16 Aralık 2011 Cuma

Gezici'den Notlar...

Gezici Film Festivali bu yıl da kent kent gezmeye devam ediyor. Bu yılın ilginç ve son derece önemli gelişmelerinden birisi 6 yıldır salon bulamadığı için gelemediği İzmir'e uğrayacak olmasıydı. İzmir dört milyonun üzerindeki nüfusuna ve bolca Üniversitesi'ne rağmen sanatsal aktivitelerden pek de nasibini alamayan bir yer. Ne var ki yoğun çabalar sonucu, Avm'ler ile baş edemeği için kapanan Konak Sineması da açıldı ama ne açılış... Uzunca bir süredir tadilatı süren sinema, özellikle Gezici'nin son durağı olmuştu ve program 15 Aralık Perşembe günü saat 10.00'daki gösterimle sinemaseverlere kapılarını açacaktı. Sabahın erken saatinde yollara çıktık, sinemaya vardığımızda ortalık toz toprak içindeydi ve bir tek görevli bile yoktu. Neyse ki Gezici ekipten birilerini bulduk, onlarda şoktaydı, bize bugün verildi, bobinlerimizle geldik ama film gösteremiyoruz diyorlardı, isyanlardaydılar. Bir grup işçi salonda harıl harıl koltuk montesiyle uğraşıyordu. Yaşananlar acı tabii, millet işini gücünü bırakıp geliyor, dahası yetişmeyeceği anlaşılmasına rağmen Konak Sineması'nın sosyal medya sayfalarında da hiç bir bilgi yok (sabah itibariyle). Gezici'ye 3 kaldı, 2 kaldı, 1 kaldı diye reklam yapıyorlar. Burada tipik bir 'yurdum insanı sendromu' yaşadığımızı söyleyebiliriz. Ülkemizin bir çok marazından bir tanesi de işlerini pisi pisine yetiştirme çabası. Sözgelimi sınava çalışması için bir hafta zamanı olan öğrencinin son geceye bırakması gibi bir şey bu. Festivalin 1 gün rötarlı başlayabileceği ve bunun da ne kadar saygısızca bir şey olduğunu bu yetkililer nasıl düşünemez. Sanırız ki son dakikada da olsa yetişir umudu taşıdılar ama ne yazık ki bu işler böyle yürümüyor, siz olabildiğince önceden bitirmelisiniz, öyle hazırlanmalısınız ki, olağandışı durumlarda da yeterli krediniz/zaman payınız kalabilsin. Umarım tecrube olmuştur organizatörler için. Olan bizim ilk gün izleyemediğimiz 3 filme oldu.
Neyse ki ilk izlediğimiz film, ilk günün acısını yok etmese bile epey azalttı. Karl Markovics, oyunculuğuyla bilinen bir isim. Yalnız, ilk filmi 'Nefes' 'Bir ilk film nasıl olmalıdır?' sorusunun, özellikle bizim okullarda müfredata geçebilecek kalibredeki örneğiyle alkışlandı. Film başlar başlamaz ıslah evindeki 18 yaşındaki karakterimizin soyunması, beni 2 yıl önce izlediğim Jacques Audiard'ın muhteşem epiğine, bizde Yeraltı Peygamberi olarak gösterilen Bir Kahin'e götürdü ama asıl hatırlamam gereken filmin çok başka bir film olduğunu çok geçmeden hatırladım. Japonya'ya Oscar getiren 'Gidişler' filmiydi bu ve ilerleyen süre içerisinde bu filmle kurduğu güçlü yakınlık şaşırtıcı dereceye vardı çünkü genç karakterimiz bir levazımatçılık işine giriyor ve ilk etapta haliyle çok zorlanıyor daha sonra alışmaya başlıyor, akabinde de onu küçükken bırakıp giden annesine ulaşmaya çalışıyor ve yaptığı bu iş hayata bakışını derinleştiriyor, olgunlaştırıyor sanki. Gerçekten iki film arasındaki benzerlik çok dikkat çekici, bu da 'Nefes'in aşırı esinlenme bir film olduğu izlenimi yaratabiliyor seyirci de daha doğrusu 'Gidişler'i izlemiş olanlar da. Yalnız 'Nefes'in önemli bir farkı var; 'Gidişler' gibi Hollywood öykünmesi bir anlatıyı alabildiğine reddetmesi, o filmin özellikle sonlarında buram buram kokan melodramına prim vermemesi. 'Nefes' büyük ölçüde minimalist diyebileceğimiz bir sanat sineması örneği. Filmden çıktıktan sonra bu yıl Gezici Film Festivali'nin özel bir bölüm açtığı çoğunlukla dünyanın geleceği olan gençleri odağına alan Dardenne'leri de bir kez daha hatırladım kendimce. Onların hiç de yabancısı olmadığı bir doğrultuda dünyaya bakıyor çünkü 'Nefes'. Sevgisiz bir çocukluğun, nasıl da şiddete götüreceğini ve ölümün 'nefes'inin hepimizin ensesinde olduğunu, kaçınılmaz olduğunu ve ölümün olduğu yerde ayrılıkların boşuna olduğunu anlatıyor... Günün diğer filmi 'Ödül' ise beklentileri karşılayamadı. Berlin'den aldığı Gümüş Ayı'sına (sanatsal başarı) güvendiğimiz film, bu ödülün altından kalkacak cinste bir yapım değil. Darbe görmüş herkesin kendinden bir şeyler bulabileceği bir film şeklindeki tanıtım yazısından sonra, ilk başta 1980'de dünyada değildik, filme karşı mesafem acaba ondan mı diye düşündüm ancak filmin yetersizliğini böyle kişisel bir cümleyle açıklayamayacağım kanaatine vardım. Şayet 20 dakikalık bir kısa film olsaymış da değerinden bir şey kaybetmezmiş dedik mi, meseleyi açıklamış oluyoruz aslında. Her zaman ısrarla dile getirdiğim bir iddia var: Görüntünün-sinematik anlatımın tabiatı gereği gücünü 'zaman'dan aldığı yönünde, belli bir süreye ulaştığı, hatta onun da üzerine çıktığı anda değerli bir esere dönüşür filmler. O yüzden sinemayı (uzun metraj) bir sanat olarak görmeme rağmen kısa filmi sanat formu olarak görmem. İşte bazı filmler de vardır ki kısa olsa daha iyi olurmuş bile dedirtir, en azından 'Ödül' gibi 1.5 saati aşan bir süre koltukta boşu boşuna oturmamış olursunuz, anlatacağı azıcık şeyi anlatır ve hemen biter. Ödül'de askeri darbe sürecinde saklanmak zorunda kalan anne ve kızının hikayesine tanık oluyoruz; kız sıkkın, anne perişan, neyse ki kız arada bir okula gidiyor, filmin sonlarına doğru kızın okul macerası filmin heyecanını artırır gibi olsa da yeterli olamıyor. Yönetmenin el kamerası, son derece doğal oyunculuk ve yerli yerinde, ortamın ruh halini yansıtan gergin müzikle belli bir stil oluşturmaya çalıştığı aşikar. Ancak, kısa filmden uzun film çıkarmaya çalıştığı da her halinden belli. Darbe sinemasına yeni hiç bir şey getirmeyen, bizi belli bir boyuta taşıyamayan, sıkıcı bir seyirliğe dönüşüyor film.
Fesivalin ikinci gününü ise Lodz Film Okulu'ndan Kieslowski'nin öğrencisi olan Greg Zglinski'nin ilk hasadı 'Cesaret'i ile açtık. Gerçekten de hocasına sadık bir sinema yapmaya çalışmış. Kardeşiyle problemler yaşayan tabiri caizse 'deli cesareti' olan bir adamın kardeşine saldıran serseriler karşısında hiç bir şey yapamaması ve sonrasında vicdanıyla baş başa kalmasını konu ediyor film. Gerçekten bu denli mangal yürekli bir insan evladı,nasıl oluyor da asıl harekete geçmesi gereken durumda hiç bir şey yapamıyor. Kieslowski'nin meselelerini henüz olgunlaşmamış ama düzeyli bir sinema diliyle anlatan Zglinski'yi kutlarız, şimdilik. Bir ilk film şovuna dönüşen festivalde izlediğimiz diğer bir film ise Cannes'da en iyi ilk filmlere verilen Altın Kamera'nın sahibi ' Akasyalar'dı. Filmin neredeyse tamamı kamyonda geçiyor. Paraguay ile Arjantin arasında kereste taşıyan şoför yanına bir kadın ile küçük kızını da alıyor, hepsi bu. İlk gün Ödül'e söylediğimiz gereksiz uzun eleştirisini yapamıyoruz ama. Akasyalar, aslında psikolojik bir film ve adamdaki duygusal değişimi de son derece yalın bir şekilde milim milim işliyor, filmin sonunda da sevimli bir sürprize imza atıyor yönetmen, bir ilk film olarak kayda değer. Günün sonunda izlediğimiz film ise yerli bir yapım olan 'Geride Kalan'dı, malum o da bir ilk filmdi. Kadın yönetmeni Altın Portakal'da aldığı Yönetmen ödülünün altından alnının akıyla kalkıyor. Gerçekten zanaat incisi bir film bu ama o kadar, fazla bir şey beklememek lazım. Kocasının aldattığı bir kadın ve öbür kadın ile onun eski kocasının çetrefilli hikayesini anlatırken, bizleri zenginleştirecek, ufkumuzu açacak bir şey bulmak zor filmde. Kocalarına bağımlı yaşamak zorunda kalan kadınların gerilimli hikayesini teknik ve senaryo açısından oldukça başarılı bir şekilde perdeye yansıtmaksa derdi, hay hay. Eee peki 'geriye kalan' ne? Temposu, seyir zevki yüksek bir film, başka da bir şey değil.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder