapılmayıp da tam Türkiye-İsrail ilişkilerinin bozulduğu bir döneme denk gelmesi. Film son derece iyi niyetli insanların yaptıklarını göz önüne sermeye çalışıyor ancak filmde yanımda oturan oyuncu Ayten Uncuoğlu'nun da dediği gibi birileri tarafından başka yerlerde kullanılmaya çalışılma ihtimalini düşünmek üzücü. Şahsen böyle bir filmi başka bir dönemde veya tarafsız bir ülkeden izlemeyi daha çok isterdik. Bir diğer izlediğimiz film de Kadife idi. Yine Kürt sorununa dikkat çeken bir film olmakla Gelecek Uzun Sürer'e kıyasla daha orta yolcu bir film izledik diyebiliriz, tabii ki barışa vurgu yaptı o da. Kadife ismindeki kadın PKK'lı çocuklarını bir bir şehit verdiği için, tek varlığı torununu da kaybetmemek için bu savaş bitsin diye büyük çaba harcamaktadır çünkü kendi çocuğuyla başka bir yakının çocuğunu bile karşı karşıya getirmektedir bu kirli savaş. Ne yazık ki bu savaş analara bırakılamayacak kadar da çetrefildir. Filmin seçkiye girmeyi hakettiğini düşünsem de biraz yapaylık sezdim, ödül alma ihtimalini çok yüksek bulmasak da, en yakın uzanabileceği ödül sanırız En İyi Senaryo olurdu. Bügünün bir başka yarışma filmi de bir ilk film olan Mar idi. Artık gına getiren taşra filmleri furyasının yeni bir ayağı olan film, eli yüzü düzgün, bir şeyler de anlatmak istiyor ama o kadar. Taşra filmlerine yeni hiç bir şey getirmiyor, mesela bir Zefir bile olamıyor. Bizden ödül çıkmayacak filmi beğenen arkadaşlarımızın da olduğunu belirtiriz.

21 Eylül 2011 Çarşamba

NURİ BİLGE CEYLAN BÜYÜLEDİ

Nihayet 'Bir Zamanlar Anadolu'da'nın Türkiye Prömiyeri Altın Koza'da gerçekleşti. Gala salonu oldukça büyük kapasitesine rağmen tamamen doldu, konuk kartı ya da davetiyesi olmayanlar giremedi. Film Türk Sineması'nda hiç alışık olmadığımız derecede özen gösterilmiş incelikli bir sinema dili hem de entellektüel yoğunluğuyla bizleri çok etkiledi. Bize göre 'başyapıt' olan bu filmin önümüzdeki süreçte büyük tartışmalara gebe olabileceğini öngörmek mümkün.
Günlerdir yarışma filmlerinin bizi ne kadar tatmin edip etmeyeceğini düşüneduralım, aklımızın bir köşesini Bir Zamanlar Anadolu'da'yı ilk izleyen kitleden olmanın sabırsızlığı işgal ediyordu ve ışıklar söndü 157 dakika boyunca dünyadan koptuk, belki de daha fazla dünyalı olduk. Bilemiyoruz. Bize bu 157 dakikalık kurmaca evreni anlatmak düşüyor. Öncelikle bu filmi izledikten hemen sonra çalakalem bir yazı yazmak da kolay değil, üzerine düşünülmesi gereken, hatta sakin kafayla bir daha izlenmeyi hak eden bir film Bir Zamanlar Anadolu'da. Böyle bir filme bu yazının -şimdilik- yetersiz kalacağını söyleyelim ama sıcağı sıcağına bir şeyler yazmazsak da çatlarız. Film bir gece vakti başlıyor ve sabahın ilk ışıklarından biraz sonra bitiyor. Yani bugüne kadar ki Ceylan filmleri içerisinde en dar zaman dilimini kapsayan film bu, buna karşın enteresan biçimde en uzun gerçek zaman dilimine sahip film de bu, dile kolay 157 dakika. Filmi özetlemek de çok kolay değil, 2 katil zanlısının gömdükleri cesetin bir komiser, savcı ve doktor öncülüğünde aranması diyebiliriz konusuna. Bu kısa zamanda yaşananlar, kurdukları iletişim, özellikle de ustalıklı diyaloglar filmin düşünsel derinliğinin temel dayanağı. Kimi zaman gerilime göz kırpan, sık sık ince bir mizaha tutunan, zaman zaman da (özellikle savcı ve doktorun konuşmalarında) insanoğlunun felsefi derinliklerinde dolaşan katmanlı bu filmin Çehov daha çok da Dostoyevski romanlarındaki derinliğe sahip olduğunu söyleyebiliriz. Ancak bütün bunları kayda değer hale getiren de, Nuri Bilge Ceylan'ın doruğa çıkan yönetmenlik başarısı; özellikle filmin ilk yarısında karanlık sahnelerdeki ışık kullanımı, kamerayı bir resim paletine dönüştüren yetkinliği, zamanı olağanüstü yaratıcı kullanışı, her ayrıntıyı ilmek ilmek işlemesi... Bir Zamanlar Anadolu'da sinemamızın en farklı dokuya sahip filmlerinden biri belki de birincisi. Nuri Bilge Ceylan'ın bugüne kadar sinemasına kattıklarını içindeki barındıran, hem de bunun çok ötesine gitmeye çalışan ve başaran bir film. Bizce Nuri Bilge'nin ustalık eseri, haliyle de hazmı zor, bu tip bir sinemaya alışkın olmayanların sonunu getiremeyecekleri bir film. Biz şu an itibarıyla ne anladık derseniz: Bir cinayetin otopsisinden, Anadolu'nun, buranın insanlarının otopsisini yapmaya çalışan bir film anladık diyebiliriz. Yönetmenin karakterlerine belli bir mesafeden bakıp çizmek istediği büyük resmi ayakta alkışlarız. Her filmiyle bir vites yükseltmeyi başaran yönetmenin bir sonraki filminin nasıl bir şey olacağını ise tahayyül etmek çok zor.

20 Eylül 2011 Salı

Altın Koza'da sönük başlangıç

Türkiye'nin 2 prestijli film festivalinden ilki nihayet sinemaseverlere kapısını açtı. Aslında Antalya'dan sonraki ikinci prestijli film festivali demek daha doğru Adana için çünkü bir türlü devamlılığı sağlayamamış olması, birileri tarafından sürekli kesintilere uğratılmasının bunda payı büyük. Ancak şu da bir gerçek ki, geçtiğimiz sene meydana gelen Mavi Marmara saldırısını fırsat bilen 'büyükbaş aymazlar'ın iptal ettirdiği, daha sonra Eylül'e ertelenen ve ondan sonra bu yıl da Eylül'ü zapt eden Altın Koza için bu durum bir fırsata dönüşebilir, Filmekimi'nin 10.yılı ile çakışan, özellikle Nuri Bilge Ceylan'ın bir hayli soğuduğunu bildiğimiz, geçtiğimiz haftalarda çok da heyecan yaratmayan bir yarışma programının açıklandığı Antalya Portakalı'nı kağıt üzerinde de olsa yiyebilecek bir seçki var Çukurova'da. Başvuran 43 film arasından 14'ü yarışmaya hak kazanmış. Üstelik 4 tanesi hariç diğer 10 filmin bakir olması da en önemli atılımlardan biri. Tabii kazanan filmlerin rekor düzeyde ödüller alacak olmasının da bunda payı yok diyemeyiz.Bir Zamanlar Anadolu'danın Türkiye Prömiyeri ve 1.Sinema Kongresi'ne girmiyorum bile. Umarız bundan sonra daha aklı selim insanların, aydınlar ve sanatçıların öncülüğünde tavizsiz büyür.
Festival farklı bölümleriyle Dünya'nın bir çok yerinden filmlere ev sahipliği yaparken, bunların bir kısmının özellikle Türkiye prömiyerleri olmasına dikkat edilmiş.
Bizi ilgilendiren bölüm ise, hemen herkesin de merakla beklediği 14 filmin altın'dan yapılmış pamuk kozasına ulaşmaya çabaladığı ve bununla birlikte mini bir servet olarak adlandıracağımız parasal ödüllerle önlerini -çok ciddi düzeyde- açmaya çalıştıkları ''Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması'' adlı bölüm, kıyası hiçbir şekilde mümkün olmasa da uluslararası arenada, örneğin Cannes'daki karşılığı Palmiye, Venedik'teki ise Aslan olan, Antalya'da Portakal burada Koza olan bölüm. Ana Bölüm kısaca. Bu bölüme ait izlediğimiz ilk filmse tam bir düş kırıklığı yarattı. İsa Yıldız ve Murat Onbul'un yönetmenliğini üstlendiği, gerçek bir olaya dayanan Memleket Meselesi ne yazık ki gerçek öykülerin çekici dinamizminden nasibini alamamış. Emekliliğini bekleyen bir öğretmenin genç bir polis tarafından dövüldükten sonraki hak arayışını konu ediyor film, ancak hikaye tuhaf bir şekilde yan karakterlerin sonuçsuz hayatlarına girip girip çıkıyor, karşımızdakinin bir vodvil uyarlaması olmadığı gibi biraz absürde kaçtığını da kabul etmek zorundayız. Ancak 100 dakikalık süresine bunu da adam akıllı yediremiyor, geriye oldukça yavan, gerçeklikle yapaylık arasında sallantıda duran bir film çıkıyor, şayet televizyonda izlesek kabul edebiliriz ama sinemada olmaz, hele bir festivalin yarışmalı bölümünde katiyen. Ahmet Uğurlu'ya saygımızdan izlediğimiz bu filmi yetkililerin neden yarışmalı bölüme aldıklarını sorar, filmin senarist ve yönetmenlerine Acı Hayat, Gazi gibi Tv dizilerini yazmaya veya video klip yönetmeye devam etmelerini salık veririz.
İkinci 'Issız Adam'lar faciası: Yarışmalı bölümün ikinci filmi de ilki gibi, bakir değildi ve gerçek bir hikayeye dayanıyordu. Ülkemizdeki birçok insanın şimdiden 'kült' mertebesine çıkardığı Kaybedenler Kulübü'nden bahsediyoruz. Jüriden ödül çıkmayacağını ummuduğumuz, ancak halkın oylarıyla belirlenen izleyici ödülünü alma ihtimalinden korktuğumuz film tam bir fiyasko. Çağan Irmak'la başlayan sözde entellektüel, sözde yalnız, kadınları mıknatıs gibi çeken adamlara iki kişi daha eklendi: Kaan ve Mete. Birinin yayınevi var diğeri bar işletiyor. Bir radyo programı bulmuşlar, karşılıkla sohbet ediyorlar ve zamanla reytingler alt üst oluyor. Her arayan kıza, seninle yatmış mıydık? yalarım vs. gibi son derece laubali cümleler sarfediyorlar, gerçekten de hemen her kızla yatıyorlar. O bar benim, o kız senin, bir zevk ü sefa durumu hakim yaşamlarına. Kısacası bir insanın yaşayabilmesi için zorunlu olan bütün ihtiyaçları fazlasıyla karşılanıyor. Ancak Issız Adamlar ya, bir kez beraber oldukları kızın adını bir daha hatırlamayabiliyorlar, bir kez daha birlikte olmalarına bile gerek yok çünkü kapıda en güzelinden bir tane daha var. Şimdi isyan etmemek mümkün değil. Bu nasıl kaybedenliktir, cinselliği bastırmak zorunda kalmış-bu yüzden abazanlık diye bir deyişi türeten- yüzbinlerce gencin yaşadığı müslüman ülkede, her kıza sahip olabiliyorsunuz ama biz hep bir başkasıyla yatmak istiyoruz o yüzden düzenli bir aile hayatımız olmuyor diyebiliyorsunuz. Bu yüzden kaybedenlik diye bir şey ortaya atıyorsunuz. Onu da geçtik, yaşadıkları yirmi milyona yakın İstanbul'da işsiz gençlerden, sokakta yatmak zorunda kalanlara, engellilere... O kadar büyük ve çaresiz bir insan populasyonu var ki; sizinki de hikaye mi dememek elde değil. Maalesef yeni trend bu, binlerce Issız Adam'dan sonra binlerce 'Kaybedenler Kulübü' üyesinden biri olmak için can atanlarımız olacaktır bu filmi izledikten sonra. Peki bu filmin bir festivalin ana bölümünde olmasının anlamı nedir? Biz bulmakta zorlandık. Tahminimiz odur ki; Derviş Zaimli jüri de bulmakta zorlanır, popülist davranmaz ve bu filmi ödül listesinin yukarılarına taşımaz. Sonuç olarak gerçek anlamda start alan Altın Koza ilk filmleriyle bizi üzdü ama daha çok yolumuz var, değerli pırlantaları bulabileceğimize dair inancımız sürüyor.

19 Eylül 2011 Pazartesi

Aynı Kalsiyum'un Çocuklarıyız.

Altın Koza'da henüz merakla beklediğimiz yarışma filmleri başlamadı, ancak daha önce İstanbul Film Festivali'nde gösterilmiş ve beğeniyle karşılanmış olan Patricio Guzman'ın Işığa Özlemi, belgesel sinemanın gücüne işaret eden, seyircisini entelektüel yolculuklara götürmeyi başarabilen şapka çıkarılacak bir yapım.
''Ülkesinin insanlarının sorumsuzluğu yüzünden bir ülkenin komünist olmasına seyirci kalamayız. Meseleler, Şilili seçmenlerin kararına bırakılamayacak kadar önemlidir.''
Bu sözler bir dönem ABD Dışişleri Bakanlığı görevini yürütmüş bir isimden. Aslında bu sözleri söyleyen ruh çok tanıdık. Dünya'nın kuzeyden güneye en uzun ülkesi, Şili; ülkemize hiç de uzak olmayan, benzer acıları çekti, insan vicdanını yaralayan unutulmaz sözlere tanıklık etti, bizimkinden sadece 7 yıl 1 gün önce Salvador Allende ve onun ilk kez seçimle başa geçen sosyalist hükümeti bir askeri darbe sonucu yıkıldı. 1990'a kadar sürecek Pinochet diktatörlüğü başladı. Resmi verilere göre 30.000, gayriresmi verilere göre 60.000 insan öldürüldü ve birçoğunun cesedi hiçbir zaman bulunamayacak şekilde yok edilmeye çalışıldı. Uçsuz bucaksız Atacama Çölü'ne bırakıldı. Hemen belirtelim; Işığa Özlem bütün bunları bir daha anlatmaya kalkmıyor, alışıldık belgesellerden de çok farklı bir yol izliyor çünkü darbenin acılarına ev sahipliği yapan Atacama Çölü doğası gereği Mars yüzeyine çok benziyor; nem yok, canlı yaşamıyor, bu yüzden gökbilim araştırmaları için biçilmiş kaftan. Doğal olarak da filmin öyküsünü zenginleştiriyor. Kadınlar inatla yakınlarının kemiklerini çölde arıyorlar, gökbilimciler de o çölde evrenin sırrını çözmeye çalışıyorlar. Aslında ikisinin de aradığı şey geçmiş, geçmişten günümüze arta kalanlar... Birisi milyarlarca yıllık bir geçmişi ararken diğeri 30 yıllık bir geçmişin kalıntılarını arıyor. Tuhaf bir şekilde milyarlarca yılı arayanlar ilgiyle karşılanırken, geçen yüzyılın acılarını arayanlar nedense o kadar ilgiyle karşılanmıyor ama anlıyoruz ki Şili bu büyük acıyla yüzleşmeye çabalıyor mesela Pinochet yargılanmış. Bir yönüyle radikal diyebileceğimiz, bütün olumlu gelişmelere rağmen hala Türkiye'de görmemizin çok da kolay olmadığı böyle bir film çekilebiliyor. Guzman, Atacama Çölü üzerinde yakaladığı iki meselenin belki hiçbir zaman birbiriyle kesişmeyeceğini bilmesine rağmen, onları ustalıkla iç içe sokuyor, türünün bütün gereklerini incelikle yerine getirirken, ajitasyona kaçmadan seyircisini duygusal yönden sarsıyor hem de entellektüel anlamda alışık olmadığımız derecede doyuruyor, düşündürüyor. Tartışmasız bir şekilde son dönemde izlediğimiz en iyi belge-eser olan Işığa Özlem'i yapanları alkışlar, Türkiyemiz'de de bir gün böyle filmler yapılacak olmasını umut ederiz.