Geçen sene çocuklukta yeşeren dostluklar, ondan önceki sene kadın özgürlüğü teması pek çok filmde karşımıza çıkan Cannes'da bu sene ortak bir tema varsa herhalde sinemanın en nihayetinde kurmaca olduğu, yaratıcısının hayallerini perdeye taşıdığı gibi bir şey olsa gerek. Böyle filmlerin sayısındaki son yıllardaki artış şöyle dursun bu sene o artış daha da görünür olmuş. Aki Kaurismaki'nin sinemaya türlü türlü referanslarla dolu mütevazi başyapıtı Kuolleet Lehdet, Nanni Moretti'nin önemli bir bölümü film çekim ortamında geçen Il Sol Dell'Avvenire'si. Catherine Breillat'nın bizi ana karakterin fantezi dehlizine götüren L'Ete Dernier'i, Kaouther Ben Hania'nın bir tür sahte belgesel olan Les Filles D'Olfa'sı. Az da olsa video görüntülerini filme eklemleyen Win Wenders'ın Perfect Days'i ama esas görece zayıf bir yılda neden yarışmaya alınmadığı bir muamma olan ve hemen her şeyin video gösterisine dönüşmeye çalıştığı bir dünyayı resmeden Amat Escalante'nin Perdidos En La Noche'si ilk akla gelenler, elbette geçtiğimiz haftalarda izlediğimiz Nuri Bilge Ceylan'ın Kuru Otlar Üstüne'si de bu grupta.
En anlamlı filmler solduyu sahibi olanlardan, Ken Loach ve Aki Kaurismaki'den geldi...
87 yaşına ayak basan Ken Loach'un son filmim dediği The Old Oak, gerçekten yönetmenin son filmi olacaksa kuşkusuz bu sinemaya en onurlu vedalardan biri olacaktır. Savaştan kaçıp bir İngiliz kasabasına gelen bir grup Suriyeli aileyi konu alan filmde kasabanın pek çok sakininin bize de çok tanıdık birtakım ırkçı ithamlarına karşın, bir işçi bu aileyle dostluk kuruyor. Ama İngiltere'de mahalle baskısı yok mu sanıyorsunuz, bir yandan iki tarafın da iyi niyetiyle bu dostluk büyürken diğer yandan kötüler kötülüklerini yapmaya devam ediyor. Burada filmin olay örgüsünü anlatmak istemiyorum ama yine çok iyi örüldüğü bir örnek The Old Oak, öyle ki senaryonun birkaç bağ noktası filmdeki karakterleri de birbirine bağlıyor. Hani bazen hayat için pamuk ipliğiyle bağlıyız denir ya, burada da öyle. Kararında duygusal anları olan The Old Oak'ı kısaca dostluk üzerine bir film olarak da özetleyebiliriz. Bu dostluk, insan, hayvan, pek çok ötekiyi içerisine alacak biçimde olgun bir tavırla ele alınmış. Birkaç yerli yazarın Suriyelileri fazla sütten çıkmış ak kaşık olarak resmediyor şeklindeki görüşüne de katılmadığımı belirtmeliyim. Her toplumda iyi insanlar sayıca az olsa dahi vardır. Üstelik film savaştan kaçanların tarafından hem Suriye rejimine hem Işid'e karşı sözünü de söylüyor ve bence Türkçe çevirisindeki Umudunu Kaybetme söz öbeğinin karşılığını vermesi kadar kötülüğün sıradanlığını çok güzel anlatıyor, kimilerince çok iyi bir film olduğu düşünülen Jonathan Glazer'in The Zone of Interest'inden de daha güzel yapıyor bunu. Aki Kaurismaki ise Kuolleet Lehdet ile Le Havre'dan bu yana en iyi filmini gerçekleştiriyor. Kaderin cilvesi mi desek, yoksa insanın ve o insanın kurduğu devletlerin işleyiş mantığımı? Radyoda bitmek bilmez bir Rusya-Ukrayna savaşı var. Daha acısı İsrail'in Gazze'de hastane vurduğu ve böyle bir barbarlık nasıl mümkün olabilir dediğimiz günlerde Rusya'nın da Ukrayna'da hastane vurmuş olduğunu öğreniyoruz. Diğer yanda altı özellikle çizilen işçi sınıfından iki birey ve onların sinema sevgisini de içine alan aşkları var... Film, insanlar arasındaki en naif ilişkilerde karşımıza çıkan mükemmel ayrıntılarla örülmüş, ağırbaşlı bir rom-com olarak anılsa yeridir. Kuşkusuz Kaurismaki'nin dünyası biraz masalsıdır, daha yerinde bir ifadeyle şairane gerçekçiliğe yakındır. Bu yüzden günümüz izleyicisi yadırgayabilir böyle bir dünyayı, böyle bir aşkı, yeterince gerçekçi bulamayabilir ama böyle bir aşka yüreği daha güzel bir dünya için çarpan kim kayıtsız kalabilir ki! Kim böyle bir aşkın içinde olmak istemez ki! Aslında bir noktada Sait Faik'in Alemdağ'ında Var Bir Yılan öyküsünden hatırladığımız o cümlenin özeti film. Yalnızlık dünyayı doldurmuş. Sevmek, bir insanı sevmekle başlar her şey diyordu yazar. İşte orada bitiriyor bu güzel filmi Kaurismaki, muhtemelen bir çoğumuz da o kadarını biliyoruz cümlenin, o bölümün tamamı ise şu şekilde: Yalnızlık dünyayı doldurmuş. Sevmek, bir insanı sevmekle başlar her şey. Burada her şey bir insanı sevmekle bitiyor. Etkinliğin diğer bir başarılı filmi de Matteo Garrone'nin Venedik'ten En İyi Yönetmen ödülüyle dönen Io Capitano. O da belki yönetmenin Gomorra'dan sonraki en etkileyici filmi. Epik olarak adlandırılabilecek bu film, Senegal'den İtalya'ya göçmeye çalışan iki gencin hikayesi. Çölden, Akdeniz'e uzanan acı ve şiddet dolu bu yolculukta, sırasıyla Nijerya, Libya geçiliyor ve hikaye Sicilya'da son buluyor. İzleyenler bilir Türkiye'de Tenere adlı bir belgesel izlemiştik. Io Capitano o belgeselin kurmaca hali gibi. Çölde ve denizdeki zorlu sahnelerin çekimindeki başarısıyla ön plana çıkarken Afrika halklarının makus talihi yürek dağlıyor... Diğer bir İtalyan filmi ise İtalyan sinemasının yaşayan en önemli isimlerinden biri olan Nanni Moretti'den geliyor. Sovyet döneminde İtalyan Komünist Partisi'nin Sovyetlerin işgalci tutumu üzerine bir film yapma denemesi türlü engellere takılıyor, bir yandan sektörün ondan bekledikleri, bir yandan Netflix ve yükselişteki Kore hegemonyası belli ki Moretti'yi bıkmış usandırmış. Zaten 2 yıl önce Altın Palmiyeli Titane'ı izleyip artık yaşlanıyorum diyen de aynı Moretti değil miydi? Film yönetmenin çaresizliğinin filmi oluyor ve bizlere el sallayarak son buluyor. 70 yaşındaki yönetmenin özdüşünümsel vedası olarak özetleyenler de çıkacaktır Il Sol Dell'Avvenire'i. Amat Escalante ise Perdidos En La Noche ile bir kez daha ekonomi-politiğin alanına giriyor. Bir maden yatağına inşa edilen lüks yalı ve devlet desteğiyle üzeri örtülen suçlar, her şeye karşın az da olsa vicdan sahibi insanlar ve her deneyimin seksten, intihara kadar gösterim toplumunun aparatı olduğu bu dünya başarılı bir şekilde perdeye geliyor. Etkinliğin Fransız kadın yönetmenlerinden biri olan Catherine Corsini'nin Le Retour adlı filmi ise siyahi olmak, beyaza hayranlık, cinsel kimlik gibi konuları bir potada eritirken sürükleyici dili gerisinde bu meseleler üzerine düşünme fırsatı veren bir metne ve bazı sahnelerde devleşen genç kadın oyunculara sahipken diğer bir Fransız kadın yönetmeni etkinliğin herhalde en provokatif filmlerinden birine imza atıyordu. Catherine Breillat'ın L'Ete Dernier'i. Onu da sona sakladım. Orta yaşa gelmiş, işinde başarılı bir kadının eşinin önceki eşinden olan ergenliğin içindeki oğluyla yasak aşkı, kimi festival izleyicisinin korkunç! nidalarıyla son buldu. Film bilinçli olarak erotizmi perdeye getirmekten kaçınan, kadın ana karakterin baş bölgesine bizleri yakınlaştırmaya çalışan bir estetik tutturuyor. Film boyunca yaşananların gerçekliğine inansak da, son sahnesiyle beraber, kadının fantezilerini izlediğimiz duygusu sanki ağır basıyor, finaldeki şarkının sözleri de bunu doğruluyor. Peki aksini düşünelim. Filmin evreninde gerçekten böyle bir ilişki yaşandı, o da en nihayetinde filmin kadın yönetmeninin fantezisi olmayacak mıydı? Biraz olsun rahatlayanlar için kötü haber ! Bu örtük üstkurmaca her ne kadar kimileri tarafından görmezden gelinse de bu yılki Cannes'ın en devrimci filmlerinden biri. Elbette yine en iyi şekilde Fransızların kotaracağı türden bir film. Cinsellik, ensest, rıza, kadın bedeninin teşhiri gibi kavramları tartışmaya açarken, muhafazakar ahlakı olduğu kadar kendilerini de sarsıcı bir noktadan sorgulama fırsatı veriyor izleyicisine. Aslında internette kısa bir araştırmayla yönetmenin bu konularda nam saldığını görüyorsunuz... Tanıyan tanıyor ama tanımayan da çok yönetmeni. O zaman bir teşekkür de 2007'den sonra ilk kez yönetmeni yarışmaya alan Cannes ve sonra Filmekimi'ne...
Geleneksel Yıldız Tablosu
The Old Oak * * * *
Kuolleet Lehdet * * * *
L'Ete Dernier * * * *
Perdidos En La Noche * * *
Io Capitano * * *
Il Sol Dell'Avvenire * * *
Le Retour * * *
Le Passion De Dodin-Bouffant * *
Rapito * *
The Zone of Interest * *
Les Filles D'Olfa * *
Perfect Days * *
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder