Bu yıl 42.si düzenlenen İstanbul Film Festivali belgesellerin yılı olarak da anılır mı? Öyle ki hem Altın Aslan'lı Hayatın Tüm Acıları ve Güzellikleri hem de Altın Ayı'lı Küçük Evren birer belgeseldi. Bu örneklere Isabel Coixet'nin Sarı Tavan'ı Cinemania bölümünde gösterilen Lynch-Oz ile ayrıca Kavur belgesellerini de eklemeliyiz. Saydığım ilk üç örnek ortak bir noktada buluşuyordu. Demokrasinin ve ilerlemenin aslında ne kadar yavaş gerçekleştiği, toplumsal kazanımların gelişmiş batı örneklerinde dahi büyük mücadeleler sonucunda son derece sınırlı oranda gelişebildiği... Lynch-Oz, David Lynch'in sinematografisine Oz Büyücüsü perspektifinden bakarken, Kavur ise sinemamızın büyük auteurlerin Ömer Kavur hakkında oldukça şiirsel bir belgeseldi. Kavur'un sinema evrenine bakarken farklı pek çok kaynaktan yararlanan bu belgesel sanıyorum ki, en sonunda yine başladığı noktaya dönüyordu, rüyalara... Aslında rüyalar ait hissettiğimiz ve bizi eksikliğinizi hissettiğimiz mekanlara götürür. Sinemanın da en nihayetinde bu rüyalardan feyz alan bir yanı yok mudur?
Festivalde oldukça dikkat çekici klasikler de gösterildi. Bunlar içerisindeki iki Frankofon örneği huşu içerisinde izledik... Chantal Akerman'ın Jeanne Dielman'ı bir evin içerisinde bir kadının yaklaşık 2.5 günlük rutinine izleyiciyi götürürken son derece ağırbaşlı anlatımına karşın kanımca 3.5 saatlik uzun süresini o kadar da hissettirmiyordu. Ancak aynı yorumu neredeyse 4 saatlik Jean Eustache'ın Anne ve Fahişe'si için yapmak mümkün değil. Temel nedeni de diyalog yoğunluklu tipik bir Fransız filmi olması. İlginç olan ise Anne ve Fahişe kadar uzun süren bir filmin zamanında Cannes'dan zaferle ayrılması. Klasikler arasında ayrıca William Friedkin seçkisi de vardı elbette, ve bence The Exorcist (Şeytan) ya da Sorcerer'ı (Dehşetin Bedeli) sinemada izlemiş olmak da hatırı sayılır deneyimlerden biri olarak görülmeli. Benim için festivalin dikkate değer son klasik örneği ise Korhan Yurtsever'in 1979 yılında çekilmesine rağmen yasaklı olup ancak bugün restore edilmiş kopyasından izlediğimiz Koca Kafası'ydı. Dönemin sol atmosferini yansıtan bir filmdi.
Festivalin Berlinale seçkisinin en güçlü filmi hiç kuşkusuz Christian Petzold'un Kızıl Gökyüzü adlı yapımıydı. Bir tatil bölgesinde aşkın farklı boyutlarını duru bir anlatım ve ölçülü senaryoyla anlatan film Undine gibi yönetmenin zirvesi olmasa da, oldukça iyi bir film, hatta yönetmenin en iyi filmi olduğunu düşünenler de var. Berlinale'den gelen diğer dikkat çekici yapım ise Disco Boy, savaşa ve ötekileştirmeye karşı biraz şiirsel aslında çokça deneysel bu yapım herkese göre olmasa da ben beğendim. Diğer yandan Yaşamak Kötü ve Kötü Yaşamak adlı bir otelde geçen biri otelde çalışanlar diğeri müşteriler gözünden ilerleyen aynı filmi farklı filmler olarak izlemek de örneğine çok rastlamadığımız ilginç bir örnekti.
Yıldız Tablosu
Jeanne Dielman * * * *
Anne ve Fahişe * * * *
Kızıl Gökyüzü * * * *
Disco Boy * * * *
Dehşetin Bedeli * * * *
Şeytan * * * *
Hayatın Tüm Acılar ve Güzellikleri * * *
Yaşamak Kötü * * *
Kötü Yaşamak * * *
Kavur * * *
Koca Kafa * * *
Sarı Tavan * * *
Lynch-Oz * *
Dünyanın Kralları * *
Yukarı Çık * *
Totem * *
Küçük Evren * *
Bebek *
Müzik *
Suyun İçinde *
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder