27 Mayıs 2012 Pazar

Kötü Bir Pazar Sabahı Sürprizi ve Bu Akşam

Bu bloga çokça bende izi kalan filmleri yazmaya çalışıyorum, haliyle böyle filmlerin sayısı da fazla değil. Sezonun kaydadeğer birçok filmini bitirdiğimiz için de bir süredir yazılarıma ara vermiştim. Bugün aslında bu yazıyı yazmayabilirdim ancak bu akşam sonuçlanacak 65.Cannes Film Festivali sebebiyle yazıyorum diyebilirim. Malum bu sene Cannes'da farklı bir şey gerçekleşti. Açılış filmi 'Altın Palmiye' yarışına da alındı-sebebi merak konusudur- Genelde açılış filmleri festivalin yumuşak karnıdır, doğru; genel izleyiciye hitap ederler fakat belli bir düzeyin de altına inmeyen filmler olur bazen de olmaz. Matrix gibi, ya da örneğin bir animasyon film olan 'Up' çesitlemeleri yapılabilir... Geçen yılki Woody Allen'ın Paris ve Aşk güzellemesi 'Paris'te Geceyarısı' ise belki de açılış filmleri içinde son 10 yılın düşünsel kalitesi en yüksek filmi olarak beğeni toplamıştı. Bu seneki film Wes Anderson'un 'Moonrise Kingdom'ı da benzer bir etki yaratabilir mi diye düşünmüştüm üstelik yarışa da dahil edildiğine göre beklentiyi oldukça arttırmıştı ama büyük bir düşkırıklığı yarattı bende. Gerçekten bu filmin neden 22 filmlik ana yarışmaya dahil edildiğini merak ediyorum, festivalin artistik direktörüne sormak istiyorum. Acaba bu seneki gayriresmi temanın aşk olması bir etken olabilir mi? Film 1960'ların Amerika'sında izci kampından ve ailesinden kaçan bir erkek ve kız çocuğun ilk romantik deneyimlerine ortak etmeye çalışıyor bizi, hiç itirazım yok. Yalnız her ne kadar dev bütçeli meta filmlerden uzak durmaya çalışır gibi dursa da bunu başaramıyor. Arka fonda bürokrasinin temsili bir izci kampı ve moral değerlerin temsili bir aile üzerinden bir dönem panaroması çizmek istiyorsa bu resim çok yüzeysel, hafif kalıyor, gerçek değerlerden kopmadan gerçekdışı değerlere sığınma çabası filmi ciddiye almamı engelliyor. (Bu benzerde ciddiye alınacak, güzel örneğin Aki Kaurismaki'nin Le Havre'ı olduğunu düşünüyorum) Sonuç olarak pazar günü çolukla çocukla hadi alışveriş yaparken bir de sinemaya uğrayalım çıtır çerez birşeyler izleyelim diyenlerin filmi çıkıyor ortaya. En nihayetinde salondaki ailelerin çokluğu da bu fikrimi kanıtlıyor. Bugüne kadarki deneyimim beni yanıltmaz ise bu geceki ödül töreninden hiçbir ödülü almayacağına bahse girerim. Fransız sahillerindeki arkadaşlarımızdan takip ettiğim kadarıyla filmlerin kalitesinin umulanı verdiğini, jürinin işinin zor olacağını söylüyorlar. Ne olursa olsun bir kez daha sinema kazansın diyelim. Bir aksilik olmazsa ön plana çıkan filmlerle ilgili görüşlerimi de önümüzdeki dönem sizlerle buradan paylaşırım. Yıldız:*

17 Mart 2012 Cumartesi

'Kıyametler' sinemanın da kıyameti mi?

Son zamanlarda izlediğim filmleri gördükçe zaman zaman Jean Baudrillard'ın öngörüsüne katılasım gelmiyor değil, batının günümüze dair anlatacak bir şeyi olmadığı, sinemanın 3.dünya ülkelerinde yaşamaya devam edeceği yönünde bir öngörüydü bu. Modernizm sürecinin, gelişmiş ülkelerde ulaşılması zor bir refaha ulaştığı ve sanata, haliyle de sinemaya -yaşadığımız an itibariyle- ihtiyaç kalmayacağını söylüyordu. Çünkü sanat 'gününün tanığıydı' ve ortada ya tanık olunması gereken bir gün kalmaz ise o zaman ne olurdu? Diğer bir kulvarda Marksist okumalarsa komünizm geldiğinde sanatın öleceğini ve sanatın sınıflı topluma özgü olduğunu savunuyordu. Ancak en azından şimdilik böyle bir yakın gelecek tasavvur etmek zor olduğu için onu bir kenara bırakıyoruz. Tabii ki Kıta Avrupası 21.yy'da önemli başyapıtlar çıkardı. Bir çırpıda saymaya çalışırsak: Beyaz Bant, Saklı, 4 Ay 3 Hafta 2 Gün, Bir Kahin ... yalnız dikkat edilirse Beyaz Bant ve Saklı'nın bütün içerik-biçim ululuğunun yanında, günümüzü ilgilendirmekle birlikte ''geçmişle hesaplaşmaya çalışan'' filmler olduğu dikkat çeker, keza 4 Ay 3 Hafta 2 Gün'de yakın geçmişle -komünizmin son demlerindeki Romanya- hesaplaşmaya çalışıyordu,tabii bunlar çağımızda bu sanata duyduğumuz saygının/ilginin karşılığını sonuna kadar veren bazı örnekler, her şeye rağmen. Son dönemde ise geçmiş meselesi iyice çığrından çıktı ve nostaljik de denebilecek motiflere sahip 2 film çıkageldi, ilki ve bence en değerlisi Artist ve hemen yanı başında Paris'te Gece Yarısı. Sinema geçmişle hasaplaşmak bir yana dursun orada kalmak, hiç büyümemek istiyor gibiydi. Öbür taraftan sözde içinde bulunduğumuz zamanı ilgilendiren ama bilinmeyen bir gelecek hakkında fantaziden öte gidemeyen Hollywood'ta sıkça karşılaştığımız 'Apokalips' yani kıyamet filmleri festivallere de uğruyordu.
Aslında bugünkü yazımın konusu da bu aslında, şu günlerde sinemalarda gösterilen, ortalığı kasıp kavuran Take Shelter (Sığınak) aman efendim bağımsız bir başyapıt diyenler mi ararsınız, içindeki antikapitalist metne övgüler düzenler mi. Filmekiminde görme şansı yakaladığımız Melankoli'de böyle bir film değil miydi, ne bu allahınız aşkına, kıyametiniz batsın. Bu seferde mavi yakalı bir karakterin ruh sağlığındaki bozulmayı izliyoruz, fırtınalar görüyor, kimsenin duymadığı gök gürültüleri mi dersiniz, çamurlu yağmurlar mı, olmayan insanlar mı, Hitchcock'un Kuşlar'ını andıran kuş sürüsü mü... Bütün bunların ortak özelliği çoğunlukla rüyalarında çıkması ardından bütün yaşamını alt üst etmesi, daha ötesi bir fırtınanın geleceğine inanıp sığınak inşa etmesi oraya harcadığı para yüzünden işinden de olması. Bir de filmin finalindeki açık uca vurgu yapılıp iyice göklere çıkarılmasın mı, herhalde ancak bir Amerikalı'nın yapabileceği kadar sığ açık uçlardan biri olarak tarihe geçeceğini belirtmek zorundayım. Film boyunca adamın halüsinasyonları olarak gördüğümüz yaklaşan tornadoyu karısı ve çocuğunun da görmesi, kadının ellerine de çamurlu damlaların düşmesi hepi topu. Aaa acaba adam hasta değil küresel ısınma belasının bilincinde olan çağının ötesinde biri de, en sonunda haklı mı çıkıyor. Bu arada zararlı gazlarla ilgili küçük bir bölümü tv'de izlediğini de söylemeyi unutmayalım. Sözün özü Melankoli'nin muhteşem görsel şovuna yaklaşması zor olsa da idare ediyor, içerik olarak da daha tutarlı bir bütün sunuyor Sığınak, yalnız son derece derinliksiz, hatta klişe denebilecek mecazlarla işçilerin darboğazına özellikle çevreci nosyonları da ekliyor edası taşımaya çalışan yapmacık bir film olmuş kanımca, üstüne üstlük şizofreniyle kapitalizm arasında direkt kurulmaya çalışılan bağ da başka bir tartışma konusu. Acaba içi dolu,inandırıcı bir fütüristik film izleyemeyeceğiz mi diye soruyoruz. Fritz Lang'ın Metropolis'ini göremeyecekmiyiz bir daha. Çevreci filmden konu açılmışken Altın Koza prömiyerinde izlediğim Muzaffer Özdemir'in Yurt'u bir noktadan sonra tv kanallarına ceza olarak verilen belgeselleri andırsa bile Sığınak'tan az daha sempatik gözüküyor bana. Yıldız:*
Yazımın başında dile getirdiğim hem Cannes'dan hem de Akademi'den taltif gören ender filmlerden olan Artist'e dönecek olursak iki önemli düşünürü karşı karşıya getirdiğini söylemek mümkün. Jean Baudrillard yıllar önce 'Simülakrlar ve Simülasyon' adlı kitabında Apocalips Now filminden örnek verirken gerçekten daha gerçek olduğunu, insanlara savaşı hiç yaşanmamışçasına mükemmel bir şekilde, eleştirel bakıştan arınmış, simüle edilmiş halini sunduğunu söylerken Hollywood'a güzel bir eleştiri getiriyordu aslında, yine aynı kitabın bir bölümünde birgün sessiz bir film yapılacağı ve bu filmin 1930'lara kadar yapılagelen sessiz filmlerden bile daha üstün bir sessiz film olacağını söylemişti (gerçekten daha gerçek filmler gibi) bugünü görerek. Evet onun gözünde Artist'e sinemanın bittiğinin beklenen doruğu olarak bakmakta bir sakınca yok. Yalnız bana en azından bu konuda daha yakın gelen isim olan Rudolf Arnheim ise 'Sanat Olarak Sinema' adlı kitabında sinemanın salt mekanik üretimin kopyası olduğu için sanat olması yönünde bir handikapı barındırdığını bunu aşabileceğini en azından şu an (sinemanın ilk dönemleri) bunu aştığını söylüyordu. Çünkü sinema gerçeği kopyalamanın ötesinde mükemmel gerçeğe ulaşma konusunda bir takım eksikliklere sahipti.
Örneğin sinema sesten mahrumdu, ama insan hayatı sesli algılıyordu. Sinema renkten mahrumdu ama insan renkli görüyordu. Sinema 2 boyut üzerine inşa ediliyordu, ama insan 3 boyutlu yaşıyordu. Sinemada derinlik duygusu azalıyor mutlak imaj problemi ortaya çıkıyordu, hayatta böyle bir problem yoktu. Sinema perdenin boyutları ölçüsünde bir çerçeveye sahipti ama insan hayatı bir çerçeveden görmüyordu, sinema kurguya bağlı olarak uzam ve zamandan yoksunlaşabiliyordu, hayatta böyle bir şey de mümkün değildi. Sinema dokunma, koku alma, tat alma gibi diğer duyulardan da mahrumdu ama insan bunlara sahipti. Sonuçta her ne kadar gerçeğin deneyimini yaşatmaya çalışsa da bir çok eksikliğe sahipti sinema. İşte sinemayı sanat yapan da bu eksiklikleriydi ve bu eksikleri önemle koruması gerekiyordu. Ancak tıpkı Baudrillard gibi Arnheim'da ileriyi, bugünleri çok iyi görebildi. Sinema ses, renk derken 3.boyuta ulaştı sinema salonlarında 3 boyutlu filmler giderek daha çok yer işgal etmeye başladı, bırakın bağımsız yapımları 2 boyutlu ticari filmlerin bile alanı daralıyor, bir süredir 7d diye salonlar var orada dokunma ve koku alma duyuları bile temin ediliyor. Arnheim'ın sinemanın sanattan uzaklaşma tehlikesindan bahsettiği son noktaya gelmiş bulunmaktayız, böyle bir dönemde Artist filmine bir de bu gözle bakın, ister istemez ne kadar da değerli bir noktaya gelmiyor mu bu film, tekrar başa dönse de en aykırı zamanda yaptı bunu. Sinemanın nereye gittiği ortadayken bir Fransız gişe yönetmeni eski ancak bugün bağlamında yepyeni bir şey yaptı. (Hatta sesli kabus sahnesinin biçim-içerik ayrımında soru işaretleri doğurması da entelektüel bir kapı açıyor ister istemez çünkü o günün koşullarında böyle bir sahneyi başarmak yenilikçi hatta devrimci bir adım, biçimsel bir müdahale çünkü ses yok o ana kadar, üstelik kafasının içinde duyuyor. Bugünün sinemasındaysa olağan ancak bu film bağlamında biçimsel bir müdahale diyebilirmiyiz yoksa hem filmin içindeki kişi hem biz duyduğumuz için içerik kapsamında mı değerlendirilmeli?) Evet ben Baudrillard'ı birçok konuda çok değerli, okumamız, üzerine düşünmemiz gereken büyük bir yıldız olarak görsem de sanırım bu konuda biraz ayrışıyoruz (Bu arada Scorcese'nin Hugo'su da geçmişe yönelen bir diğer film ama tam da ticari kafayla olması gerektiği gibi 3 boyutlu pazarlandığı için bu yazının konusu dışında kaldı.) Bugün Sığınak ve mecburen Artist ile aslında onlarında ardında başka şeylere de değinerek sinemanın gidişatına dair de konuşma fırsatı yakalamış oldum. Bakalım, sadece iki ay sonra Cannes var, sinema Baudrillard'ın kozunu güçlendirmeyi sürdürecek mi yoksa bambaşka şeyler mi söyleyecek izleyip göreceğiz. Ama benim öngörüm sinemanın ölmesine daha çok çok uzun yıllar olduğudur, tıpkı geçen asır da edebiyat ölüyor mu dendiği ama sapasağlam ayakta olduğu gibi. Tıpkı sinemanın hızla evrildiği ticari/teknolojik gelişmelere karşın Artist'i çıkarması ve sesli/sessiz, renkli/siyah-beyaz, 3boyut/2boyut n'olursa olsun sinemanın baki kaldığını duyumsattığı gibi.

12 Şubat 2012 Pazar

Bedenin Ruha Sözü Geçer mi?

Almadovar'ın son filmi ''İçinde Yaşadığım Deri'', hep odağında olan 'Cinsel Kimlik' sorusuna tersten bir bakış atıyor üstelik bu bakışın bir 'başyapıt' düzeyinde olduğunu söylersek pek de abartmış olmayız.
Ne yazık ki ülkemizdeki (dünyada da öyle aslında) bobin dağıtım ağı bazı filmleri geç izlemenize sebep olabiliyor.Bazı filmler İstanbul belki Ankara'da o da çoğunlukla tek salonda (Kızılay Büyülüfener) gösterim şansı yakalayıp, salonları terk ettikten sonra diğer büyük kentlere uğrayabiliyor. İspanya'nın ağır toplarından Almadovar'ın son işini bizde anca izleyebildik ne yazık ki. Son derece sıradışı bir konusu var filmin. Antonio Banderas'ın canlandırdığı Frankeştaynımsı plastik cerrah, bir genç delikanlının kızına tecavüz ettiğini düşünerek -çünkü tam olarak öyle bir şey yok- onu kaçırıp, zorla yavaş yavaş cinsiyetini değiştiriyor. Eğer filmi salt bir intikam filmi olarak okumaya kalksam, oğlan mağdur duruma düşüyor, acaba bir kadın olarak tecavüze uğramanın nasıl bir şey olduğu mu hissettirilmek isteniyor diyorum ilk başta, filmin o ayağı boşlukta kalıyor sanki, senaryo açıldıkça öyle bir durumun söz konusu olmadığını anlıyorum. Alelen karısını kaybeden bir psikopatın bir bahane yaratıp hayalindeki kadını yaratma sürecine dönüşüyor film.- Bu refleksinde Freudyen (elektra kompleksi) analizler bile mümkün sanıyorum.- Yalnız filmin, sadece böyle ilginç bir konuyu işlemesi de büyüklüğünü açıklamaya yetmez, yetemez. Bugüne kadar ''bedenin ruha isyanı'nı'' işlemişti Almadovar, transeksüellerin isyanı vardı mesela. Bu sefer ise ''ruh sonradan zorla dayatılan bir bedene karşı'' ne yapabilir diye soruyor, cevabı da çok güzel veriyor. Film boyunca cinsiyetler arası geçişkenlik ve stockholm sendromu üzerine, hatta deri cerrahinin ulaştığı tehlikeli boyutları bile düşünüp duruyoruz. Filmin dört dörtlük finaline ne demeli peki; entelektüel sinemanın gereklerini en son noktasına kadar neredeyse hiç yalpalamadan (psikopat doktorun erkek kardeşini kısacık da olsa görmemizin ne kadar gerekli olduğu tartışılabilir sanki) eksiksiz şekilde yerine getirdikten sonra, melodramın kodlarını nasıl da tersyüz ediyor, aşka olan inancımızı, çok da aklımıza gelmeyen bir yerden ne de güzel tazeliyor. Bana bu final Sabahattin Ali'nin 'Değirmen' öyküsünde sevdiği kız kolsuz diye kendi kolunu fazla görüp kopartan adamın hikayesini bile hatırlattı ansızın, daha fazla anlatmayıp büyüyü de bozmamak lazım, bu kadarı bile fazla. Aslında Almadovar'ın hakkını teslim etmekle birlikte pembe dizi esteğine kur yaptığı için bana çok da fazla hitap etmediğini düşünürdüm eskiden. En iyi filmi olarak sıkça dile getirilen Volver'ı bile çok fazla sevememiştim. Bu filmin bir auteur'ün tutarlığını gösterircesine o filmle ve tabii diğerleriyle müşterek yanlarının olduğunu ancak Volver'ın da ötesine gittiğini, bir noktada bilimkurgu alt türü denemesini ancak özgün-olgun bir ustanın altından kalkabileceği bir yetkinlikte bütünleştirebildini söyleyebiliriz, minör aksaklıkları fazlasıyla giderecek bu majör hediyeye hayran kalmamak elde mi? İstanbul ve Ankara'da izleyemeyen izleyiciler şehirlerindeki sinema salonlarını kontrol edebilir. Ayrıca her ne kadar tasvip etmesek de filmin internete çoktan düştüğünü de ifade edelim, hiç izlememekten iyidir. Yıldız:* * * *
Issız Adam'ın Vintage Külotla İmtihanı
Steve McQueen'in ilk filmi Açlık öyle bir genel kabulle karşılandı, methiyeler düzüldü ki anlamak olanaksız. Utanmasalar 'politik sinema' tarihinin 1 numarasına yerleştirivereceklerdi. O zamanlar yaklaşık 23 dakikalık şu ünlü sahneden dem vuruyordum. IRA lideriyle rahibin insan bedeninin kime ait olduğunu tartıştıkları, rahibin tanrıya, tutsağın ise kendisine ait olduğunu, yeri geldiğinde silaha dönüşebileceğini söylediği sahneye. Böyle bir sahnenin izleyiciyi ziyadesiyle yorduğunu ve ''sinematik'' olmadığını savunuyordum. Misal aynı sahneyi bir edebi eserin içinde görsek ya da tiyatroda deneyimlesek değerinden hiç bir şey kaybetmiyordu, yani ancak ve ancak sinema sanatının araçları ve olanaklarıyla kotarılabilecek bir şey değildi, orta malıydı. Vay sen misin bunu diyen... nasıl da olur bir sanatsever böylesi alışılmadık bir şeyi, diyalogların yoruculuğu sebebiyle bertaraf edermiş, bu popülizm değilmiş de neymiş. Bende hemen aynı senenin filmi Sınıf'ı(Entre Les Murs) örnek göstermiş, diyalogların yoruculuğuyla bir derdim olmadığını anlatmaya çalışmıştım. Fransızca tam karşılığı Duvarlar Arasında olan film 127 dakikasının neredeyse 120 dakikasını bir sınıfta geçiriyordu ve gerçekten de benim bir Avrupa filminde çok alışık olmadığım derecede yoğun diyaloglarla ilerliyordu. Bir an olsun sessizliğe ekmek su gibi muhtaçtık. 10 saniyelik bir suskunluk bile ohh be! dedirtiyordu, anlayın artık. Ama o filmin başka türlü olmasına da imkan yoktu, bir öğretim yılına sınıfın içinden bakmaya kalkan film nasıl olabilirdi ki. Nitekim olağanüstü kamera hareketleri ve doğallığıyla tam not almıştı benden. İşte Açlık'ın eksiği böyle bir eksiklikti sinema duygusu biraz da olsa zayıftı. Yine de insafsızlık da etmedik, olumlu yanlarını da söyledik değerli, gerekli bulduk. Sözümüz topyekün abartılmasınaydı.
Gelelim vizyonda 2.haftasına giren Utanç'a. Evet bu film daha bir sinema, hatta epey bir sinema. Adeta bizim Nuri Bilge'nin Kasaba'dan Mayıs Sıkıntısı'na evrilişi kadar var. Yine odağında beden var ama bu sefer silah olarak değil haz aracı olarak. Bizde kötü örneklerini gördüğümüz Issız Adam doğru coğrafyada anlatılıyor bu sefer. New York'un göbeğinde. Bir çok kadınla çatır çutur düzüşüyor (duygu yok çünkü, sevişme değil) ama bağlanamıyor beyaz yakalı beyimiz (Brandon). Kardeşiyle sorunlu bir ilişkisi olduğunu, muhtemel ailesiyle ilgili nahoş bir geçmişi olabileceğini altını kalın kalın çizmeden, elindeki görsel aracın nimetlerinden yararlanarak perdeye yansıtıyor yönetmen, ayrıntılarla yakalamaya çalışıyor izleyeni. New York filmin sadece mekanı olmaktan çıkıp her zaman göremeyeceğimiz dingin güzelliğiyle filmin en önemli karakteri oluveriyor. Kaybedenler Kulübü'ndeki ünlü slogan pompaya devam'ı burda bir panoda improving non-stop şeklinde görmek de kaderin tuhaf bir cilvesi olmasın sakın. Ancak bizim ülkemizdeki örneklerin hem sinema dili, hem de içtenci duyarlığı-derinliğiyle üzerinde bir film Utanç. Seninki de hikaye mi diyemiyor, kolayca yargılayamıyoruz Brandon'u da diğerlerini de. Bu anlamda Issız/Kaybeden Adam filmleri arasında ders niteliğinde denebilir, en azından Türkiye için. Son sahnede Brandon'un ikinci kez gözleriyle kesiştiği ama yüz bulamadığı ''alyanslı'' kızı görünce de, film resmen aileyi kutsamaya çalışıyor diyesim geliyor. Son kertede; Bana, Hey! New York'lu dünyayı fethetmek için geldiğin bu kentte yutmadığın kadın kalmadı. Her önüne gelenle düzüşerek, her şeyi tüketerek mutlu olamaz, anca kendini tüketirsin, Brandon ne kadar da utanıyor, ıstırap çekiyor. Evlen, birine bağlan, bir düzenin olsun şeklinde bir mesaj nüfuz ederek ayrılıyorum salondan. Yine de bu hafta izlediğim iki 'beden'le ilişkili filmden hangisine verirsin oyunu derseniz, tabii ki Almadovar'a derim. Yıldız:* *
Not: Filmin tüm artılarına karşı bende yarattığı tatminsizliğin belki de en önemli nedeni hikayenin evrensel olmaması diye düşünüyorum, doğru bir coğrafyada doğru bir hikayeyi anlatıyor olabilir ancak 'yaratılar' insanı anlattığı ve 'o insan zaman ve mekanı' aşabildiği sürece büyük sanat eserlerine dönüşebilir. Maalesef bir çok insanı ilgilendirmediğini düşündüğüm bir mesele edinmiş bir film Utanç, ve Amerikan Sineması'nın görece iyi ürünlerinde bile böyle aksaklıklar yaşanması gerçekten dikkat çekici. Bu sinemayı hep Avrupa'nın birkaç adım gerisine koymaktan kendimi alamıyorum. Bir arkadaşım Amerikan Sineması'nı kentlerinin, yaşam biçimlerinin bütün pisliğini gösterdiği için sevdiğini söylemişti bir zamanlar ama o pislikler biraz spesifik ve ne kadar hayati acaba... Sanırım bunun temelinde tarihlerinin olmaması; rönesanslarının, reformlarının olmaması yatıyor. Ne olursa olsun Terrence Malick'in Hayat Ağacı'nın bende bıraktığı oldukça olumlu iz, son derece evrensel olmasıyla Amerikan Sineması'na bakışıma farklı bir boyut katabilmesinde yatıyor.
Suçlu Kim?
Bir kadın yönetmenin elinden çıkmış olan ''Kevin Hakkında Konuşmalıyız'' da haftanın öne çıkan filmlerinden. Nedense Cannes Film Şenliğinden bu yana bir hayli ses getirdi, bazı eleştirmenleri heyecanlandıramasa da sevenleri çokça vardı. Halbuki Cannes'da hiç böyle konulara değinen film görmemişler sanacağız bizde. Roman uyarlaması olan film bir annenin oğluyla sorunlu ilişkisini anlatıyor denebilir. Gördüğümüz kadarıyla anne olmaya çabalıyor kadın ama biraz zorlanıyor gibi, oğlu da kelimenin tam anlamıyla bir şeytan olarak yetişiyor ve filmin sonunda da yapacağını yapıyor. Filmin içinde bir takım boşluklar var. Bu çocuğu bu kadar kötü biri haline getiren anne midir? Bu soruya film boyunca bir türlü ikna olamıyorsunuz. Şayet öyleyse diğer küçük kızı niye bir meleği andırıyor. Film yazarının-yönetmeninin kadın olmasından mıdır, fazlaca annenin penceresinden bakıyor. Son sahnesine kadar neredeyse bazı insanlar tabiatı gereği kötüdür gibi noktaya gelsek de, en son sahnede annenin iletişimsizliği/sevgisizliği suçlu diyebiliyoruz nihayet. Filmi fragmental yapısı ilginç kılıyor, kusurlarını mı örtüyor acaba. Örneğin annenin uzak geçmişiyle ilgili bir kaç sahne dışında çok yorum yapamıyoruz. Öykü içinde geçmiş, daha geçmiş, günümüz arasında gidip gidip duruyoruz, haliyle 'ince kurgu' başarısı demek bu, belli bir estetik tutarlığa ve güce de sahip film, oyunculuklar da şahane, yine de ''suçlu çocuk'' hikayelerinin yetkin örneklerine imza atan Haneke ve Gus van Sant gibi isimlerin filmlerini izlemişken tatmin oldum diyemeyeceğim ama saygıda kusur da etmem. Özellikle yukarıda saydığım yönetmenlerin tadına varmamış olanları çarpması muhtemel. Yıldız:* *
Tomas Alfredson'dan Hayal Kırıklığı
Akademi Ödülleri öncesi perdede ardarda şans bulan film güruhunun bir örneğinden de bahsetmek istiyorum. Yaklaşık 3 yıl önce ''Gir Kanıma'' ile belki de sinema tarihinin en yaratıcı vampir filmine imza atmıştı Alfredson, filmin özgün romantizmi ve sinefil duruşu hiç de ummadığımız bir mutluluğa gark etmişti bizleri. En son Altın Koza'da karşılaştığım yönetmen Venedik'ten ayağının tozuyla gelmiş ve bir çok sahnesi İstanbul'da geçen bir filmden söz etmişti. Bir önceki filmin huşusu içinde çok merak etmiştik bu filmi. Türkiye'de gösterilen adıyla Köstebek, sinema tarihinde çokça örneğine rastladığımız casus filmlerinin bir yenisi. 2 yıl önce Soğuk Savaş dönemini işleyen Kustrica'nın oyuncu olarak görev yaptığı Elveda ya da farklı bir konuyu işlese de Oscar'lı Gözlerindeki Sır gibi bir çizgide ilerliyor film, belki biraz daha karmaşık ve yavaş denebilir. Dağınık ama sağlam kotarılmış, bol diyaloglu, sonra taşları yerine oturtan vs. Biz bu filmi bir yerlerde izledik diyesim geliyor. Tabii Gir Kanıma mücevherinden sonra Abd'ye gidip ana akım bir iş çıkarması çok üzücü. Bu tarz filmler için söylenen 'ırmak film' ve sanat yönetimi denen olguların altından kalktığı söylense de bizce hiç bir esprisi yok. Tek kayda değer tarafı Budapeşte'deki kafe sahnesi. Parlak bir dönemden geçtiği söylenebilecek Amerikan bağımsız sinemasının yanında, Hollywood'un bir parçası olmayı kafayı takan Avrupalı yönetmenler görmek gerçekten üzüyor. Yıldız:X

18 Ocak 2012 Çarşamba

İçinden arabaların geçtiği bir sevgi filmi!

Danimarka ilginç biçimde dünya sinemasına önemli yetenekler kazandıran bir ülke. En başta Lars von Trier, akabinde Susanne Bier, Christopher Boe ve son olarak da Nicolas Winding Refn. Esasen Refn'i daha önce çektiği Pusher serisiyle tanıyan tanıyor ama sanırız ki, son filmi Drive ile önünü epey açtı. Ülkemizde 10 Şubat'ta vizyon bulacak Drive'ı ön gösterimde izleme şansına nail olduk. Film konu işleyişi olarak Hollywood'a yakın duruyor. Aslında ilk yarıda Amerika'da çekilmiş bağımsız bir film deme noktasına gelsek de, ilerleyen dakikalarda o noktadan kopmasak da biraz uzaklaşıyoruz. Tarantinovari demek, belki film-noir'ları hatırlamak mümkün. Adını dahi bilmediğimiz bir adam ''Drive'r'' (Ryan Gosling) araba sürme konusunda ustadır, gündüzleri kaza sahnelerinde dublörlük ve araba tamirciliği yapar, geceleri ise soygun işlerinde çalışır. Bir gün komşusu İrene (Carey Mulligan) ile yakınlaşır ancak kısa bir süre sonra genç kadının hapisteki kocası çıkar ancak onun da başı beladadır ve başka bir soygunda bizim sürücü ona yardım eder, sonrası ise pek tanıdık. Kabul etmeliyiz ki daha ilk sahnelerinden itibaren karşımızda son derece zarif bir film var. Hayatın sesini kısan, akışını yavaşlatan (yer yer Wong Kar Wai'yi hatırlatacak denli) gerek aydınlatması, gerek ses tasarımı ve müzikleriyle şapka çıkarmamanın mümkün olmadığı bir seyirlik. Özellikle müzik sözkonusu olunca Cliff Martinez'in de adını anmamız gerekiyor. Tabii bu kadar hoş bir filmin, Cannes'da aldığı ''Mizansen/Yönetmenlik'' ödülünü hakettiğini düşünüyorum, filmi orada izleyen bir arkadaşımın salonun yarısı kustu dediği kanlı sahnelerin bile, ekseriya ilkinin muhteşem estetize edildiğini söylemem şart. Yalnız ne yazık ki hikaye bir noktadan sonra klişelere boğuluyor (düpedüz B-movie'ye evrilmeye kalkışıyor) ve ne olacağını, nasıl biteceğini rahatlıkla sezebiliyorsunuz. Böyle de olunca bütün müspet yanlarına rağmen, ayağa kalkıp alkışlayamıyor ve kekremsi bir tatla salondan ayrılıyoruz. Yazıya başlık bulamadığımı, önce romantik-aksiyon bir tutam da gerilim türüne Avrupai bir duruş gibi bir şeyi... sonraysa, içinden arabalar geçen bir sevgi filmi demeyi düşündüm ve ikinci yarıdaki katliam sahnelerine rağmen, duygu pataklayıcı bu yapıma bu başlığı uygun gördüğümü belirteyim. Son olarak önümüzdeki süreçte filmin içindeki derinsizliğe rağmen Oscar Akademisi'nin pek sevemeyeceğini ve önemli ödüllerle taltif etmeyeceğini düşündüğümü de ekleyim. Yıldız:* *

23 Aralık 2011 Cuma

2011'İN EN İYİ FİLMLERİ:

10-SCHASTYE MOE/MUTLULUĞUM: Daha önce çeşitli filmlerde de görmüş olduğumuz bir konuyu işliyor. Aslen hiç kimse suçlu değildir, onu o hale toplum getirir savından yola çıkan filmin yaratıcısı kamerasını Rus bozkırının orman kanunlarıyla işleyen yapısına çeviriyor, en başta sıradan ve masum görünen ana karakter bozkırda öyle bir kayboluyor ki; başına gelmeyen kalmıyor ve en sonunda suçlu suçsuz demeden herkesi öldüren biri haline geliyor. Tabii bütün bunları Rus-Romen sinemasına has etkili bir sinema diliyle henüz ilk 'kurmaca' filminde dile getirince de bu listeye girmeye hak kazanıyorsunuz.

9-MİDNİGHT İN PARİS/PARİS'TE GECE YARISI: Woody Allen son filminde, kanımca en iyi filmlerinden birine imza atıyor. 'Paris'e duyduğu 'aşk'ı açığa vuruyor, önce kartpostal niyetine gördüğümüz enfes kentten parçalar, sonraysa Paris'e gelen yazarın kentin geçmişinde kayboluşu... Film bir kez daha yaşadığımız anın ne kadar değerli olduğunu hatırlatmak istiyor sanki, anlayana tabii. Aslında her insanın 'yaşayamadığı bir geçmiş'e özlem duyabileceğini, bunun sonu gelmediğini eğer her ne yaşamak istiyorsak, en başta da aşkı 'şimdi' yaşayabileceğimizi fısıldıyor kulağımıza. Kendi olgun mizahi imbiğinden geçirerek yapıyor bunu. Sonucunda da hem seyri zevkli hem de önemli şeyler söyleyen bir film çıkıyor.

8- LE GAMİN AU VELO/BİSİKLETLİ ÇOCUK: Dünya Sineması'nın önemli ustalarından Dardenne'lerin çizgilerinden hiç taviz vermeden yine bir çocuğu anlattıkları film, onların en azından anlatım biçimiyle kendileri yenilemedikleri şeklinde küçük bir eleştiriye açık olsa da belli standartların epey üzerindeki dokusuyla takdirimizi bir kez daha kazandı.
7-SOMEWHERE/BAŞKA BİR YERDE: Bizleri bir Hollywood yıldızının ışıltılı dünyasına götüren film, bizde 'Issız Adam' ve sonrasında 'Kaybedenler Kulübü' ile oluşturulmaya çalışılan, yakışıklı, kariyerli, cinsel hayatı dopdolu insanların abuklamalarına değil de gerçek anlamda böyle bir yaşam tarzına sahip insanın; sevgiden, aşktan uzak olduğu sürece cinsellikteki doyumun onu yalnızlıktan kurtaramayacağını, mutlu edemeyeceğini; Antonioni filmlerini andıran son derece dingin bir atmosferde ele alarak gönlümüzü kazandı.
6-A TORİNOİ LO/TORİNO ATI:
Yılın belki de en sıradışı filmi. Hayatımızın monotonluğunu/amaçsızlığını kafamıza kazırcasına tekrarlara bolca başvurarak anlatan, 'sıkıcı' tabirini alması muhtemel bir film. Nietzsche'yi bir daha iyileşmemek üzere yatağa bağlayan atın akıbetinin üzerine giden bunu yaparken de sahibi ve onun kızını da odağına alan Bela Tarr'ın eseri felsefi derinliğinin yanısıra oldukça stilize tarafıyla da sinemada izlenmeyi haketmişti. Katıksız bir sanat sineması örneği Torino Atı.

5-BIUTIFUL: Kesişen yaşamları sinemasına ustalıkla yediren İnarritu'nun daha doğrusal çizgide ilerleyen bu örneğinde, Barcelona'nın Nou Camp ve Katalonya romantizminin ötesinde insanları suçun ve yoksulluğun cenderesine nasıl aldığını, küresel ekonomi politiklerin küçük insanların hayatını nasıl da mahvettiğini ve tertemiz bir insanın bile bu pisliğin içinde başkalarına hiç istemeden de olsa zarar vermesinin trajedisini duygusal-gerçekçi diyebileceğimiz olağanüstü bir melodram janrına gözkırparak bizlere sunmuştu Biutiful. Özellikle hiç bir müziğin kullanılmamasına rağmen bizleri gözyaşlarına boğan Javier Bardem'in canlandırdığı Uxbal ile kızının tuvalette birbirlerine sarıldıkları sahne hala hafızamızda dipdiri.

4-JODAEİYE NADER AZ SİMEN/ BİR AYRILIK NADİR VE SİMİN: İran sinemasının son dönemlerdeki en çarpıcı örneklerinden biriydi. Son derece yalın, ustaca kotarılmış yönetmenliğinin yanısıra mükemmel bir senaryoya ve oyunculuklara sahip film kendi toplumunun açmazları üzerine klinik bir raporun tüyler ürpertici soğukluğunu içimize işledi. Bir yandan sınıflı toplum üzerine de düşünme olanağı tanıyan film, 'sanatın sesi ne kadar olumsuzluk varsa o denli güçlü çıkar' tezini savunanları haklı çıkaracak cinstendi.
3-DES HOMMES ET DES DİEUX/ TANRILAR VE İNSANLAR: Tek kelimeyle Fransız sinemasının farkını/üstünlüğünü ortaya koyan bir yapım. Tamamen gerçek bir olaydan yola çıkarak çekiciliğini kat be kat arttıran film, yönetmeninin hiç bir ticari ya da dini kolaycılığa en ufak bir bakış atmadan alabildiğine tutarlı ve etkili bir şekilde perdeye yansıttığı önemli bir psikolojik-dramdı. Keşişlerin inançlarını sorgulamadığı ve meselenin tek boyutuna baktığı gibi sert eleştirilere maruz kalsa da, en başından beri bir filmin her şeyi anlatamayacağını, tuttuğu dalın da çok sağlam bir yerde olmasının çok değerli manaya geldiğini savunduğum filmi birçok eleştirmen arkadaşımın görmezden geldiğini düşünüyorum.

2-BİR ZAMANLAR ANADOLU'DA: Ülkemizin gururu bir film, ilk sıraya bile koymayı düşündüğüm ancak birazcık da olsa duygusallığın önplana geçmesinden korktuğum için 2. sırayı daha uygun bulduğum film, Nuri Bilge Ceylan'ın estetik derinliğinin az da olsa devinimli kamerayla ulaştığı son nokta. Üstelik senaryosu ve diyaloglarıyla da kendi sinema tarihimizin en iyilerinden olan bu yapıt,tıpkı Antonioni'nin Blow Up'taki cinayet meselesinin filmi sürükleyen 'araç' olmasının dışında aslında bizi ilgilendiren bir mesele olmadığı, çok daha derin mevzuların tartışılmasına kapı açtığı gibi buradaki gömülü ceset de aynı işleve sahip. Onu arayanların da aslında katilden bir farkı olmadığı, hiyerarşinin, yalanın, aslında taşrada kanın en masum görünene bile sıçradığının, hatta Anadolu'nun nasıl da öteki olduğunun, geri kalmışlığının 'aracı'. Hitchcock'un macguffin'inin modern örneklerinden biri. Nuri Bilge Ceylan'ın Tarkovski, Antonioni, Bresson gibi ustaların dışında Sergio Leone ve Romen Sineması'nı da takip ettiğinin ve kendi eserlerine ne kadar incelikli bir özgünlükte nakşettiğinin kanıtı. Onu Dünya Sineması'nın üst sıralarında görmeyi bir yana bırakın, filmini festivallerden sonra ilk izleyen ülkenin çocuklarından olmak en büyük ayrıcalık.

1-THE TREE OF LİFE/ HAYAT AĞACI: Yılın tartışmalı filmlerinden biri. Bir çok insanın anlamakta zorluk çektiği, karışık bulduğu, Heidegger'in öğrencisi, filozof sinemacı Terrence Malick'in son vuruşu. Her ne kadar hayatın anlamı üzerine bir deney olarak düşünüldüğünde modası geçmiş bir çalışma gibi görülse de günümüzden 13 milyar yıl önceye flashback yapan benim bildiğim ilk film olması şöyle dursun, sinema dilini yenileyen, görsel-işitsel açıdan incelikli kelimesinin yetersiz kalacağı, mükemmellik mertebesini de aşabilecek, teist/panteist bir bakışın hakimiyetinin hissedildiği anda pat diye Tanrıyı sorgulamaya kalkan bu filmi her ne kadar edebiyatın gücüne erişemese de Dostoyevski'nin Karamazov Kardeşler'de yapmak istediğinin aşırı serbest bir uyarlaması olarak düşünmekte bile sakınca görmüyorum ve değerinin ilerleyen yıllarda daha da farkedileceğini umuyorum. Filmi Cannes'da izleyip yerden yere vuran bazı eleştirmen arkadaşlarımın Türkiye'de tekrar izlediklerinde daha olumlu yargılarda bulunmaları da bunun bir göstergesi aslında.
Önemli Not: Diğer sitelerdeki, mesela Ntvmsnbc'deki listeler 2011 yılında sadece Türkiye'de vizyona giren filmleri baz alarak yapılıyor. İlk başta ben de öyle yapmayı düşünmüştüm ancak çok da doğru olmadığına karar verdim ve bizde vizyon gören filmlerin yanı sıra vizyon göremeyenleri ve artık bundan sonra göremeyecekleri de kattım. Önümüzdeki aylarda vizyon görme olasılığı bulunan filmleri (Örneğin; The Artist) ise almadım. Eğer bu listeye girmeyi hakedip de izlemediğim için veya unuttuğumdan dolayı alamadığım varsa da affolsun.

16 Aralık 2011 Cuma

Gezici'den Notlar...

Gezici Film Festivali bu yıl da kent kent gezmeye devam ediyor. Bu yılın ilginç ve son derece önemli gelişmelerinden birisi 6 yıldır salon bulamadığı için gelemediği İzmir'e uğrayacak olmasıydı. İzmir dört milyonun üzerindeki nüfusuna ve bolca Üniversitesi'ne rağmen sanatsal aktivitelerden pek de nasibini alamayan bir yer. Ne var ki yoğun çabalar sonucu, Avm'ler ile baş edemeği için kapanan Konak Sineması da açıldı ama ne açılış... Uzunca bir süredir tadilatı süren sinema, özellikle Gezici'nin son durağı olmuştu ve program 15 Aralık Perşembe günü saat 10.00'daki gösterimle sinemaseverlere kapılarını açacaktı. Sabahın erken saatinde yollara çıktık, sinemaya vardığımızda ortalık toz toprak içindeydi ve bir tek görevli bile yoktu. Neyse ki Gezici ekipten birilerini bulduk, onlarda şoktaydı, bize bugün verildi, bobinlerimizle geldik ama film gösteremiyoruz diyorlardı, isyanlardaydılar. Bir grup işçi salonda harıl harıl koltuk montesiyle uğraşıyordu. Yaşananlar acı tabii, millet işini gücünü bırakıp geliyor, dahası yetişmeyeceği anlaşılmasına rağmen Konak Sineması'nın sosyal medya sayfalarında da hiç bir bilgi yok (sabah itibariyle). Gezici'ye 3 kaldı, 2 kaldı, 1 kaldı diye reklam yapıyorlar. Burada tipik bir 'yurdum insanı sendromu' yaşadığımızı söyleyebiliriz. Ülkemizin bir çok marazından bir tanesi de işlerini pisi pisine yetiştirme çabası. Sözgelimi sınava çalışması için bir hafta zamanı olan öğrencinin son geceye bırakması gibi bir şey bu. Festivalin 1 gün rötarlı başlayabileceği ve bunun da ne kadar saygısızca bir şey olduğunu bu yetkililer nasıl düşünemez. Sanırız ki son dakikada da olsa yetişir umudu taşıdılar ama ne yazık ki bu işler böyle yürümüyor, siz olabildiğince önceden bitirmelisiniz, öyle hazırlanmalısınız ki, olağandışı durumlarda da yeterli krediniz/zaman payınız kalabilsin. Umarım tecrube olmuştur organizatörler için. Olan bizim ilk gün izleyemediğimiz 3 filme oldu.
Neyse ki ilk izlediğimiz film, ilk günün acısını yok etmese bile epey azalttı. Karl Markovics, oyunculuğuyla bilinen bir isim. Yalnız, ilk filmi 'Nefes' 'Bir ilk film nasıl olmalıdır?' sorusunun, özellikle bizim okullarda müfredata geçebilecek kalibredeki örneğiyle alkışlandı. Film başlar başlamaz ıslah evindeki 18 yaşındaki karakterimizin soyunması, beni 2 yıl önce izlediğim Jacques Audiard'ın muhteşem epiğine, bizde Yeraltı Peygamberi olarak gösterilen Bir Kahin'e götürdü ama asıl hatırlamam gereken filmin çok başka bir film olduğunu çok geçmeden hatırladım. Japonya'ya Oscar getiren 'Gidişler' filmiydi bu ve ilerleyen süre içerisinde bu filmle kurduğu güçlü yakınlık şaşırtıcı dereceye vardı çünkü genç karakterimiz bir levazımatçılık işine giriyor ve ilk etapta haliyle çok zorlanıyor daha sonra alışmaya başlıyor, akabinde de onu küçükken bırakıp giden annesine ulaşmaya çalışıyor ve yaptığı bu iş hayata bakışını derinleştiriyor, olgunlaştırıyor sanki. Gerçekten iki film arasındaki benzerlik çok dikkat çekici, bu da 'Nefes'in aşırı esinlenme bir film olduğu izlenimi yaratabiliyor seyirci de daha doğrusu 'Gidişler'i izlemiş olanlar da. Yalnız 'Nefes'in önemli bir farkı var; 'Gidişler' gibi Hollywood öykünmesi bir anlatıyı alabildiğine reddetmesi, o filmin özellikle sonlarında buram buram kokan melodramına prim vermemesi. 'Nefes' büyük ölçüde minimalist diyebileceğimiz bir sanat sineması örneği. Filmden çıktıktan sonra bu yıl Gezici Film Festivali'nin özel bir bölüm açtığı çoğunlukla dünyanın geleceği olan gençleri odağına alan Dardenne'leri de bir kez daha hatırladım kendimce. Onların hiç de yabancısı olmadığı bir doğrultuda dünyaya bakıyor çünkü 'Nefes'. Sevgisiz bir çocukluğun, nasıl da şiddete götüreceğini ve ölümün 'nefes'inin hepimizin ensesinde olduğunu, kaçınılmaz olduğunu ve ölümün olduğu yerde ayrılıkların boşuna olduğunu anlatıyor... Günün diğer filmi 'Ödül' ise beklentileri karşılayamadı. Berlin'den aldığı Gümüş Ayı'sına (sanatsal başarı) güvendiğimiz film, bu ödülün altından kalkacak cinste bir yapım değil. Darbe görmüş herkesin kendinden bir şeyler bulabileceği bir film şeklindeki tanıtım yazısından sonra, ilk başta 1980'de dünyada değildik, filme karşı mesafem acaba ondan mı diye düşündüm ancak filmin yetersizliğini böyle kişisel bir cümleyle açıklayamayacağım kanaatine vardım. Şayet 20 dakikalık bir kısa film olsaymış da değerinden bir şey kaybetmezmiş dedik mi, meseleyi açıklamış oluyoruz aslında. Her zaman ısrarla dile getirdiğim bir iddia var: Görüntünün-sinematik anlatımın tabiatı gereği gücünü 'zaman'dan aldığı yönünde, belli bir süreye ulaştığı, hatta onun da üzerine çıktığı anda değerli bir esere dönüşür filmler. O yüzden sinemayı (uzun metraj) bir sanat olarak görmeme rağmen kısa filmi sanat formu olarak görmem. İşte bazı filmler de vardır ki kısa olsa daha iyi olurmuş bile dedirtir, en azından 'Ödül' gibi 1.5 saati aşan bir süre koltukta boşu boşuna oturmamış olursunuz, anlatacağı azıcık şeyi anlatır ve hemen biter. Ödül'de askeri darbe sürecinde saklanmak zorunda kalan anne ve kızının hikayesine tanık oluyoruz; kız sıkkın, anne perişan, neyse ki kız arada bir okula gidiyor, filmin sonlarına doğru kızın okul macerası filmin heyecanını artırır gibi olsa da yeterli olamıyor. Yönetmenin el kamerası, son derece doğal oyunculuk ve yerli yerinde, ortamın ruh halini yansıtan gergin müzikle belli bir stil oluşturmaya çalıştığı aşikar. Ancak, kısa filmden uzun film çıkarmaya çalıştığı da her halinden belli. Darbe sinemasına yeni hiç bir şey getirmeyen, bizi belli bir boyuta taşıyamayan, sıkıcı bir seyirliğe dönüşüyor film.
Fesivalin ikinci gününü ise Lodz Film Okulu'ndan Kieslowski'nin öğrencisi olan Greg Zglinski'nin ilk hasadı 'Cesaret'i ile açtık. Gerçekten de hocasına sadık bir sinema yapmaya çalışmış. Kardeşiyle problemler yaşayan tabiri caizse 'deli cesareti' olan bir adamın kardeşine saldıran serseriler karşısında hiç bir şey yapamaması ve sonrasında vicdanıyla baş başa kalmasını konu ediyor film. Gerçekten bu denli mangal yürekli bir insan evladı,nasıl oluyor da asıl harekete geçmesi gereken durumda hiç bir şey yapamıyor. Kieslowski'nin meselelerini henüz olgunlaşmamış ama düzeyli bir sinema diliyle anlatan Zglinski'yi kutlarız, şimdilik. Bir ilk film şovuna dönüşen festivalde izlediğimiz diğer bir film ise Cannes'da en iyi ilk filmlere verilen Altın Kamera'nın sahibi ' Akasyalar'dı. Filmin neredeyse tamamı kamyonda geçiyor. Paraguay ile Arjantin arasında kereste taşıyan şoför yanına bir kadın ile küçük kızını da alıyor, hepsi bu. İlk gün Ödül'e söylediğimiz gereksiz uzun eleştirisini yapamıyoruz ama. Akasyalar, aslında psikolojik bir film ve adamdaki duygusal değişimi de son derece yalın bir şekilde milim milim işliyor, filmin sonunda da sevimli bir sürprize imza atıyor yönetmen, bir ilk film olarak kayda değer. Günün sonunda izlediğimiz film ise yerli bir yapım olan 'Geride Kalan'dı, malum o da bir ilk filmdi. Kadın yönetmeni Altın Portakal'da aldığı Yönetmen ödülünün altından alnının akıyla kalkıyor. Gerçekten zanaat incisi bir film bu ama o kadar, fazla bir şey beklememek lazım. Kocasının aldattığı bir kadın ve öbür kadın ile onun eski kocasının çetrefilli hikayesini anlatırken, bizleri zenginleştirecek, ufkumuzu açacak bir şey bulmak zor filmde. Kocalarına bağımlı yaşamak zorunda kalan kadınların gerilimli hikayesini teknik ve senaryo açısından oldukça başarılı bir şekilde perdeye yansıtmaksa derdi, hay hay. Eee peki 'geriye kalan' ne? Temposu, seyir zevki yüksek bir film, başka da bir şey değil.

27 Ekim 2011 Perşembe

''Sev yoksa boşa yaşarsın''

Terrence Malick'in son filmi The Tree of Life Cannes'da eleştirmenleri tam anlamıyla ikiye bölmüş, kazandığı Altın Palmiye çokça tartışılmıştı. Film alabildiğine naif ve kendine has sinemasal yoğunluğu, insan hayatına dair derin bir tavırla birleştirebilmesi sayesinde bana oldukça dokundu. Şahsen milenyum çağında Atlantik ötesinde Gus van Sant, Jim Jarmush, Sofia Coppola, Woody Allen ve İnarritu dışında birini daha sevebileceğim konusunda tereddütlerim vardı ama sanırım Terrence Malick onların da ötesine gidebilecek, 2000'li yıllarda ''Yeni Kıta''dan çıkan hoş sürprizlerden birine imza attı.
Filmekimi'nde, Cannes Film Festivali'nde öne çıkan çeşitli filmleri izleme olanağına sahip olmuştuk. Ancak yıllar sonra Altın Palmiye'li bir film seçkiye dahil edilmiyordu. Bunda filmi pek beğenmediğini bildiğimiz İksv Sinema Başkanı Azize Hanım'ın (Tan) ne kadar etkisi var bilemiyorum ama seçkide olsaymış da fena olmazmış demek lazım. Beni tanıyan ya da yazılarımı az çok okumuş kişilerin çok geçmeden farkedeceği gerçek, her ne kadar sinemanın sanat olarak yaşayabilmesi için gerekli olsa da ticari sinemaya karşı olan tavrımdır. Yanlış anlaşılmasın karşı değilim, onun da gerekli olduğunu düşünüyorum, fakat izlemekten pek haz almıyorum açıkçası, ne yapalım. Ticari sinema deyince akla hemen bu işin beşiği olan Hollywood geliyor, ABD geliyor. Böyle olunca da orada yapılan hemen her şey -vizyona aldanarak- aynı kefeye konuyor. Aslında bir açıdan da doğru. Orada sinema yapmaya çalışan hemen herkes bu tuzağa düşme riskiyle karşı karşıya. Bugün kimse bana Aronofsky, Coenler, Soderbergh ve Tarantino'nun bağımsız olduğunu söylemeye çalışmasın, olsa olsa yarı bağımsız olurlar, belki. Terrence Malick'e gelince açıkçası durum daha farklı çünkü adam uzun aralıklarla film yapıyor, doğru dürüst fotoğrafları bulunmuyor, ödülleri almaya gelmiyor, felsefe öğretmenliği yaptığı söyleniyor... Sinema Tarihi'nin en sıradışı adamları listesinde, fazlasıyla asosyal karakteriyle başı çekmeye aday. Son filmi Fransız Riviera'sı Cannes'daki galada alkışlar ve yuhalamalar birbirine karışmış, çok farklı tepkiler almıştı. Film dini referanslarla başlıyor, ilerleyen süreçlerde de bunlardan yararlanıyor. Film boyunca Tanrıcı bir tavır seziliyor, hatta gümbür gümbür kafamıza vuruluyor demek bile olası. Kamera habire bizi eziyor, bizi altına alıyor, gökyüzünü gösteriyor da gösteriyor. Şayet filmle ilgili tek eleştirebileceğim nokta da burası. Benim gibi ''seküler'' bir dünya görüşüne sahip insanları filmden soğutan da özünde bu aslında. Yine Malick'in derdinin bunun çok ötesinde olduğunu sezinlemek, filme muhtelif yorumlar getirmek de mümkün. En nihayetinde üç çocuklu bir aileyi bir çocuğu odağına alarak anlatan filmde, esas mesele; doğanın kanunlarıyla yaşayan, gerekirse kötü insan olmayı, küçük balığı yutmayı, ekonomik liberalizm/faşizm; açık şekilde ''sosyal darwinizm''i temsil eden baba ve inayeti (iyilik,lütuf) temsil eden ana arasında kalmış bir çocuk anlatılıyor. Filmin yaratılışçı bakış açısına daha yakın olduğu hissedilse de, izleyiciyi manipüle edebilecek bir hali yok. Malick hayata anlam katma çabamız üzerinden bir hayat yelpazesi, ''hayat ağacı'' sunuyor. Siz ister ''agnostik'', ister ''teist'', ister ''deist'', isterseniz ''ateist'' olun; ister ''yaratılış'' deyin, isterseniz ''varoluş'', hayatı bir şekilde anlamlandırmak zorunda hissedersiniz kendinizi, kendinizde bir yaşama gücü bulmanız gerekir. Bu film biraz da onunla ilintili aslında. Malick sanırız ki teist bir Hıristiyan ama önemi yok. The Tree of Life, her ne kadar boy ölçüşmesi zor olsa da konusu, hatta bir açıdan sinematografisiyle hemencecik Tarkovski'nin ''Ayna''sını akla getiriyor, orada da bir ana ve yitirilen bir çoçukluğun masumiyeti başat konumdaydı. Yine yer yer hayatın anlamı üzerine zorlayıcı bir deney olan Gaspar Noe'nin ''Boşluk'' isimli filmini de hatırlamak olası. Transandantal Sinema bağlamında; Tarkovski'den sonra akrabalıkları sezilebilecek bir başka yönetmen Bela Tarr'ın, Torino Atı'nda yapmak istediğinin tamamen karşı kutbu olarak da okunabilecek bir film. Tarr'ın alegorik evreni ne kadar karamsar ve ölümü bekleyen bir noktadaysa, bu film de bir o kadar yaşama tutunma derdinde. Ancak aynı yılın mahsülü olan Trier'in Melancholia'sı ile bazı sahnelerine aldanıp lütfen kıyaslanmasın, o film altı boş karakterleriyle son derece derinliksizdi. The Tree of Life'ın film anlatısının içine bolca yerleştirilmiş tabiatın güzelliklerinin yanı sıra, Stanley Kubrick'e nazire yaparcasına yarım saatlik evrenin oluşumu bölümü var ki; gözlere muhakkak iyi gelecektir. Big bang, mikroorganizmaların oluşumu, balıkların oluşumu, dinozorların ortaya çıkışı ve bir göktaşının dünyayı vurması sonrası yok oluşları, en sonunda filmimizin ana karakterlerinin yakınlaşması ve daha sonra epey büyümüş haline de tanık olacağımız, dev binaların arasına sıkışan bir yaşamı olacak çoçuğun doğumu ve adım adım büyümesi. The Tree of Life tekrar tekrar izlenip, farklı yerlerinden tutarak üzerine çok farklı yorumlar getirilebilecek derecede felsefi yoğunluğa sahip özel bir film, tıpkı Bir Zamanlar Anadolu'da gibi. İkisinde de Dostoyevskiyen lezzetlere ulaşmak mümkün ama burada o yoğunluk daha da fazla. The Tree of Life'ın Karamazov Kardeşler'le farklı bir düzlemde de olsa ruh bağı olduğunu bile söyleyebiliriz. Olağanüstü enstantaneleriyle Emmanuel Lubezki ve sountrack de imzası bulunan Alexandre Desplat'a da parantez açmadan geçmeyelim. Küçük çocuğumuzun büyümüş halini 5 dakikacık da olsa canlandıran Sean Penn'i daha uzun süre görmek istediğimizi de belirtelim. Şiirsel bir sinema duygusunu çok güçlü bir şekilde izleyicisine geçiren bu eserle ilgili yazımızı da 2.5 saate yakın süresinden sonra ulaşabildiğimiz kozmik sırla bitirelim. Ontolojik bakış olarak nerede konumlanırsak konumlanalım, bu dünyada yaşayan herkes için ortak olacak, filmin bizdeki karşılığı olan cümleyi söyleyelim. Tıpkı annesinin çocuğuna dediği gibi: ''Sev yoksa boşa yaşarsın''. Yıldız:* * * *

16 Ekim 2011 Pazar

FİLMEKİMİ'NDEN KALANLAR

İlk izlediğimiz İtalyan usta Nanni Moretti'nin Habemus Papam'ı oldu. Papa ölmüştür, yeni bir papayı seçmek için Kardinaller Meclisi toplanmıştır ama adaylardan birçoğu içten içe Tanrım beni seçme diye haykırmaktadır, uzun uğraşlar sonucunda papa seçilir ancak meydanda toplanmış halkı selamlamak üzereyken bir anda cayar, bunu yapamaz. Ardından ünlü psikiyatrist ve tabii ki materyalist Nanni Moretti çağrılır, sonrasında da olanlar olur. Nanni Moretti bu filmiyle papalık kurumuyla fena halde dalga geçiyor, filmde bu kurumun içinde yoğrulan insanların bile içinde bulundukları iki yüzlü durumu sorgulaması için kapı açıyor. Belki de her toplumun din kurumunu sorgulaması için bir fırsat tanıyor. Film çok da uzun sayılmayacak bir zaman diliminde bunu alabildiğine dengeli bir biçimde yaparken, çok ince bir mizahı da anca usta bir sinemacının altından kalkabileceği şekilde içine yediriyor. Son derece yetkin bir sinema diliyle dikkat çeken bu eseri alkışladık, Cannes'dan eli boş dönmesini biraz yadırgadık. Ayrıca geçen sene bu zamanlar izlediğimiz Angeloupulos'un Zamanın Tozu'ndan sonra Michel Piccoli'yi ilerleyen yaşına rağmen fazlasıyla formunda görmek de bizleri çok sevindirdi. 
Yıldız:* * *
İkinci izlediğimiz film ise farklı bir merak unsurunu içinde taşıyordu bizler için. Malum bakmaya doyamadığımız Bir Zamanlar Anadolu'da'mız ile 2.liği (Jüri Büyük Ödülü) paylaşmıştı. Peşinen söyleyelim; Bisikletli Çocuk oldukça iyi bir film. Şayet Dardenneler ile hiç karşılaşmamış olsak bayılırız bu filme de, biz bu adamların filmlerini gördük, dertlerine de ortak olduk, yine aynı filmi yapmışlar hissiyatını maalesef ki yaşadık. Bir yönüyle tutarlılık olarak görülebilecek bu durum, sinemayı sanat olarak gören bizler için bir eksi puan olarak haneye yazılıyor çünkü ''sanatın dili biçimlerin ve onları aşabilmenin de dilidir'' aynı zamanda, bunu da yadsıyamayız. Babasının istemediği bir çocuğun çırpınışları ve bir kadının ona kucağını açmasını anlatan film, aslında bizlere sevgisiz bir çocukluğun nasıl da şiddete, kötülüğe yönelteceğini Dardenne'lere yakışır şekilde belgesel estetiğine yakın, yalın bir biçimde anlatıyor. Her ne kadar yönetmenlerinin kendilerini aşamadığını söylesek de yaptıkları film, yaşadığımız dünyanın fazlasıyla içinden olması ve çok iyi oynanması, kusursuz çekilmesi sebebiyle takdirimizi kazanıyor, bir ödül almayı hakettiğini düşünsem de o ödülün Bir Zamanlar Anadolu'da ile aynı ödül olması düşündürücü... Yıldız:* * *
Filmekimi'nin ikinci gününde izlediğimiz Michel Hazanavicus'un Artist'i ise tam anlamıyla kalbimizden vurdu. Bir orjinal retro'ya imza atan yönetmenin filmi sinemaya bir saygı duruşu niteliğinde. İlk sesli filmin çekildiği tarih olan 1927'de başlayan film, büyük buhranın ertesinde sessiz filmleri terk eden prodüktörler ile bir sessiz dönem oyuncusu olan George Valentin arasındaki çatışmayı konu alıyor. Hemen her yönüyle (Akademi perde oranı 1.33, saniyede 22 kare, jenerik, arayazılar, geçişler, köstüm, oyunculuklar, müzik vs.) o dönemin film estetiğine sadık kalınarak çekilmiş, sonu bile o dönemki filmler gibi olan bir mini başyapıt Artist. Yönetmen o dönemi olağanüstü bir titizlikle yeniden yaratırken konu olarak da sinemanın önemli dönüşümlerin biri olan sesli döneme geçiş/geçemeyiş'i seçmesi kuşkusuz eski sinemaların bir bir kapandığı, alışveriş merkezlerine tıkıldığı, 3. hatta 4.5. boyutlu filmlerin giderek daha fazla yer işgal ettiği, kimilerince sinema sanatının miadını doldurduğu gibi iddiaların ortaya atıldığı bir dönemde daha anlamlı hale geliyor. Yönetmen o dönemi ve derdini biçim ve içeriğin harikulade uyumu içinde sunarken modern nüvelerden de yararlanıp daha bir büyülenmemizi sağlıyor. Bir müddet sessiz ilerleyen filmin Valentin'in artık işsiz kaldığını anlaması üzerine, onun (ve belki de bizlerin) bardağı masaya vuruşunda çıkan ses ile tedirgin olduğu sahne Chaplin'e has ironinin güncel bir örneği olarak unutulmayacak anlarından biriydi, hafızamızdan kolay kolay çıkmayacak. Sonuç olarak bizlere çok hoş 100 dakika yaşatan isimleri kutlarız, şahsen Bir Zamanlar Anadolu'da ile ödül paylaşmayı daha çok hakeden filmin Artist olduğunu belirtiriz. George Valentin rolünü mükemmel canlandırıp Cannes'da bir numaralı aktör ödülüne uygun görülen Jean Dujardin'in ödülüne tarihte görülmemiş şekilde birinin daha ortak edilebileceğini söylemeden de geçmeyelim: Köpeği. Yıldız:* * * *
Julia Leigh'nin ilk uzun metrajı Uyuyan Güzel etkinliğin belki de en rahatsız edici filmiydi. Leigh'nin yurttaşı Jane Campion'un yapımcılığını üstlendiği ve onun tabiriyle 'varoluşçu sinemanın çağdaş bir örneği' dediği film, biraz tartışmalı. Yönetmenin kendi romanından uyarladığı eser, belli bir sinemasal kaliteye sahip, izlenmeyi hakediyor kuşkusuz. Ancak yönetmenin sapıkça fantezilere boğulmuş, sinir bozucu dünyayı resmetme biçiminde gedikler var: En önemlisi senaryoda boşluklar var, eminiz ki çoğu zaman arzu edilen de bir durumdur bu, anlam boşluklarını doldurmak izleyiciye kalır ama bu film gösteriyor ki; iyi bir romanı uyarlamak -kendi romanınız bile olsa- her babayiğidin harcı değil. Mesela bu kız ilaçla uyutulduğu için hiç bir şey hissetmediği yatağına yaşlı adamları alma gereksinimi neden duysun veya birlikte yaşadığı adamın kadınlara özgü oturuş şeklinin arkasında neler yatıyor, kızın sanırız başka bir ailesi de var, o da cabası. Belli ki Jane ablası Julia'ya bir şeyler öğretmeli ya da deneye yanıla öğrenecektir, bilemeyiz. Yıldız:*
Filmekimi'nin en çok merak edilen filmlerinden biri şüphesiz ki Lars von Trier'in Melankoli'siydi. Kendini dünyanın en iyi yönetmeni olarak gören ve bunu her daim dile getirmekten de çekinmeyen bir şahıs Trier. En iyi yönetmen olmadığı kesin de, yaşayan sayılı outsider'lar arasına girer mi, artık o da zor gibi. Şahsen bir önceki filmi Antichrist'ı oldukça yaratıcı, ciddi bir estetik proje olarak olumlamaya çalışsak da, içeriğindeki büyük marazlar sebebiyle yeterince sevememiştik. O yüzden Melankoli'de artık depresyondan tamamen çıktığını umsak da filmin adı pek de öyle sinyaller vermiyordu. Nihayet; ne yapsa izlenir, sıradışı adamdır öngörüsüne kanıp izledik. Film iki bölümden oluşuyor, iki kız kardeşin isimlerini taşıyan. Birincisi Justine, bu bölüm bir şatoda geçen düğünü odağına alıyor, Claire isimli diğer bölüm ise Melankoli adlı gezegenin dünyaya giderek yaklaştığını perdeye taşıyor. İlk bölümün adını da taşıyan Justine evleniyor ama mutlu mu mutsuz mu belli değil, her an herşeyi yapabilir halde, sanki Lars von Trier'in nevrotik ruh halinin güzel bir kadın vücudunda vuku bulmuş hali gibi, birinci bölüm daha ne olduğunu anlamadan pata küte bitiyor, ikinci bölüm ise adeta başka bir film. İlk bölümle alakasız biçimde, öncelikle iki kız kardeşin gezegenin dünyaya yaklaşmasına dair verdikleri sükunet/tedirginlik tepkilerinden oluşuyor. İlk bölüm neyi anlatıyor; zorlama anlamlar çıkararak evlilik kurumuna, aristokrasiye eleştiri falan mı bulacağız, ne cüret. Aklı gidip gelen bir kadının zırvalamalarından başka hiçbir şey yok, ikinci bölüm de hiç bir şey anlatmıyor, ancak görece gerilim-bilimkurgu kodlarını auteuryen estetiğe az da olsa bulaştırarak belli bir düzeyde bizlere sunuyor. Her ne kadar insanları gerebilmiş olsa da iyi bir Hollywood filminden öteye hiçbir şey ifade etmiyor. Filmin başındaki, tüm filmi özetleyen anlatı bile Antichrist'teki heyecandan uzak, fazlaca ağdalı geldi bizlere. Yönetmenin neye odaklanmak istediği belirsiz. Şayet Melankoli gezegeninin dünyaya çarpacak olmasının gerilimini bize yaşatmak istediği, ticari filmlerin bir benzerini mi yapmak istemiş, o zaman ilk bölüm de neyin nesi diye sormak gerekiyor. Yoksa -güçlü ihtimal- gezegeni bir ''tür'' filmindeki gibi yüzeysel bir biçimde değil de, bir metafor olarak yansıtmak istediyse de, çok sığ, tamamen kendi ruh halini yansıtan, insanlığa dair hiçbir şey söylemeyen bir şey çıkıyor karşımıza. Sonuç olarak görselliği/yönetmenliği/oyunculuğu çok sağlam olan, bomboş bir film Melankoli, ne yazık ki. Hitlere sempatisini de açıkladığı için önünü bir hayli kapattığı söylenen, zaten eski günlerini arayan, araması gereken bu yaratıcı için artık söyleyebilecek fazla da bir şey yok aslında, yazık demekten başka... Yıldız:*
Sürreal'e sığınmak veya Le Havre: Aki Kaurismaki'yi 2002 yapımı Geçmişi Olmayan Adam ile tanımıştım, stili bana çok hitap etmese de insana karşı duyduğu onulmaz sevgi hemencecik dikkatimi çekmişti, Le Havre yönetmenin izlediğim ikinci filmi ve ilk izlediğime kıyasla daha olgun olduğunu söyleyebilirim. Normandiya Kıyıları'nda geçimini ayakkabı boyacılığıyla kazanan bir adamın Londra'ya gitmek üzere yola çıkan Afrikalı bir göçmen çocuğa kol kanat germesini anlatıyor. Göçmen sorunu kuşkusuz Avrupa'da kanayan bir yara, boyacının 12 yıl önce şehre yerleşen Vietnamlı arkadaşıyla yaptığı diyalogda bir çok şeyin özeti aslında. Akdeniz'de balıktan çok doğum sertifikasının olduğunu kente yerleşmek için kimliğini değiştirmekten tutun da çeşitli zorluklara göğüs gerdiğini söylüyor eski bir göçmen. Kanımca Filmekimi'nin en anlamlı filmi Le Havre; gerçek değerlere sıkı sıkıya bağlı ancak gerçeküstü bir hikaye. Ne olursa olsun dostluğa, dayanışmaya, insana olan inanca sarılmayı salık veren sıcacık bir masal... Belki sinema sanatına bir şeyler katma gibi derdi yok fakat eski dönemlerin daha tiyatral filmlerini andıran hatta Fransız Şiirsel Gerçekçiliği'nden bile izler taşıyan oldukça mütevazı bu filme kulak vermek gerekiyor. Cannes'daki ana jüriden hiç bir ödül çıkmamasıysa akıl alır gibi değil, bir sorun da ülkemizde vizyon bulma şansının düşüklüğü. Yıldız:* * * *