Yıllardır Cannes Film Festivali'ni takip ederim, henüz o şaşaalı Rivera'ya ayak basmışlığım yok ama her sene Mayıs ayını iple çekerim, çünkü ileriki aylarda izleyeceğimiz önemli filmlerin büyük bölümü burada ilk kez görücüye çıkar. Cannes Film Festivali'nin sanat ve ticaret arasında kurduğu sarsılmaz denge, bir yanı yaşayan sinemanın sık sık içerik açısından da hemen her zaman biçim açısından da en çarpıcı örneklerini sunarken; diğer yanıyla kırmızı halısı, yıldızları, magazinelliğiyle tartışılıyor, bu konular üzerine apayrı bir yazı hatta kitap yazılacak ölçüde değerli (zaten hali hazırda İngilizce yazılmış 2 kitap mevcut). Ben bu yazıda onlara değinemeyeceğim. Ancak yazının sonlarına doğru o festivalden ödül almış bir filmden bahsetmek istiyorum. Carlos Reygadas'dan Post Tenebras Lux (Karanlıktan Aydınlığa). Film 2012 festivalinde 'En İyi Mizansen', yani İngilizce ve Türkçe'deki tabiriyle Director/Yönetmen ödülünü kucakladı, tuhaf biçimde ödül töreninden önce bu ödülü alabilecek bir kaç filmden biri olduğunu düşünüyordum. Şayet bunda Reygadas'ın 5 yıl önceki Sessiz Işık'ını izlemiş ve yönetmeni takibe almış olmamın payı da olabilir. Ama beni böyle düşündürten asıl neden, festivalde eleştirmenleri bölen, filmden nefret eden izleyicilerin çokça olduğu filmlerin neredeyse her yıl düzenli biçimde 'Yönetmen Ödülü' ile taçlandırılması. Ben de bu düşünceyi oluşturan ilk örnek, 2009'da Brillante Mendoza'nın Kinatay ile bu ödülü alması olmuştu. Türkçe yazan eleştirmenler filmi çok zayıf bulduklarını ifade diyorlardı. Şalom'dan Victor Apalaçi yönetmenin karanlık bir otomobilin içinde nasıl film çekeceğini bilmediğini söyleyecek kadar ileri gidiyordu. Birgün'den Defne Gürsoy da hiç olmamış diyordu.
Screen adlı dergi her yıl çeşitli ülkelerden gelen 10 seçkin eleştirmene puanlama yaptırır, ve ödüllerden önce (ya da sonra) önünüze ciddiye alınacak bir tablo çıkar. İşte Kinatay o tabloda 1.2 puanla son sıralara demir atıyordu, düpedüz yarışmaya niye aldınız ki bunu demekti bu. Sonradan öğrendik ki o yıl jüride olan Nuri Bilge Ceylan festivalin en güçlü filmi demiş Kinatay'a. Hal böyle olunca, konusunun da ötesinde apayrı bir merak unsuruna dönüşüyordu film, neyse filmi izledikten sonra festivalin en iyi filmi olmasa bile en vurucu filmlerinden biri olduğunu kabul etmiştim, oldukça değerli bulmuştum. Zaten 2009 seçkisi bana göre muhteşem bir seçkiydi, 2012 ona epey yaklaşşa da o seçkiyi yakalayabilen bir yıl halen çıkmadı. Tabii ki bu kadar eleştirmenin neden filmi bu denli kötülediğini de hiç bir zaman tam olarak anlayamadım. Neyse 2011'de Drive da benzer akıbete uğradı, en azından bizim Cannes'daki eleştirmenler tarafından. Filmin apaçık B-film bozması olduğunu söylüyorlar. Cannes gibi ciddi ve seçkin bir arenada yeri olmadığını belirtiyorlardı. Gerçi yabancı basın o denli olumsuz bakmıyordu (HitFix'ten Guy Lodge'un filmi tereddütsüz Palmiye'ye layık görmesi de şaşırtıcı gelmişti). Gel gelelim o da malum ödülü aldı. İlginç biçimde bizim ülkenin ticari gösterim (vizyon) eleştirmenleri (Kinatay vizyon görememişti) Drive vizyona girdiğinde yerlere göklere koydular, yılın en iyi yönetmenliği, en iyi filmi, daha neler neler... Benim de bu blogta 2 yıl kadar önce yazdığım film gerçekten son derece estetik sahnelerle büyük keyif veriyordu ama B-filmdi sonuçta ne kadar biçimsel olarak farklı şeyler yapmaya çalışsa da. 2013'te ödülü alan Heli'de oldukça eleştirildi ilk gösterim de, beğenenleri de vardı kuşkusuz, o meşhur insanları ikiye bölen filmlerden yakıştırması yapılabilirdi, onun da vizyona girip girmeyeceğini bilmiyorum (Başka Sinema sayesinde girebilir).

Bu yıl aynı ödülü alan Heli'nin yönetmeni Escalante gibi Meksikalı olan Reygadas'a gelelim: Filmin Cannes'daki gösteriminde bir çok kişinin filmi yuhladığı söylendi, yönetmenin sinemada ne kadar saçmalayabileceğinin sınırlarını zorladığı gibi ifadelerde bulunuldu. Film ülkemizde beklendiği şekilde ticari gösterime giremedi, sadece İstanbul Film Festivali'nde gösterildi. Bende orada ıskalayınca mecbur internette izleyeceğim günü beklemeye başladım. En sonunda izledim. Filmin yoğun bir dikkat gerektirdiğini, hatta kesinlikle 1 kez daha izlenmeyi hak ettiğini ifade etmeliyim. Filmin odağında genç sayılabilecek bir çift var. Belli ki şehir yaşamından kaçmış taşraya yerleşmişler, ama taşrada da yapamayıp tekrar şehre dönüyorlar. Anlatılan hepi topu bu gibi gözükse de filmin içinde birçok detay var; en önemlisi, filmin konusu denebilecek çiftin arasındaki cinsel soğukluk. Yıllar içerisinde birçok evli çiftin yaşadığı bir durum bu. Porno bağımlılığı, cinsel isteksizlik vs. film aslında bu konuya el atıyor ama cinsellik mevzunu Gaspar Noe gibi gözümüzün içine sokarak yapmıyor, filme hak ettiği dikkati vermeyen biri böyle bir konunun mevcudiyetinden bile haberdar olamayabilir (çok da anlamlandıramayabileceği 1 sahne dışında). Sonuçta yönetmen şiirsel sinemanın günümüzdeki önemli örneklerinden birine imza atıyor. Tuhaf metaforlar, kenarları cilalı özel bir lens kullanımı, hareketli kamerası ve doğrusal olmayan anlatımıyla gerçekten takdiri hak ediyor, şehirli burjuvanın Meksika taşrasında da huzuru bulamayacağı, burjuva toplumunun da insanlar üzerinde bir tür iğdiş görevi gördüğü üzerine kamerasıyla düpedüz şiir yazıyor. Tolstoy, Dostoyevski üzerine alıntılar taşranın ünlü öykücüsü Çehovla noktalanıyor. Bütün filmin bir rüyadan ibaret mi olduğu yoksa benim daha çok düşündüğüm şekliyle taşra hayalinin mi suya düştüğü, özellikle kadının piyanoda Neil Young'tan İt is A Dream adlı parçayı çaldığında daha bir önem kazanıyor, sonuçta sanat bu, tartışmaya açık, özellikle bu film için bu muğlaklık daha da güçlü. Filmi izledikten sonra hala anlam veremediğim sahneler yok değil, mesela filmde köpeklerin işlevi üzerine hala bir yorum getirmekte zorlanıyorum (ki Meksika sinemasının köpeklerle bariz bir derdi olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz). Aynı şekilde filmdeki rugby oyuncuları ne demek istiyor onu da bilemiyorum, ama o şekilde veya bu şekilde cinsel sorunları odağına alan böylesi bir film hiç izlememiştim diyebilirim, 40-50 yıl sonrasına kalır mı bu film peki? O biraz da sinema sanatının 40-50 yıl sonrasına kalabilmesiyle de alakalı sanırım. Yıldız:* * * *
Not: Uzun süredir Bugünden Kültür ve Sanat Dergisi'ne yazdığımdan ötürü bloğu biraz boşlamıştım, örneğin Filmekimi 2013 değerledirmelerim de derginin Kasım sayısında yer alacağı için blogta -şimdilik- paylaşmıyorum.
Sinema tarihinin gelişimi toplumsal/kültürel/politik/ekonomik hareketlerle sıkı ilişkiler içinde. Sovyet Devriminin göbeğinden geçen, iki tane dünya savaşının yıkıcılığını sonuna kadar yaşayan, 68 öğrenci hareketlerine, Berlin duvarının yıkılışına tanıklık eden bir sanat sinema: yakınçağın sanatı. Sinemanın 7.sanat olarak addedilmesi de böyle dönemlerle yakından ilişkili. Sanat biraz da çağına tanıklık etmekse o tanıklık onu geliştirmiş yerine göre değiştirmiş ve dönüştürmüş. Eisenstein’ın diyalektik kurgu anlayışından tutun da ikinci dünya savaşı sonrası faşizmin çöktüğü fakat yoksulluğun süregeldiği İtalya’da ortaya çıkan Yeni Gerçekçilik akımına oradan Fransa’ya sıçrayan Yeni Dalga’ya, ve filizlenen ‘’auteur’’ -yaratıcı yönetmen- yani yönetmeni de yazar gibi eserinin tek sahibi olarak gören anlayışa kadar sinemadaki kırılma noktalarının toplumsal hareketlerle ve dönüşümlerle ilişkili olduğunu söylemek mümkün.

Vittorio de Sica’nın Yeni Gerçekçilik akımının da başyapıtı olarak görülen 1948 yapımı Bisiklet Hırsızları filmi ikinci dünya savaşı sonrası İtalyan toplumunun içinde bulunduğu ekonomik çaresizliği bir baba ve çocuğu üzerinden anlatır, filmde yoksulluk üzerine tek bir kelime dahi telaffuz edilmemesine rağmen insanlar filmin adını bilmese ve filmin adını sorsanız yoksulluk demesi güçlü ihtimaldir. Jean-Luc Godard’ın, François Truffaut’un Costa Gavras’ın, Ken Loach’un filmleri bu bağlamda politik perspektifi daha güçlü filmler olarak anılır. Ülkemize gelince batı ile aynı süreçlerden geçtiğimiz kuşkusuz ki söylenemez, dolayısıyla sinemamız için de böyle bir durum söz konusu. Yılmaz Güney’in çabalarını bir derece dışarıda tutarsak, gücünü günümüz mevcut toplumsal dinamiklerden alan etkili bir sinemaya pek rastlayamıyoruz. Örneğin Belçikalı Dardenne Kardeşlerin yaptığı belgeselvari sinemanın bir benzeri bu topraklarda yok. Aynı şekilde dünyada belli nitelikleri ve benzerlikleriyle İran sineması diye olgu varken Türkiye sineması diye bir olgudan henüz söz edebilmek mümkün değil. Varşova Paktı’ndan dağılan ülkelerden biri olan Romanya, 2000’li yıllarda çok sayıda yönetmeniyle omuz kamerası stilini başarıyla uygulayan bir Yeni Romanya sineması ortaya çıkardı, tabii bunda komünist dönemde sinema okullarına yapılan yatırımın payı da yok değil fakat asıl gücünü yakın zamanda birbirine zıt iki ekonomik modeli ve de yaşam biçimini deneyimleyen halktan aldığını belirtmek lazım. Örneğin Cristian Mungiu’nun 5 yıl arayla çektiği iki film bu iki dönemi iki genç kızın yaşadıkları üzerinden ustalıkla perdeye yansıtıyor. İlki olan 4 Ay 3 Hafta 2 Gün ‘de Çavuşesku döneminde yasadışı kürtaj yapmak zorunda insan seküler/materyalist bir otoriteryanizmin kurbanıyken, günümüzde aynı insan Tepelerin Ardı’nda filminde sevdiğine kavuşmak için çabaladığında ortaçağı andıran dini bir otoriteryanizmin kurbanı oluyor. Belli ki Mungiu biraz karamsar, rejimler değişse de insanın canavar kaldığı, iktidarın kötücüllüğünün değişmediği gibi çıkarımlarda bulunuyor. Fakat iki hikayenin yaşanmış olaylardan yola çıkarak yazıldığı gerçeğini de unutmamak lazım.
Geçtiğimiz yıl Altın Koza’da izlediğimiz filmler de Türkiye sinemasına dair buruk umutlarımızı yeşertmişti. O seçki belki de Türkiye’nin de en azından içerik olarak Yeni Romanya sinemasının ilk günlerini yaşayabileceğine dair kırıntıların olduğunu muştulamıştı. Filmlerin büyük çoğunluğu ülkemizin yaşadığı değişim ve dönüşümlere dairdi. İstenmeyen gebeliğe dair 3 film, kentsel dönüşüme, doğrudan yaşam biçimine müdahaleye, Kürt sorununa ve çocuk gelinler sorununa dair filmler bulunmaktaydı. Festivalden kısa bir süre sonra BBC’den Dorian Jones* Türkiye sinemasına dair ele aldığı bir yazıda ülkenin politik ve kültürel dönüşümlerden geçmesinin yönetmenlere besin kaynağı olduğundan bahsediyordu, hatta bir filmin Arjantin Yeni Dalga’sıyla paralelliklerine dikkat çekildiğini belirtiyordu. Benim en dikkatimi çeken konuysa Avm inşaatlarının artması, bağımsız sinema işletmecilerinin kiraları ödemekte zorlanması, sinema salonlarının Avm’lere hapsolması meselesiydi, diğer bir deyişle bağımsız/sanat filmlerinin kendine yer bulma alanının giderek yok olması meselesi. Bu yazıyı okuduğum gün sinemamızı tektipleştiren, çeşitliğini, zenginliği tıkayan, farklı yapımların seyirciyle buluşmasını zora sokan bu olumsuz durumun özellikle farklı olarak nitelenen filmlerin niteliğini arttırabileceğini, ve yazımın başlarında ifade ettiğim gibi Romanya sineması gibi bir yükselişe emin adımlarla yol almasını sağlayabileceğine dair hisler edindim.
Her ne kadar sinemanın ekonominin kavramları dışında açıklanması imkansız görünse de tüketim kültürünün bir parçası olmadığını ifade eden filmler ve bu filmlere ev sahipliği yapmış salonlar olduğunu biliyorum . Eskişehir’de Kılıçoğlu sineması, İzmir’de Konak sineması, İstanbul’da Emek sineması, Beyoğlu sineması… İşte bu salonlar o kentin insanlarına bir müşteriden çok sinemasever olduklarını hatırlatan, içinde birçok yaşanmışlığı barındıran, insanı mekanikleştiren bir ortamın değil de bir arada olmanın vurgusu yapan mekanlardı. Bu mekanlar birer birer kapandı ya da kapanacak, kapanmakla kalmayacak yerine büyük Avm’ler yapılacaktı. Bu yüzden uzun bir süredir İstanbul’daki Emek sineması için gösteriler düzenleniyordu. Yıkımın gerçekleşmesine yakın bu gösteriler daha da sıklaştı ama 21 Mayıs’ta Emek sineması tamamen yıkıldı, o dozerler 6 gün sonra Taksim Gezi Park’ındaki ağaçlara yöneldi. Önce küçük çaplı bir tepki dile getirildi ve bu tepki giderek büyüdü, polisin uygulamakta ısrarcı olduğu şiddet 31 Mayıs-1 Haziran günlerinde o tepkiyi Türkiye tarihinin süresi, kapsamı ve çeşitliliğiyle en büyük halk isyanlarından birine dönüştürmüştü. Öyle ki ilk saatlerde Türkiye medyası olayları görmezden gelirken dünyanın birçok saygın haber kanalı Taksim’den saatlerce canlı yayınlar yapmıştı.

Bu olaylar sırasında yıllar önce izlediğim bir film aklıma geldi ve sonra tekrar izledim. Ray Bradbury’nin 1951’de ilk defa basılan romanından sinemaya uyarlanan Fahrenheit 451**. Fransız Yeni Dalga yönetmenlerinden François Truffaut’un 1966 yapımı filminde İtfaiye erleri ülkede çıkan yangınları söndürmek yerine evleri arayıp buldukları kitapları yakıyorlar çünkü evlerde kitap bulundurmak yasak. İktidarın insanların kafasını karıştırır, asosyal yapar, mutsuz eder gibi inançları var. Zaten bu yönetim biçiminden ötürü toplumun büyük kesimi de hayatında kitap görmemiş, evlerinde kitap barındıran az sayıdaki insansa yasadışı bir iş yapmakta. Halkın çoğunluğu yazılı kültürden uzak televizyonda dayatılan görüntülere boş boş bakmaktan başka bir şey yapmıyor, dolayısıyla insanlar arasında sevgisizlik had safhada. Sokaklarda posta kutuları var. Bunlar çevresinde kitap sakladığını gördüğü insanları itfaiyeye şikayet etmek isteyenler için yapılmış. Ayrıca itfaiye erleri ne kadar çok kitap yakarsa işinde o ölçüde terfi alıyor. Filmin ana karakteri Montag o terfiyi alacak erlerden biri fakat bir gün trende bir kadınla tanışıyor. (karısıyla bu kadını aynı kişi oynuyor) Öğretmen olan o kadın Montag’a yaktığı kitaplardan birini okuyup okumadığını soruyor ve Montag’ın etkilendiği bu kadın onun içsel dönüşümünün de başlangıcı oluyor. Gizlice kitapları okumaya koyuluyor ve okudukça yaptığı işe yabancılaşıyor. Ancak bu zamansız ve mekansız evrende kitap okumaya devam etmesi çok zor çünkü kısa bir süre sonra itfaiyeci arkadaşları onun da evine kitap yakmak için geliyor. Tanıştığı kadın ona ‘’kitap insanlar’’ adında bir örgütten bahsediyor. O da oraya doğru kaçıyor. Burada herkes elinde yakılmaktan kurtardığı bir kitabı ezberliyor ve kitaplar yakılsa da o insan artık o kitabın adıyla anılıyor ve ölmeden önce o kitapta yazanları başkasına iletiyor. Böylece kitaplar yakılsa da bir kitap olmayı seçen insanlar sayesinde kitaplar yaşamaya devam ediyor ve bir gün devir döndüğünde bu kitapları yazılı materyal olarak basma umudu sürmüş oluyor.
Film bilimkurgu türünde fütürist bir yaklaşımı dile getiriyor olsa da anlattıkları dünyaya ve ülkemize dair çok fazla çağrışıma neden oluyor , en gerçekdışı görünenin bile sanatın imbiğinden geçtiğinde hayatın ne kadar da içinde olduğuna dair bir film . Tabii ki bu filmin savıyla 31 Mayıs sonrası Türkiye’de yaşanmış olaylar arasında farklar var. Birinde yazılı kültür başat konumdayken diğerinde teknolojinin nimetleri başat konumdaydı, yazılı bir şeylerden bahsedilecekse twitter denen sosyal paylaşım aracının 140 karakterlik ifade biçimine sıkışmış durumdaydı, belki teknolojiyi eylem biçimine çevirebilmek gibi bir yeniliği de vardı ve üniversite okuyan kesimin öncülüğünden ötürü az da olsa kitap okuma eylemlerini de kapsadı. Fakat asıl önemli olan dönemler ve araçlar değişse de ortak bir özü barındırması. Gezi Parkı eylemlerinde Taksim meydanının ve parkın eylemcilerden temizlendiği insanların gruplar halinde meydana giremediği günlerde bir adam tek başına meydanda hareketsizce durmuştu. Gruplar halinde toplanıp slogan atan,yürüyen insanlara karşı önlem alan polis haliyle bu adama müdahale edemedi ve ilerleyen saatlerde onlarca insan meydanın değişik yerlerinde durmaya başladılar ve polisler büyük bir eylemin içinde olduklarını epey sonra fark ettiler. Duran insanlar ve kitap insanlar; ikisinin de ortak özelliği sivil itaatsizliğin sınırları içerisinde yaratıcı bir eylem biçimi gerçekleştirebilmek, yasaklara karşı kendi meşru alanını yaratabilmekti, tek tek bireylerden kolektif bir hareket oluşabileceğini göstermek…
Sonuçta aynı ölçekte olmasa da bir yönüyle Çavuşesku sonrası Romanya gibi, bir yönüyle milenyumun başındaki Arjantin gibi, bir yönüyle De Gaulle’ün Fransa’sı gibi Türkiye de ciddi dönüşümlerin eşiğinde ve kim ne derse desin bence yakın zamanda yaşananlar, Avrupa’da (Paris 68), Amerika’da (Seattle 99) kıvılcımlanan güçlü toplumsal-kültürel isyanların Türkiye’deki ilk karşılığı olarak tarihe geçti. Etkileri zaman içerisinde daha iyi anlaşılacak İstanbul kökenli öfkenin bu kadar büyümesinin nedenlerinden biri de birçok kişinin dile getirdiği gibi Emek sinemasının yıkılışına mani olamamaktı. Şimdi oradan da güç alan bu hareket sinemamıza ne katacak, artık tartışılması gerekenlerden biri de bu. Dorian Jones’un yazısını okurken kendi kendime duyumsadığım, bu Avm’lerin ‘’has sinema’’ ile izleyici ilişkisinin önünü tıkaması dolaylı olarak ülke sinemasında yavaş yavaş temelleri atılan bir nevi Rönesans’a neden olur mu cümlesi gözüme artık daha canlı geliyor çünkü yoksunluğun yaratıcılığı tetiklediğini, sinemanın da kriz dönemlerinde yükselişe geçtiğini biliyorum.
Emek sinemasında kapanan bir devir Yeni Türkiye sinemasında küllerinden doğacak mı dendiğinde, sanırım öyle olacak diyebilirim, en azından tarihsel verilerin bizi o yöne sürüklediği bilinen bir gerçek.
* http://www.bbc.co.uk/news/world-europe-20174903
* * Film, ismini kitap kağıdının 451 Fahrenheit derecede tutuşmasından alıyor.
10.KİLLİNG THEM SOFTLY/ KİBARCA ÖLDÜRMEK:
Her ne kadar yıllar öncesinin çağdaş gangster filmlerinden esinlendiği söylense de, ağır akan anlatımı, son derece stilize bazı sahneleri ve eleştirel duruşuyla izlenmeyi hak etmişti.
9.ARAF:
Yeşim Ustaoğlu bu son filminde sinemasının iyiden iyiye olgunlaştığını gösteriyor, klasik anlatıya yaklaşan temponun ve sanat sinemasına has gerçekliğin bir sentezi olan film günümüz Türkiye'sindeki alt sınıflara dair akılda kalıcı bir resim çiziyordu.
8.DRİVE/SÜRÜCÜ:
Nicholas Wending Refn'in okullarda yaratıcı yönetmenlik derslerine konu olabilecek kalitedeki filmi neo-noir'lar ve Wong Kar Wai sinemasının esintilerinden türemiş gibiydi, izlemesi şaşırtıcı derecede keyifli olan film, teknik açıdan (mizansen, müzik, aydınlatma vs.) alkışlanmayı hak edip bu listeye girse de ne yazık ki içerik olarak B-film'lerden pek öteye gidemediğini de belirtmek lazım.
7.TEPENİN ARDI:
Utanç filmi ne kadar Amerika'ya özgüyse Tepenin Ardı da bir kadar Türkiye'ye özgü demek bilmiyorum yanlış olur mu? Bir köy mikrokozmozu içinde ülkenin kendi iç sorunlarını unutup yarattığı düşmanlarla varlığını teyit ettiği gerçeğinden hareketle ülke sinemamızın en hoş politik alegorilerinden biriydi.
6. SHAME/UTANÇ:
Yönetmen bu ikinci filminde tüketim toplumunu bir seks bağımlısı üzerinden anlatmaya çalışıyor. Kurgunun, görselliğin, oyunculuğun oldukça başarılı olduğu film kendi toplumunun (Abd) her şeyi olduğu gibi cinselliği de en uç noktasına dek tüketmesinin ulaştığı hastalıklı portreyi çiziyor. Ne var ki bu süreçlerden henüz geçmemiş Türkiye gibi ülkeler için ne ifade eder orası da malum.

5.BARBARA: Filmi izlerken Başkaları'nın Hayatı adlı filmi hatırlamıştım. O da bir Doğu Almanya eleştirisi yapıyordu en nihayetinde, fakat bunu konvansiyonel sinemanın bütün cüretkarlığı içinde gösteriyordu. Barbara ise çok daha yalın bir şekilde ve izleyicisi manüple etmemeye çalışarak gerçekleştiriyor bunu. Gitmek mi zor kalmak mı sorusunun altından ikisi de çok farketmiyor aslında şeklinde bir cevap çıkıyor. Bir yerde baskı öbür tarafta tüketim toplumunun cıvıklığı, en azından ana karakterin batıya gidip umut ettiği bir özgürlüğün olmadığı kalıyor geriye ve böylece film bir ideoloji değil insan eleştirisi yapmış oluyor.
4. FAUST: Sinema tarihinin olmasa bile 21.yüzyılın en ağır filmlerinden biri olan Faust Goethe'nin ünlü eserinin Sokurov-ca yorumuydu, yönetmenin kendine has estetiğiyle bu yeni uyarlama bitirmesi zor, romanı bilmeyenler için anlamlandırması da bir o kadar zor bir film olsa da sinema sanatı açısından hakkı teslim edilebilecek bütünlükte bir deneyim sunuyordu.
3.ARTİST: Fransa'da popüler ajan filmleri yapan Michel Hazanavicius'a erişmesi zor bir başarı getiren, hem Cannes'da hem de Oscar'da ödüle götüren bu film eskiyi bugün yeniden canlandırmak dışında bir işlevi yok gibi olumsuz eleştiriler alsa da, sinemanın teknolojik anlamda akıl almaz boyutlara ulaştığı bir çağdaki duruşuyla saygıyı hakediyordu. Sesli kabus sahnesinin sinemadaki ses kavramı üzerine düşündürücülüğünün bu saygıda önemli bir payı olduğunu da özellikle vurgulamalıyım.

2.LE HAVRE/UMUT LİMANI: Kaurismaki'nin son filmi ülkemizde vizyon şansı bile bulamadı. Böylece listemizin de tek vizyon dışı filmi olmuş oldu. Ancak yönetmenin insana bakışındaki umudun tadı damağımızda kaldı, masallara öykünen böylesi bir iyi niyetin gerçekleşeceğine dair şüpheler taşısak da, bu denli bir dayanışmanın gerçekleşebileceğini ihtimal dahilinde bile olsa görüp de etkilenmemek mümkün değildi. Batının göçmen sorunu üzerine Fransız lirik gerçekliğini andıran diliyle Le Havre bence Amour ile birlikte geçtiğimiz yılın en anlamlı olaylarından biriydi.

1. AMOUR/SEVGİ:
Son modernist olarak anılan Angeloupulos'un ölümünden sonra yaşayan en büyük sinemacı demekte tereddüt etmediğim Michael Haneke'nin son filmini (Sevgi, Sevmek, Aşk her ne diyorsanız) izledikten sonra nitelendirecek kelime bulmakta bile zorlandım. Ben yönetmenlik şaheserinden ziyade 'zarafet şaheseri' demeyi tercih ediyorum. Bir izleyici-okurun (sanırım Guardian'da) filmle ilgili belirttiği
iyi hoş da bu film sinema diline yeni bir şey getirmiyor cümlesi üzerinden gidersek; evet bu film ilk bakışta sinema dilini yenilemiyor belki, fakat iki saat boyunca bir evin içinde ve çokça iki yaşlı insanın birbiriyle ilişkisiyle geçen bir hikayenin anlatımının ulaştığı saf anlatım olsun, minik metaforlar olsun (kapı, rüya, sökülmüş tablo, güvercin, hatta evin kendisi) bir yenilik kadar değerli görülebilir. Haneke zaten sözünü bağırmadan, inceden inceye aktaran bir yönetmendi ancak incele incele adeta incelik boyutunu da atlayan böyle bir olgunluk uzun yıllar karşımıza çıkmayabilir.
İlk izlediğimde Beyaz Bant ölçeğinde büyük bir film olmadığı hissine kapılır gibi olsam da saatler geçtikçe içimde büyüyen filmin büyüklüğünü daha iyi anladım, çünkü ilk etapta basitlik gibi gelen daha sonrasında yalın, ince, zarif gibi kelimelerle ifade edilecek filmde en ufak bir sloganımsı cümle bulunmaması şöyle dursun bu film Beyaz Bant kadar derin şeyler söylemiyor mu hissinin altından, film sona yaklaştıkça; ötenazi hakkı, Avrupa'nın (Fransa özelinde) sağlık sistemi eleştirisi, aşkın anlamı, hümanizm (ki Haneke sinemasında başlı başına bir yenilik olarak görülebilir), önüne geçilemeyen zamanın yıkıcılığı ve çağ insanının anatomisi çıkınca filme hayranlık duymamak da ilk sıraya almamak da zor olurdu. Not: Ocak ortasında, Türkiye genelindeki kitapevlerine düşen Bugünden Edebiyat Dergisi'nde yönetmenin sinemasından tutarak Amour'u kapsamlıca ele aldığım bir yazı var, ilgilenenlere duyrulur.
İzleyemediğim için bu listeye alamadığım film de varsa, affetsin beni :)
Türkiye'nin sineması taptaze yönetmenleriyle önemli bir süreçten geçiyor. Ülkede Fransa'yı hariç tutarsak herhangi bir Avrupa ülkesinden daha fazla film yapılmakla kalmıyor, bu filmler önemli uluslararası ödülleri aldığı kadar, eleştirmenlerden de övgü alıyor. Haliyle bütün bu yaşananlar akla şöyle bir soru getiriyor: Bu yönetmenler ilerki yıllarda dünya sinemasında saygın bir konum elde edebilirler mi?
Türkiye Sineması'nda birkaç yıldır güzel şeyler oluyor. 2010 yılında Semih Kaplanoğlu Bal (Honey) ile Berlin'de Altın Ayı alırken, yine 2011'de Nuri Bilge Ceylan'ın Bir Zamanlar Anadolu'da (Once Upon Time in Anatolia) ile Jüri Büyük Ödülü'yle dönmesi gibi...
Son yıllarda Türkiye Sineması Ceylan ve Kaplanoğlu'nun filmleriyle tanımlanıyor. İkisinin de filmlerindeki incelikli dokunun ötesinde, Türkiye'nin geniş ve çeşitli manzaralarından birbirine yaklaşan küçük öyküler anlattıklarını söylemek mümkün.
Şimdiyse onların başarılarıyla uyanışa geçen yeni yönetmenler Türkiye Sineması'nı yeni bir yola soktu.
Babamın Sesi (My Father Voice) filminin ortak yönetmeni Orhan Eskiköy biz de Ceylan ve Kaplanoğlu gibi şiirsel filmler yapabiliriz ama ben farklı olmayı amaçlıyorum, filmlerimin politik bir tarafı olsun istiyorum diyor.
Ben Türkiye'nin gerçekleri içinde daha çok ötekileştirilenleri anlatmak istiyorum. Ayrıca daha fazla yönetmenin politik meselelere eğildiğini belirtiyor. Biz çoğunlukla Türkiye'nin düşmanlarını anlatıyoruz, peki ama neye düşman denir, kim bu düşmanlar? Adım adım filmdeki diğer bakış açısı ve anlatım tarzlarını da görmeye başlıyoruz zamanla.
Sinemanın Gücü
Ülkenin en karlı film festivali Altın Koza'da ödülleri topladıktan sonra İstanbul'daki ticari gösterim öncesi galada konuşan Eskiköy'ün filmi zaten Almanya'da gösterime girmiş. Film ülkenin iki tartışmalı konusu: Ülkedeki Kürt azınlığına yapılanlar ve Alevi açmazı üzerinden gidiyor. Aleviler de bu ülkede zulme uğrayan dini bir azınlık.
Film Kürt yönetmen Zeynel Doğan'ın ailesinin deneyimlerinin serbest bir uyarlaması.
Doğan ben mesafe olarak uzakta olmama rağmen deneyimlediğim, bana yakın olan hikayeyi anlatmak istiyorum diyor ve ekliyor: Artık ülkemizde sinemanın birşeyleri değiştirebileceğine dair bir uzlaşı var.
Güçlü ve ortak faktörler ülke sinemasının en son hasatlarında dikkat çekiyor. Mesela günlük hayatın içindeki sıradan insanları anlattığı için filmimin adı Şimdiki Zaman (Present Tense) diyor Belmin Söylemez. O, sıradan insanların gözünden bakıyor toplumdaki değişimlere, İstanbul'da ve Türkiye'de. Biz ise filmde meydana gelen tüm değişiklikleri sorguluyoruz.
Şimdiki Zaman Türkiye'deki festivallerde bir dizi ödül aldı ve yurtdışı gösterimlerine başladı. Film Bir genç kadının Abd'de yaşayabilmek için kazanması gereken parayı fal bakarak elde etme çabasını umutsuzca anlatıyor.
Bir çok genç insanın, özellikle iyi eğitilmişlerin ülkeden kaçmak için uğraştığını, burada daha fazla durmayı düşünmediklerini vurguluyor.
Giderek Güçleniyor
Q and A'den uluslararası bir film eleştirmeni Şimdiki Zaman ile Arjantin Yeni Dalga Sineması arasındaki paralelliklere dikkat çekiyor ve ikisinin de sıradan yaşamlar vasıtasıyla güçlü portreler çizdiğini söylüyor. Türkiye'nin içinde bulunduğu ekonomik, politik ve kültürel dönüşüm yönetmenlere önemli bir besin kaynağı oluşturuyor.
Söylemez Türkiye Sineması'nda güçlendiği hissedilen kadın mevcudiyetinin bir parçası. Kadın yönetmenlerden İlksen Başarır kesinlikle kendilerinin cesur olduğunun altını çiziyor.
Başarır'a göre bir film çekebilmenin onlar için şans olduğunu düşünüyorlar. Bu yüzden sahip oldukları en güçlü öyküyü anlatmak istediklerini söylerken başka bir film çekememe ihtimaline dem vuruyor. Başarır'ın filmi Atlıkarınca (Merry Go Round) Türkiye'de hala tartışılan bir tabu olan enseste değiniyor.
Akademik çevreden gelenlere baktığımızda; kadın yönetmenlerin deneyimlediği toplumsal ve politik problemleri anlatmakta istekli olduğunu ve güçlendiğini tahmin ettiğini söylüyor Bahçeşehir Üniversitesi Profesörü Tül Akbal Sualp.
Belma Baş'ın Zefir'i (Zephyr) bu yılın başlarında Almanya'da, Dünya Kadın Filmleri Festivali'nde en iyi film seçildi. Film sonu trajediyle biten genç bir anne ve çocuğunun gerilimli hikayesini anlatıyordu. Karadeniz'in şehir yaşamından izole edilmiş çarpıcı bir güzelliğe sahip dağlık bir bölgesinde geçiyordu hikaye.
Belma Baş çarpıcı kadın karakterlerin sinemamızda eksik olduğunu söylerken sinemada bazı şeylerin değiştiğini belirtiyor. Onun böyle karakterler yaratmak istemesinin filmini kadın filmi yapmadığının da özellikle altını çiziyor.
Belma Baş'ın filmi Nuri Bilge Ceylan ve Semih Kaplanoğlu gibi öncü yönetmenlerle benzerliği dikkat çeken yönetmenin filmlerine ulaşmak da bir hayli zor, çünkü sinemalarda Hollywood ithalatı ürünlere karşı olduğu kadar ana akım Türkiye Sineması'na karşı da mücadele veriyor.
İstanbul'un ünlü caddesi İstiklal'de yürürken ana akım Türkiye Sineması'nın pembe dizi estetiğiyle çekilmiş örneklerinin caddedeki çok sayıdaki sinemanın salonlarını doldurduğu göze çarpıyor.
Dağıtımcıların sadece ana akım Türk filmlerini tercih ettiğinden yakınıyor Belmin Söylemez, bizim filmlerimizin yurtdışında daha çok izlenmesi bir ironi ve çok üzücü diye devam ediyor ve ekliyor; Türkiyeli izleyicilerin özellikle gençlerin bizim filmlerimizi daha çok görmesini isterim ama birçok sanat filmleri gösteren sinema kapanırken bağımsız sinemanın varlığı her geçen gün daha da daralıyor.
Denizaşırı Bilinirlik
İstanbul dev inşaat yapımının patladığı bir merkez, dolayısıyla bağımsız sinema işletmecileri kiraları ödemekte zorlanıyor. Yükselen sinema zincirleri (AVM'ler) onları en alt sınıra itiyor.
Böyle bir durumda ülkede sayıları artan film festivalleri böyle filmlerin gösterilebildiği ana üs olarak kalıyor.
Şimdi yurtdışındaki tanınırlığın kendisini heyecanlandırdığı söyleyen Eskioğlu, üç dört yıl önce Nuri Bilge Ceylan ve Semih Kaplanoğlu'nun festival festival gezdiğini şimdiyse genç yönetmenlerin yurtdışına gittiği ve ödüllerle döndüğünü belirtiyor.
Ayrıca yabancı izleyicilerin Türkiye'den gelen filmlere gösterdikleri ilgi buradaki yönetmenlerin sorumluluğunu da arttırıyor, daha iyi filmler yapmak için kamçılayıcı oluyor.
*Bu yazı Dorian Jones'un 2 kasım 2012 tarihli BBC News'teki aslından çevrilmiştir, yazının aslına ulaşmak için http://www.bbc.co.uk/news/world-europe-20174903
Cristian Mungiu'dan Büyük Bir Film

Yıllar önce 4 Ay 3 Hafta 2 Gün filminden çıktığımda halet-i ruhiyemi ancak sarsılmak, şoke olmak gibi kelimeler açıklayabilirdi herhalde. 2 genç kızın dayanışması üzerinden 1 günlük kürtaj hikayesi, Romen toplumunu çarpıcı bir klinik gözleme tabi tutuyordu. 5 yıl gibi uzun sayılabilecek bir aradan sonra çektiği Beyond The Hills (Tepelerin Ardında) ise yine 2 genç kızı odağına alıyor. Fakat bu sefer aralarında arkadaş dayanışmasının ötesinde bir şeyler var: Lezbiyen bir aşk söz konusu. Yetimhanede büyüdükten sonra Almanya'ya çalışmaya giden kızın Romanya'ya sevdiğinin yanına geri dönüşü anlatılıyor. Ne var ki sevdiği tepelerin ardında bir ortodoks klisesinin yanındaki manastırda dini dogmaların boyunduruğunda yaşamakta ve kendini ilk aşkına değil tanrı aşkına adamıştır, diğeri ise aşkından vazgeçmeyen isyankar ruhlu bir kızdır. Peki manastır gibi bir ortamda bu aşkın yaşanabilmesi ne kadar mümkündür? Bizi dini yaptırımların gölgesindeki bir yasak aşkın feci sonuna adım adım götüren film, hiç şüphesiz dini öğretilerin çağdışı bakışının insanca yaşama nasıl da fütursuzca ket vurduğunu gösteriyor. Bu yönüyle son zamanlarda böyle bir mevzuyu en sert ve hümanist açıdan irdeleyen fevkalade ilginç ve değerli bir yapıta dönüşüyor. Mungiu kapkara roman tadındaki 150 dakikalık filmde bir an bile gözümüzü kırpmamıza izin vermiyor, sinemaskop (BZA gibi) olarak çekilen filmde çoklu oyuncuları uzun planlarda konuşturduğu sahnelerse gelecekte Mungiuvari olarak anılacak bir tarzın öncüsü olacağını sanıyorum. Sonuçta yakın zamanların bir 3.sayfa haberinden yola çıkılan film elindeki sanatın inceliklerini iyi bilen bir yönetmenin elinde bir başyapıta dönüşüyor.
Türkiye'nin muhafazakarlaşmasını anlatmak isteyen yönetmenlerin de bu filmden çıkaracağı önemli dersler var. Filmin öncesinde de ciddi bir hazırlık süreci gerçekleştirilmiş ve filmin bir yerinde geçen, kilisenin 464 tane günahı araştırılmış ama Mungiu'nun da belirttiği gibi insani duygulara karşı duyarsız kalma günahının unutulması belki de filmin çıkış noktası. Yıldız:* * * *
Daha önce Altın Koza'da izleme fırsatı bulduğum Haneke'nin Amour'u ötenazi konusunu tartışmaya açmanın ötesinde hakiki sevginin ulaşabileceği boyutlara dair günümüz insanının görmesi gereken büyük bir ders niteliği taşıyordu. Filmekimi'nde görme şansı yakaladığım Vinterberg'in The Hunt'ı da pedagoji derslerinde okutulacak bütünlükte önemli bir eser niteliğinde.

1990'larda Thomas Vinterberg Lars von Trier'le birlikte Dogma akımının önemli bir figürü olarak karşımıza çıkmıştı, daha sonra kariyeri inişe geçerken Lars von Trier dünya sinemasının yıldızı konumuna geliyordu ve gün geldi o yıldız saçmalamaya başladı, kendi kendini bitirdi. Vinterberg ise yıllar sonra başyapıt mertebesinde görülebilecek bir eserle karşımıza çıkıverdi. Filmin adı olmasa ve ben filmi izlesem, kendim bir ad koysam, The Hunt yani Av derdim, ne kadar tuhaftır ki filmin orjinal ismi olan Av'ı Onur Savaşı olarak çevirmişiz. Filmde batılı sinemanın çokta uzağında olmayan cadı avı var. Fakat ne ellerinde meşalelerle cadı arayan kalabalık var ne de dakikalarca süren
sorgu sahneleri. Anaokulunda çocuklarla ilgilenen Lucas bir gün evlerinde iç huzuru yakalayamamış yakın arkadaşlarının kızının kendisinden istediği yeni baba rolüne karşılık vermediği için çocukça bir iftiraya uğrar, anaokulu müdüresinin olayı ciddiye alması, uzmanın yanlış teşhisi sonucunda Lucas hem işinden olur hem de çevresi tarafından dışlanır. Filmin içinde bölüm bölüm kasabalı hayvanları da avlıyor, Av açık bir metafor. Hayvanları gözünü kırpmadan öldüren bir toplum yeri geldi mi medeniyet bellediğimiz Avrupa'da insanları da niye avlamasın ki? Vinterberg aile kurumunu eleştirirken, basit önyargıların, yıllardır birlikte yaşayan kasabalının bile arasındaki güvensizliğin helezonik şekilde nasıl büyüyebileceğini ve ne kadar tehlikeli boyutlara ulaşabileceğini anlatıyor, ana karakterden fazla ayrılmamaya çalışan kamerası, yalın dili, tutarlı senaryosu ve oyunculuğuyla çok güzel bir seyir sunmanın dışında bir zamanlar Haneke'nin Beyaz Bant'ı için söylediğimiz pedagogların araştırma sahasına giren diğer bir film olma özelliği taşıyor. Yıldız:* * * *
Akla zarar bir yönetmenin filmi: Acı

Kim Ki Duk Uzak Doğu sinemasının yaratıcı isimlerinin ön saflarında geliyordu. Rüya filminde az kalsın bir oyuncusunun ölümüne yol açmak üzere olduğundan, bir süredir film yapmayı burakmıştı. Önce Arirang şimdi de Pieta'yla karşımıza çıkıverdi. Venedik'ten Altın Aslan getiren Pieta (Acı) filmi için Freud'a mı danışşak diyeceğim de o da kurtarmayacak. Oğlu mastürbasyon yaparken ona yardım eden bir anne görmek mi istiyorsunuz o zaman bu filmi izleyin dersem de filme haksızlık yapmış olurum. Anne sevgisinden yoksun büyümüş bir çocuğun mutlu aile kurma yolundaki insanları borca bağlayıp, borçlarını ödemediklerinde de onları sakat bırakması, hatta öldürmesini Ki Duk'a yakışan doğu masallarını hatırlatırcasına bir atmosferde anlatıyor film. 30 yıl sonra oğlunun karşısına çıkan anne de senaryodaki önemli gelişmeleri aktarmamak adına söylemek istemediğim bir şeyler yapıyor tabii. Acı ha deyince anlaşılacak, hemen kesin yargılar verilebilecek bir film değil belki, ama Kim Ki Duk'un diğer filmlerinde de gördüğümüz bir şeyler var burada. Sevgiye ve cinselliğe aç erkeğin haklı öfkesi. Acı, onulmaz bir yalnızlığın(sevgisizliğin) nasıl da faşizme dönüşebileceğinin filmi. Filmi izlerken bizim Anayurt Oteli'ne de gittim durdum. Sonuçta yönetmenine yakışır uçuk kaçık ama iyi bir film olmuş bana kalırsa Acı. Yıldız:* *
Kiarostami ve Zeitlin'in Filmleri
İranlı Kiarostami ustanın İtalya'dan sonra bu kez Japonya'da çektiği Like Someone İn Love (Birini Sevmek Gibi) yönetmenin minimalist dilini çok hoş kadrajlarla buluşturan enteresan bir film, 24 saatten bile az zamanda geçen filmde konsomatrislik yapan bir kızın bir profesörün evine gitmesi ve adamın ona bir erkekten çok baba/dede gibi bir yakınlık kurmasını anlatıyor, tabii kızın azılı sevgilisi işin içine girince ve adamı kızın dedesi sanınca işler karışıyor. Son derece hafif dokulu bu film bütün tadı damağımızda kalan yapısının ardında, özelde üniversite gençliğinin ekonomik kökenli sorunlarına içtenci bir bakış getiriyor ve Avrupa'da olduğu gibi Japonya'da da işlerin yolunda gitmediğini gösteriyor.Yıldız:* * Benh Zeitlin'in ilk yönetmenliğini Düşler Diyarı başlığıyla izledik. Amerikayı vuran Katrina kasırgasının yanı başında doğanın zor koşullarıyla başbaşa yaşayan insanların belgeselle-düşlerin iç içe geçtiği anlatısı bir ilk filme göre oldukça etkili bir görselliğe sahip olsa da üst düzey filmlerin sayıca fazla olduğu bu yılki etkinliğin mecburen görece-zayıf halkası durumuna düşüyor, yine de geleceğin Terrence Malick'i olabileceğine dair sinyaller de var filmde. Yıldız:*
Sonuç:
Bu yılki Filmekimi son yıllardaki etkinliklerin en iyilerinden birini yaşatmış bulunuyor. Tepelerin Ardında, Sevgi ve Av gibi 3 başyapıtı sunması bile başlı başına yeterli. Filmekimi'ni kaçıran talihsiz sinemaseverler için de dileğimiz en kısa zamanda bu filmleri izleyebilmeleri olacaktır ve biz ülkemizden şikayetçi oladuralım ki sonuna kadar haklıyız, AB ülkelerinde de vaziyetin hiç de iç açıcı olmadığını görmemiz bu yılın en dikkat çekici hususuydu.
Sürprizin En Güzeli Başımıza Gelirken Araf'ın Unutulması Yenilir Yutulur Değil
Altın Koza'da ödüller sahiplerini buldu. Bu seneki ödüller dağıtılmaya başladıktan sonra jüri ne kadar tutarlı gidiyor, hiç sürpriz yok diye şaşırmıştık. Ta ki ''Yılmaz Güney'' ödülüne kadar böyle devam etti ama açık şekilde jürinin bombalarını son 2 ödüle (1.lik ve 2.lik) sakladığını gördük.

Genel olarak baktığımızda tartışacağımız çok fazla karar yok aslında, son iki ödüle kadar kendi dallarında öne çıkan filmler kazandı. Araf'ın genç oyuncuları, Siirt'in Sırrı'ndaki kurgu, Lal Gece'nin İlyas Salman'ı, Gözetleme Kulesi'nin Nilay Erdönmezi, yine Gözetleme Kulesi'nin görüntü yönetimi ve yönetmenlik ödülleri benim kişisel ödül listemle çakıştı. Ancak senaryonun Babamın Sesi'ne gelmesi bu alandaki başarılı Araf ve Ateş'in Düştüğü Yer gibi filmleri devre dışı bıraktı. Kanımca Ateş'in Düştüğü Yer'in senaryo ödülü dışında pek de iddiası olmadığı için, daha doğrusu yönetmen, Yılmaz Güney ve en iyi film gibi dallara daha çok yakışan filmler olduğu için ödülsüz döneceğini anlamıştık. Ancak ''Yılmaz Güney'' ödülünün oldukça başarılı bir ilk film olan Şimdiki Zaman'a gelmesi bütün hesapları karıştırdı. Açıkçası, bir şekilde gençlerin maddiyat sorunlarıyla ilişkili bir film olarak bu ödüle uygun olmadığını söylemek biraz haksızlık olur. Hep daha keskin politik damarı olan filmler bu ödüle layık görülür ve bu yüzden en uygunu Babamın Sesi'ydi belki ama yönetmenleri bir önceki filmleriyle bu ödülü de almışlardı, yine aynı ödül olur muydu? En yakışanı o olduğu için başka seçenek öngöremedik ama jüri onlara bu haktan fazlasını vererek güzel bir sürprize imza attı. Güzel bir sürpriz, çünkü filmden sonraki yazımda da dile getirdiğim gibi gerçekten belge değeri taşıyacak bir eserden sanat sinemasının derinliklerine inen, bu ülkenin acılarını bellek üzerinden anlatmaya çalışan ve küçükte olsa bir ödül almasını istediğim bir filmdi, ödüllerin en büyüğünü aldı. Son derece mütevazı koşullarda çekilmiş ve usta işi yönetmenlik hamlelerinin uzağında/ henüz olgunlaşmamış bir dili olması, en iyi filme layık görülebileceğini aklımıza getirmedi. Buna karşın filmlerin düzeyinin yüksek olduğu bir şenlikte, hatta ülkenin zor zamanlardan geçtiği böyle dönemlerde böyle bir filmin öne çıkarılması da ayrıca anlamlı. Yine de hemen her yönüyle çok yetkin bir film olan Araf da en azından yine Babamın Sesi'ne gelen senaryoyu alabilirdi, önemli 2 ödülün aynı filme gitmesi güçlü bir seçkinin demokratikliği açısından da sıkıntılı ya da daha soğuk baktığımız bir ihtimal kayda değer 3 ödül alan Pelin Esmer'in yönetmenlik ödülü Araf'a verilebilirdi. Cannes gibi büyük festivaller bu tarz sıkıntıları en önemli 2 ya da 3 ödülden sadece birini alan filme başka ödül verilmesini yasaklayarak sağlayabiliyor. İleriki yıllarda böyle uygulamaların ülkemizde yapılması daha sağlıklı sonuçların ortaya çıkmasına katkı sağlayabilir. Sonuçta sinemanın anlatım araçlarına hakimiyeti bakımından festivalin en güçlü filmiydi Araf, küçük ödüllerle geçiştirilmesi, hem güzel bir sinemasal deneyimi harcadı, hem de yönetmeninin girdiği olgunluk döneminin görmezden gelinmesi anlamına geldi. Yine bizden ödül çıkmayan ama bir ödül alabileceğini özellikle yan jürilerden taltif görebileceğinin altını çizdiğimiz Erden Kıral'ın Yük'ü de bizi haksız çıkarmadı. Film yönetmenleri jürisinin (film-yön) ödülünü kaptı.

Film-yön'ün diğer ödülü ve Siyad ödülü de oy çokluğuyla Şimdiki Zaman'a gidince festivalin ikincisi de net bir şekilde Şimdiki Zaman olmuş oldu. Şimdiki Zaman'ın bu kadar parlatılması bazılarına abartı gelse de film resmen 3 ayrı jüriden de taltif görerek, ulaşılması zor bir başarı elde edip çok da tartışma götürmeyecek bir konuma yerleşti. Ödül dağılımına baktığımızda festivalin üçüncüsü de Gözetleme Kulesi oldu diyebiliriz. Yeraltı'na tüm artılarına rağmen bir türlü ısınamayan benden ödül çıkmamıştı. Jüri filmin en büyük kozu Engin Günaydın'ın ödülünü İlyas Salmanla paylaştırınca film dolaylı da olsa yarım bir ödülle yetinmek zorunda kaldı. Benim Araf'ın unutulmasına duyduğum hissin benzerini Yeraltı için duyanların sayısı hiç de az değil. Yine jürinin geçiştirdiğini düşündüğüm Reis Çelik'in Lal Gecesi'nin ''izleyici ödülü'' alması ayrıca anlamlı oldu. Özetle 2 sürprize rağmen, en iyi ödülleri alan filmlerin de oldukça başarılı olması sebebiyle çok da yadırgamıyor, üzülemiyor geçen seneye nazaran daha iyi kararlarla bir Altın Koza'yı noktaladığımızı düşünüyorum. Ağır topların, kusursuza yaklaşmaya çalışan sinema deneyimlerinin aksine gençlerin çok hevesli yaratıcı yeteneklerini, ülke insanının can alıcı sıkıntılarıyla birleştirebilen sanat sinemasının zaferi diyebiliriz. Festivallerin bu yönünü özenle koruması gerektiğinden değerli bir durum bu.
Tüm ödüller:
En İyi Film Ödülü: Babamın Sesi
En İyi Yönetmen Ödülü: Pelin Esmer (Gözetleme Kulesi)
En İyi Senaryo Ödülü: Orhan Eskiköy (Babamın Sesi)
En İyi Erkek Oyuncu Ödülü: İlyas Salman ve Engin Günaydın
En İyi Kadın Oyuncu Ödülü: Nilay Erdönmez
Jüri Özendirme Ödülü: Evin Demirhan (Siirt’in Sırrı)
En İyi Yar. Erkek Oyuncu Ödülü: Menderes Samancılar (Gözetleme Kulesi)
En İyi Yar. Kadın Oyuncu Ödülü: Laçin Ceylan, Nihal Yalçın
En İyi Görüntü Yönetmeni Ödülü: Özgür Eken (Gözetleme Kulesi)
En İyi Kurgu Ödülü: Öner Biberkökü, Kristen Stevens (Siirt’in Sırrı)
En İyi Sanat Yönetmeni Ödülü: Osman Özcan (Araf)
En İyi Müzik Ödülü: Verilmedi
Yılmaz Güney Ödülü: Şimdiki Zaman
SİYAD En İyi Film Ödülü: Şimdiki Zaman
Umut Veren Genç Erkek Oyuncu: Barış Hacıhan (Araf)
Türkan Şoray Umut Veren Genç Kadın Oyuncu Ödülü: Neslihan Atagül
Jüri Özel Ödülü: Siirt’in Sırrı
Adana İzleyici Jürisi Ödülü: Lal Gece
Film Yönetmenleri Derneği En İyi Yönetmen Ödülü: Belmin Söylemez (Şimdiki Zaman) ve Erden Kıral (Yük)
Altın Koza'da dün gece itibariyle 14 yarışma filminin hepsini izlemiş bulunmaktayız. Geçen seneki ortalamanın epey üzerinde bir seçkiyi devirdiğimizi rahatlıkla söyleyebiliriz, geçen yıl ödül alacak 3.filmi bulmakta zorluk çekerken bu yıl ödül listesine sızabilecek birçok film var.

Yeni filmiyle Bornova Bornova'daki başarısının tesadüf olmadığını gösterdi bizlere İnan Temelkuran, hem de belgesel janrında. Siirt'in Sırrı'nda Siirtli milli güreşçi Evin Demirhan'ın hikayesini anlatıyor yönetmen. Bunu yaparken de bazı istatistiklere başvuruyor. Bu sporları fakir sayılabilecek ailelerin kızları tercih ediyor çünkü ucuz ve bu spor sayesinde gelecek kurmak, ailesini kurtarmak gibi hedefleri var. Onların hiçbirinin bale yapma şansı yok ama Siirt'te bir kızın güreş yapması da olacak şey mi? Ülkemizin sanata olduğu gibi spora da az yatırım yapması gibi bir eksik filmin içinden geçen önemli bir detay. Ciddi bir keşfin ve özenli bir emeğin ürünü olan Siirt'in Sırrı'nı büyük zevkle izledik. Festivalin ödül almasını dilediğimiz filmler kervanına o da katıldı. Ortalık ana baba gününe döndü, ''en iyi kurgu'' ve ''en iyi müzik'' dallarında iddialı olması güçlü ihtimal. Aslında hikayesini anlattığı insanların milliyetçi içselleştirmişlikleri olmasa ''Yılmaz Güney'' ödülü bile aklımıza gelmiyor değil. Sanırım bu haliyle bu ödüle pek de uygun değil.

Reis Çelik'in yönetmenliğini yaptığı Lal Gece, çocuk gelinler meselesine değiniyor. Bu topraklardaki bu kadim soruna içerden bir bakış atıyor. Büyük çoğunluğu bir gerdek odasında geçen film iyi bir kapalı mekan çalışmasının ötesinde, İlyas Salman'ın muhteşem oyunculuğuyla hafızalara kazındı. Tabii meseleye yaşlı erkeğin mağduriyeti penceresinden bakması da tartışılabilecek bir konu. Bu açıdan feministlerin yetersiz görebileceği filmin ne olursa olsun çarpık toplumun böyle bir yarasına, bu kadar yakından yer yer mizaha göz kırpan şekilde bakması takdir edilesi. Günün diğer izlediğimiz filmi Selim Evci imzalı Rüzgarlar, bizce Aziz Ayşe ile birlikte yarışmanın en kötü filmlerinden. Filmin anlatmak istedikleri o kadar belirsiz ki, resmen yönetmen ne yapacağını bilmez halde. Bir ses teknisyeninin bir Rum kadınla tanışması, 2 yıl geçmesi, acılarını kayda alması sonra onun kızıyla yakınlaşmasını anlatayım mı anlatmayayım mı kararsızlığı, bir de hikayeye dahil olup çıkan eski bir eşle resmen 117 dakikamızı yedi. Siyad jürisinden Radikal yazarı Şenay Aydemir filmin yarısında çıktı üç-beş dakika sonra geldi ve kaybettiği birşey olmamıştı, düşünün siz. Okullarda senaryo nasıl yazılmaz dersinde gösterilecek saçmasapan bir film. Bu seneki güzel seçkiye yakışmadı. Halbuki filmin başında ve sonrasında da çokça devam eden güzel kadrajlarıyla çok umutlanmıştık ama karşımızda bir eser olduğunu söylemek çok zor. Umarım jüri ''en iyi görüntü yönetimi'' ödülü vermek gibi bir çılgınlığa düşmez.
Son olarak bu akşam 20.30'da A Haber'in canlı yayınlayacağı ödül töreni öncesi şahsen böyle bir hak bize verilseydi ödülleri nasıl dağıtırdık ona bakalım.
EN İYİ FİLM: ARAF
YILMAZ GÜNEY ÖDÜLÜ: BABAMIN SESİ
EN İYİ YÖNETMEN: PELİN ESMER (GÖZETLEME KULESİ)
EN İYİ SENARYO: ATEŞİN DÜŞTÜĞÜ YER
EN İYİ GÖRÜNTÜ YÖNETİMİ: GÖZETLEME KULESİ
EN İYİ KADIN OYUNCU: NİLAY ERDÖNMEZ (GÖZETLEME KULESİ)
EN İYİ ERKEK OYUNCU: İLYAS SALMAN (LAL GECE)
UMUT VEREN GENÇ OYUNCULAR: NESLİHAN ATAGÜL ve MURAT HACIHAN (ARAF)
JÜRİ ÖZEL ÖDÜLÜ: ŞİMDİKİ ZAMAN
EN İYİ KURGU: SİİRT'İN SIRRI
EN İYİ MÜZİK: SİİRT'İN SIRRI
EN İYİ SANAT YÖNETİMİ: LAL GECE
Ötenazi karşıtı hükümetlere derhal bu film izletilmeli.
Michael Haneke'yi bugüne kadar insanın kötücül tarafını deşifre eden bir yönetmen olarak tanımıştık. Ama Aşk'ta (Amour) bambaşka bir şey yapıyor, mizansenin içinde bir insanlık dersi veriyor.

1990'ların başında bir üçleme olarak tasarladığı filmlerden Bir Kronolojinin 71 Parçası ile sinemalara uğradığında Robert Bresson'un 1983'te Para isimli filmle sinemaya veda ettiği yerden devam ettiği pek dile getirilmez fakat böyledir. Minimalist sinema estetiğinin yanı sıra, aslında aynı hikayeyi anlatırlar. Toplumsal yapının çığrından çıkardığı katliam makinaları. İnsanlar kötüdür ve kötü gözükmeyenler de kötü olmaya mahkumdur. O dönemlerden bu yana kendi döneminin ruhuna uygun yaratıcı buluşlarıyla kötülüğü anlattı bize Haneke. Saklı'da yaratıcılığının sınırlarını iyice yukarı taşıyan Beyaz Bant'ta ise ilk kez bizi tamamen geçmişe götüren yönetmen bu sefer de kendi sinemasının biçimsel yalınlığını sonuna kadar koruyor, aslında içerik olarak da spoiler vermemek adına fazla söylemek istemediğimiz kendi sinemasına has bir takım unsurlar mevcut. Haneke yine rahatsız edici ama ilk kez de bu kadar romantik. Sanılmasın ki alışıldık salya sümük sözümona Aşk Masalı (Love Story) gibi filmlerden biri, aksine mesafeli, soğuk bir film bu. Gönlümüzü çeldiği kadar bilincimize de sakin bir şekilde seslenen bir eser. Filmin 125 dakikasının bir kaç saniye haricinde bir apartman dairesinde geçtiğini de belirtelim. Bir film düşünün ki yaşlılığın/hastalığın sonuçlarını ailesel ve kurumsal taraflarıyla irdelesin. Üstüne de has aşık nasıl olur göstersin ve finalde de kimilerini şaşırtan öyle bir hamle yapsın ve noktayı koysun. Haneke kendini mi anlatıyor acaba, gençlikten umudunu kesmiş belli ki demeden de edemiyor insan. Aydın duyarlığı çağına tanıklık etmekse Haneke bunun sorumluluğunu taşıyor, hem zamanı aşan hem de şimdilerde şiddetle tartışılan ötenaziye değiniyor, filmde ötenazi kelimesi geçmese bile. Jean-Louis Trintignant ve Emmanuelle Riva'nın alıp götürdüğü film bu blogta daha uzunca bir analiz yaptığımız Beyaz Bant gibi bir sinema dersi değilse de kesinlikle bir insanlık dersi, çok anlamlı bir film. Beyaz Bant'ın dört başı mamur senaryosu ve enfes görüntülerine hayran olanlar o kadar tatmin olmayabilir. Aşk daha basit, makul ölçülerde çekilmiş bir film. Bir açıdan genel izleyicilerin de anlamakta zorlanmadan izleyebileceği bir film olma özelliğine de sahip olduğunu hatırlatmakta fayda var. Belki Bugünden Edebiyat Dergisi'nin ilerki sayılarında Aşk'a dair daha uzun bir yazı yazabilirim. Şimdilik bu kadar. Yıldız:* * * *
Not: Fransızca'da Amour kelimesi hem aşka hem de sevgiye karşılık geliyor, onlar bizim gibi ayırmıyorlar. O açıdan dilimize sevgi olarak da çevirebiliriz, belki daha doğru olur.