27 Ekim 2011 Perşembe

''Sev yoksa boşa yaşarsın''

Terrence Malick'in son filmi The Tree of Life Cannes'da eleştirmenleri tam anlamıyla ikiye bölmüş, kazandığı Altın Palmiye çokça tartışılmıştı. Film alabildiğine naif ve kendine has sinemasal yoğunluğu, insan hayatına dair derin bir tavırla birleştirebilmesi sayesinde bana oldukça dokundu. Şahsen milenyum çağında Atlantik ötesinde Gus van Sant, Jim Jarmush, Sofia Coppola, Woody Allen ve İnarritu dışında birini daha sevebileceğim konusunda tereddütlerim vardı ama sanırım Terrence Malick onların da ötesine gidebilecek, 2000'li yıllarda ''Yeni Kıta''dan çıkan hoş sürprizlerden birine imza attı.
Filmekimi'nde, Cannes Film Festivali'nde öne çıkan çeşitli filmleri izleme olanağına sahip olmuştuk. Ancak yıllar sonra Altın Palmiye'li bir film seçkiye dahil edilmiyordu. Bunda filmi pek beğenmediğini bildiğimiz İksv Sinema Başkanı Azize Hanım'ın (Tan) ne kadar etkisi var bilemiyorum ama seçkide olsaymış da fena olmazmış demek lazım. Beni tanıyan ya da yazılarımı az çok okumuş kişilerin çok geçmeden farkedeceği gerçek, her ne kadar sinemanın sanat olarak yaşayabilmesi için gerekli olsa da ticari sinemaya karşı olan tavrımdır. Yanlış anlaşılmasın karşı değilim, onun da gerekli olduğunu düşünüyorum, fakat izlemekten pek haz almıyorum açıkçası, ne yapalım. Ticari sinema deyince akla hemen bu işin beşiği olan Hollywood geliyor, ABD geliyor. Böyle olunca da orada yapılan hemen her şey -vizyona aldanarak- aynı kefeye konuyor. Aslında bir açıdan da doğru. Orada sinema yapmaya çalışan hemen herkes bu tuzağa düşme riskiyle karşı karşıya. Bugün kimse bana Aronofsky, Coenler, Soderbergh ve Tarantino'nun bağımsız olduğunu söylemeye çalışmasın, olsa olsa yarı bağımsız olurlar, belki. Terrence Malick'e gelince açıkçası durum daha farklı çünkü adam uzun aralıklarla film yapıyor, doğru dürüst fotoğrafları bulunmuyor, ödülleri almaya gelmiyor, felsefe öğretmenliği yaptığı söyleniyor... Sinema Tarihi'nin en sıradışı adamları listesinde, fazlasıyla asosyal karakteriyle başı çekmeye aday. Son filmi Fransız Riviera'sı Cannes'daki galada alkışlar ve yuhalamalar birbirine karışmış, çok farklı tepkiler almıştı. Film dini referanslarla başlıyor, ilerleyen süreçlerde de bunlardan yararlanıyor. Film boyunca Tanrıcı bir tavır seziliyor, hatta gümbür gümbür kafamıza vuruluyor demek bile olası. Kamera habire bizi eziyor, bizi altına alıyor, gökyüzünü gösteriyor da gösteriyor. Şayet filmle ilgili tek eleştirebileceğim nokta da burası. Benim gibi ''seküler'' bir dünya görüşüne sahip insanları filmden soğutan da özünde bu aslında. Yine Malick'in derdinin bunun çok ötesinde olduğunu sezinlemek, filme muhtelif yorumlar getirmek de mümkün. En nihayetinde üç çocuklu bir aileyi bir çocuğu odağına alarak anlatan filmde, esas mesele; doğanın kanunlarıyla yaşayan, gerekirse kötü insan olmayı, küçük balığı yutmayı, ekonomik liberalizm/faşizm; açık şekilde ''sosyal darwinizm''i temsil eden baba ve inayeti (iyilik,lütuf) temsil eden ana arasında kalmış bir çocuk anlatılıyor. Filmin yaratılışçı bakış açısına daha yakın olduğu hissedilse de, izleyiciyi manipüle edebilecek bir hali yok. Malick hayata anlam katma çabamız üzerinden bir hayat yelpazesi, ''hayat ağacı'' sunuyor. Siz ister ''agnostik'', ister ''teist'', ister ''deist'', isterseniz ''ateist'' olun; ister ''yaratılış'' deyin, isterseniz ''varoluş'', hayatı bir şekilde anlamlandırmak zorunda hissedersiniz kendinizi, kendinizde bir yaşama gücü bulmanız gerekir. Bu film biraz da onunla ilintili aslında. Malick sanırız ki teist bir Hıristiyan ama önemi yok. The Tree of Life, her ne kadar boy ölçüşmesi zor olsa da konusu, hatta bir açıdan sinematografisiyle hemencecik Tarkovski'nin ''Ayna''sını akla getiriyor, orada da bir ana ve yitirilen bir çoçukluğun masumiyeti başat konumdaydı. Yine yer yer hayatın anlamı üzerine zorlayıcı bir deney olan Gaspar Noe'nin ''Boşluk'' isimli filmini de hatırlamak olası. Transandantal Sinema bağlamında; Tarkovski'den sonra akrabalıkları sezilebilecek bir başka yönetmen Bela Tarr'ın, Torino Atı'nda yapmak istediğinin tamamen karşı kutbu olarak da okunabilecek bir film. Tarr'ın alegorik evreni ne kadar karamsar ve ölümü bekleyen bir noktadaysa, bu film de bir o kadar yaşama tutunma derdinde. Ancak aynı yılın mahsülü olan Trier'in Melancholia'sı ile bazı sahnelerine aldanıp lütfen kıyaslanmasın, o film altı boş karakterleriyle son derece derinliksizdi. The Tree of Life'ın film anlatısının içine bolca yerleştirilmiş tabiatın güzelliklerinin yanı sıra, Stanley Kubrick'e nazire yaparcasına yarım saatlik evrenin oluşumu bölümü var ki; gözlere muhakkak iyi gelecektir. Big bang, mikroorganizmaların oluşumu, balıkların oluşumu, dinozorların ortaya çıkışı ve bir göktaşının dünyayı vurması sonrası yok oluşları, en sonunda filmimizin ana karakterlerinin yakınlaşması ve daha sonra epey büyümüş haline de tanık olacağımız, dev binaların arasına sıkışan bir yaşamı olacak çoçuğun doğumu ve adım adım büyümesi. The Tree of Life tekrar tekrar izlenip, farklı yerlerinden tutarak üzerine çok farklı yorumlar getirilebilecek derecede felsefi yoğunluğa sahip özel bir film, tıpkı Bir Zamanlar Anadolu'da gibi. İkisinde de Dostoyevskiyen lezzetlere ulaşmak mümkün ama burada o yoğunluk daha da fazla. The Tree of Life'ın Karamazov Kardeşler'le farklı bir düzlemde de olsa ruh bağı olduğunu bile söyleyebiliriz. Olağanüstü enstantaneleriyle Emmanuel Lubezki ve sountrack de imzası bulunan Alexandre Desplat'a da parantez açmadan geçmeyelim. Küçük çocuğumuzun büyümüş halini 5 dakikacık da olsa canlandıran Sean Penn'i daha uzun süre görmek istediğimizi de belirtelim. Şiirsel bir sinema duygusunu çok güçlü bir şekilde izleyicisine geçiren bu eserle ilgili yazımızı da 2.5 saate yakın süresinden sonra ulaşabildiğimiz kozmik sırla bitirelim. Ontolojik bakış olarak nerede konumlanırsak konumlanalım, bu dünyada yaşayan herkes için ortak olacak, filmin bizdeki karşılığı olan cümleyi söyleyelim. Tıpkı annesinin çocuğuna dediği gibi: ''Sev yoksa boşa yaşarsın''. Yıldız:* * * *

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder