Bu yıl Filmekimi'nde oldukça stratejik davrandım ve ileriki aylarda vizyon tarihi belli olan pek çok filmi listeme almadım. Vizyon tarihi henüz belli olmayan, üstelik vizyona girme ihtimalini düşük gördüğüm ama benim türlü nedenlerle izlemek istediğim filmlerden oluşan bir liste yaptım... Beni dikkatle okuyanlar bilir, sinema konusunda yergiyi değil övgüyü severim, o yüzden izlediklerim içinde övgüye değer unsurlar gördüğüm 8 tanesini seçtim. Ayrıca çok fazla övülen bir film hakkında ise gerekçeleriyle birlikte bir yergim var. Bence en zayıf filmler Amerikanlar olurken, Cuaron'un Roma'sını da bu klasmanda değerlendirmemek için bir sebep yok. En beğendiklerimin başında ise sürpriz bir film geliyor: Kalpteki Bıçak.
Yann Gonzales'in Kösnül Filmi
Sanatın bir görevi de o ihlal edilmez denilen sınırları ihlal etmek, özgürlük de bir yere kadar diyenlere yok dahası da var diyebilmek değil midir? Bu konuda tereddütümüz yok. Öyle olmalıdır. Tıpkı Yann Gonzales'in yaptığı gibi. Un Counteau Dans Le Coeur / Knife+Heart, Türkiye'deki gösterim adıyla Kalpteki Bıçak kabul etmeliyim ki kendi sinema tarihimde izlediğim en tuhaf filmlerden biri. Şu salonu terkeden terkene diye tabir edebileceğimiz... Bir film, festival izleyicisine dahi sonunu getirtemiyorsa çokluk ben seviyorum o filmi. Gerçi hakkını yemeyelim terk eden çoktu da, terk etmeyen daha çoktu. 1970'lerin Fransa'sındaki bir gay porno yapım şirketinin patronu (Vanessa Paradis) ile ona artık yüz vermeyen kurgucu kadın sevgilisi (Louis McKenna), set işçileri ve çok sayıda oyuncuyla dolu porno film çekilen bir mekandayız. Sözümona bir seri katil dadanıyor sete, bir bir öldürüyor filmlerde oynayanları... Ama beylik bir seri katil filmi olmadığı gibi esas meselesi seri katil de değil, o filmin cazibesini arttıran bir figür sadece. Zengin renk paleti, incelikli kurgusu, M83'ün retro denilebilecek müzikleri ve bir sahne sonrasını kestiremediğimiz alabildiğine kural tanımaz tavrıyla da şaşırtıyor. Çoklu hislerimize hitap eden; germeyi, korkutmayı, kışkırtmayı, duygulandırmayı, hatta güldürmeyi kısa zaman dilimleri içerisinde başaran bir 'metafiction' bu. Film bitti sandığımız anda, gerçekten salon çok büyük ölçüde boşaldıktan sonra aynen biraz önce kendi ifade ettiği gibi bir süre daha devam eden bir filmden bahsediyoruz. Kendisinin de bir film olduğunun farkında ve bittiğinde yenisinin başlayacağının ve onun da elbet biteceğinin... Yann Gonzales bundan sonraki filmlerini merakla bekleyeceğimiz yaratıcı yönetmenler kısa listesine sağlam bir giriş yapıyor.
Kalpteki Bıçak, hatırlarsanız Cannes'da görmezden gelinmişti. Tıpkı Ahlat Ağacı gibi son gün gösterilmenin gazabına mı uğradı yoksa onu mükafatlandıracak devrimci bir jürinin eksikliğini mi hissetti bilinmez ama eli boş gitmeyebilirdi diye düşünüyorum çünkü bu haliyle çok sınırlı bir dağıtıma tâbi olacak. Türkiye'yi ele alalım, Kalpteki Bıçak'ı Filmekimi'nde (o da sadece İstanbul) izleyemeyenler bir daha beyazperdede izleme şansı yakalayabilecek mi? Başka Sinema ya da Cinemaximum Arthouse kanalıyla dahi vizyona girmesi sürpriz olur. Bırakın Türkiye'yi, festivalleri saymazsak Fransa dışında hiçbir ülkede vizyona girmediği gibi gireceğine dair de bir işaret yok.
Jia Zhangke, Kül En Saf Beyazdır (Jiang Hu Er Nv) şeklinde Türkçeleştirdiğimiz (İngilizcesi de birebir aynı, Ash is Purest White) son filminde epik olarak da ifade edilebilecek bir kara filme bir yanıyla da duygusuz bir melodramaya imza atmış. Bir ilişkinin 2001'den günümüze uzanan yolculuğu büyüyen Çin'e koşut biçimde işleniyor. Bir mafya lideri ve ona sevdalı kadının yaşamını izliyoruz bir süre, bir yanda kapitalistlere tepkili halk öbür yanda ihtişamlı yaşamlar... Daha sonra sevdiği adamı korumak için 5 yıl hapis yatan da aynı kadın. Ama hapisten çıktığında gördüğü adam aynı adam değil. Film ikinci yarıda tamamen kadının (Tao Zhao'nun canlandırdığı Qiao) hikayesine dönüşüyor. Bir yanda dürüstlük, merhamet ve karşılıksız sevgi, diğer yanda yoğuşan şiddet, değişken duygular, belki iki yüzlülük var. Elbette geride bırakılan uzun yılların küle çevirdiği, o yüze vuran aşkın iç ateşi güzel resmedilmiş. Her ne kadar sönümlenmiş olsa da sonuçta tamamen yok olmayan ama şekil değiştirip küle dönüşen aşkı, Tao Zhao'nun yorum gücünden ilham alarak yansıtan Qiao karakteri, 'en saf beyaz' olanın da ne demek olduğunu bize gösteriyor. Acaba yukarıdaki bu ikilikler Çin'in geçmişi ve bugününü simgeliyor olabilirler mi? Arka fonda uzun yıllar önce geçtikleri yolu telefonun yardımı olmaksızın bulamayan ya da artık güvenlik kamerası olmadan yaşayamayan da aynı Çin halkı. Değişmeyense insanlardaki para kazanma hırsı, belki bir açıdan zorunluluğu.
Çin hükümeti geçen yıl rejimlerinin adının Çin tipi sosyalizm olduğunu açıklamıştı. Şahsen ben, biçimsel olarak sosyalist olduğunu iddia eden, devlet müdahalesiyle dünyanın kapitalist devleri arasına giren ülkedeki bu değişimi arka fon olmaktan öte bir belirginlikte görmek isterdim. Ama olsun Jia Zhangke yine de etkileyici.
Lars von Trier, örneğin iki önceki filmi Melankoli ile belki de kendisinden beklenmeyecek derecede Hollywood-vari bir kıyamet filmi çekmiş ve bende hayal kırıklığı yaratmıştı. Son filmi The House Jack Built / Jack'in Yaptığı Ev ise gerilim türünün bir takım özelliklerini taşıyor olsa da herhangi bir Hollywood filminden pek çok açıdan farklılaşan bir yaratıcı sineması örneği. Her ne kadar film son dönemde yönetmenin nevrotik hallerinin dışavurumu olarak kendini gösteren emarelerle dolu olsa da o ruh halinin yaratıcılığı kışkırtan bir yanı olduğu rahatlıkla iddia edilebilir. 155 dakikalık bu uzun film bir seri katilin 12 yıla yayılan cinayetlerinden 5 tanesini birbirinden bağımsız 5 epizot içerisinde inceliyor, gerçi bir bölümde 3 diğerinde 2 kişiyi öldürdüğü vakalar da var ama aynı mekanda birbiriyle bağlantılı vakalar bunlar. 6.epizotu ise sonsöz olarak adlandırmış yönetmen. Matt Dillon'ın hayat verdiği Jack karakteri yüksek zekalı ve cinayetlerini büyük bir sanatçı zarafetinde gerçekleştiriyor ve her vakadan sonra düşüncelerini bir tür iç sesi olarak adlandırılabilecek Bay Verge'ye anlatıyor, biz de dinliyoruz, şüphesiz yoğun diyaloglarla örülü ve izleyiciyi yorgun düşürebilecek anlar... O anlarda Jack'in yer yer derinleşen hatta bazan kaçırdığımız ya da anlamakta zorlandığımız düşünce bombardımanına maruz kalırken, perdede; mimariden, resime, müzikten, doğa belgeseline, çizgi film karelerinden yönetmenin önceki filmlerine kadar görüntüler silsilesiyle karşılaşıyoruz. Bir yerde Stalin, Lenin, Mao, Pol Pot, Hitler bile beliriyor. Yönetmen sinema aracının olanaklarıyla Jack'in işlediği cinayetleri ayrıntılarına kadar betimlerken, içine düştüğümüz dehşet, Jack aracılığıyla yönetmenin insanlık tarihine dair düşünceleriyle bütünleşiyor ve yargılarımızın boyutunu genişletmemiz gerektiğini bize hatırlatıyor. Bir seri katile kızarken insanlığın onsuz yapamadığı siyasetçileri nereye koyacağız, peki ya onların gerçekleştirdiği kırımları? Yine yönetmen siyasetin acımasızca katlettiği çok sayıda insanın görüntülerini de bir yerde perdeye taşıyor ve belki şöyle soruyor: Doğadaki bu bitmek bilmez şiddet dürtüsüne engel olmayı bir kenara koyun o şiddetin kaynağı tarafından yönetilmeyi bile isteye kabullenen bir toplumun değer yargılarını tekrar gözden geçirmesi gerekmez mi?
Asako 1-2 filmi ise verimli bir yıl geçiren Uzakdoğu'nun sinema tarihine
izler bırakmış ülkesi Japonya'dan geliyor. Asako genç bir kadın, tesadüfen tanışıp sevdiği ama onu nedensiz terk eden Baku ve yine tesadüfen tanışıp biraz da tipi Baku'ya benzediği için zamanla sevdiği Haruyo arasında kalıyor, tabii yıllar sonra. Kimileri bilincimizden öte yüreğimizle baktığımızda daha çok sevebileceğimizi düşündüğüm filmin bir iki sahnesinin bir miktar gerçekçilikten uzak olduğunu iddia edebilir elbette. Ancak aşkın dehlizlerinde olgulara ulaşmak galaksimizin ötesinde ne olduğu sorusuna cevap vermekten daha mı kolay, peki aşkı tanımlamak, kimi sevip sevmeyeceğimize karar vermek hangi matematiksel kesinlikle açıklanabilir? Üstelik siz birini, tipi daha önce sevmiş olduğunuz birine benziyor diye sevmeye kalkarsanız ! Ryusuke Hamaguchi'nin Asako 1-2'si buralarda geziniyor, her zaman olumlamasak da o bazen olumlamadığımız insanlık hallerine de dokunan, her şeye karşın masumiyetin ya da saf sevginin taşıdığı; tatlılık, sıcaklık, huzur gibi kelimelerle açıklanabilecek ruha sahip bir film. Özünde iki erkek arasında kalmış kadının üzerinden ortaya çıkan basit hikayeyi o basitliği bir çırpıda geçip şiirselleşmiş olarak görmek de mümkün.
Japonya'dan gelen diğer bir film Naomi Kawase'nin Vision'u; yumuşak, makul düzeyde akıcı, belli ölçüde düşsel ve kolaycı yaklaşımlara prim vermeyen üslubuyla kimileri için fazla şiirsel gelebilir. Mesela arka sıramda oturan bir izleyici film bittiğinde 'bu ne şimdi, parçaları nasıl birleştireceğiz' diye veryansın ediyordu. O halde yönetmenin adeta yaşlandıkça güzelleşen Juliette Binoche'a başrolü teslim ettiği Vision'u nasıl değerlendirmeli. Mutluluk kalptedir diyen rol arkadaşı Masatoshi Nagase'den yola çıkarak şu Uzakdoğu'ya has kalplerimizin gözleriyle izlenmesi gereken bir film olarak mı? Artık olgunluk çağına girdiği ifade edilebilecek yönetmen bu kez Binoche'u vision adındaki bir bitkiyi bulmak için Japon ormanlarının derinliklerine sürüklüyor. Bu özel bitki, 997 yılda bir ortaya çıkıyor ve en son görüneli yaklaşık 997 yıl olmuş ve bu yakın zamanda bir kez daha karşımıza çıkacağını müjdeliyor. Film farklı noktalarında birkaç karakteri bizlere sunuyor, epey sonraysa yapbozun parçaları oturmaya başlıyor, her ne kadar kalp vurgusu yapsak da kesinlikle bilincimize hitap eden bir yönü de var filmin ve özellikle sonları ciddi biçimde beyin jimnastiği yapma şansı sunuyor. Hayatın döngüden, o sonsuz bitiş ve başlangıçlardan ibaret olduğunu, mutluluğun bizim dışımızda değil en derinimizde olduğunu, geçmiş (anılar) ve geleceğe (hayaller) sıkışmamamızı, anı yaşamamızı salık veriyor. O 'an' değil midir ki zaten yaşam dediğimiz şey.
Ulus aşırı bir aktrist olan Juliette Binoche, Olivier Assayas'ın Çifte Hayatlar (Double Vie) filmi ile bir kez daha sahnede... Personal Shopper ile dikkatimizi çeken günümüz teknolojisi bizi nereye götürüyor sorusuna yeni bir boyut katmış yönetmen. Bir yayıncı, bir kitap yazarı ve onların eşleri ve birkaç kişiden daha oluşan film büyük oranda yayıncılık sektörünün bugünü üzerine tartışmalardan oluşuyor. İnternet yayıncılığı basılı kitaplarının sonunu getirecek mi, sosyal medya bağımlısı yeni kuşağın artık kitap okumaması, tablet ya da akıllı telefonlardan okuyoruz diyenlerin de aslında pek gerçekçi olmadığı, internet yayıncılığında kaliteyi korumanın önemi gibi... Fransız entelektüel kesiminin beyin fırtınasına tanık ettiriyor bizleri. Adı gibi ikilikler ya da arada kalmışlıklar üzerine bir film diyelim biz ona. Bu arada hep de yayıncılık tartışılmıyor elbet, bu insanların özel hayatları var, tabii ki tek eşle yetinmeleri zor oluyor, eşleri dışında sevgilileri var, hatta bir tanesinin sevgilisinin de sevgilisi var, aslında o bir lezbiyenmiş... Neyse çok önemi yok. Oldukça hafif dokulu bir film olan Çifte Hayatlar'ın yayıncılık üzerine tartışmaları kuşkusuz bu konularla ilgilenenlerin daha çok ilgisini çekecektir. Mesela basılı yayınların kudretine inanan ama burada bir blog yazarı olmanın özgür imkanlarından yararlanmaktan da ayrıca mutlu olan benim gibi. Assayas'ın gündelik diyalogların ötesinde pek bir şey vaat etmeyen filminin başarısı, güncel tartışmaları iletmenin yanı sıra mizah dozu iyi ayarlanmış bazı sahneleri de içermesinden geliyor. Bir de insan Fransız entelektüel çiftlerin ilişkilerindeki rahatlığa ve karşısındakine gösterdiği olgun tavra gerçekten imreniyor.
Stéphane Brize, Savaşta (En Guerre) filmine Bertold Brecht'ten bir sözle başlıyor. "Mücadele eden yenilebilir ama etmeyen zaten yeniktir". Bir otomobil firması işçilerle iki yıl önce bir anlaşma yapmış ve onlara güvence vererek onları aynı ücrete daha uzun saat çalıştırmıştır. Tam da kapitalizme özgü bir hamle aslında, işçi daha fazla artı değer ortaya çıkarır, böylece patronlar zenginliğine daha da zenginlik katar. Ancak daha ötesi de söz konusu, kapitalizmin işleyiş mantığının yanı başında, küresel boyutu da işin içine giriyor, işçilerin özverili tutumunu suistimal etmek ve onları yüzüstü bırakmak gibi. Nasıl mı? Fabrikanın artık yeterince kar etmediğini düşünüp, hissedarların kardan zarar etmemeleri için fabrikayı kapatarak, daha doğrusu başka bir ülkeye taşıyarak... Şirketin aynı gemideyiz diyerek işçileri oyalaması, hedef şaşırıp kendilerini birbiriyle kavga ederken bulan işçi sendikaları, Elysée sarayının serbest piyasaya müdahalenin verimliliği düşüreceği gerekçesiyle çekimser tavrı, Fransa dışındaki pek çok ülke insanına çok tanıdık gelecektir. Yönetmen bir kez daha emektar Fransız aktör Vincent Lindon'un oyun gücünden yararlanıyor, Lindon'un bir sendika liderini canlandırdığı, ayrıca gerçek işçilerin de içinde yer aldığı filmin öncesi yönetmen Fransa'daki benzer olayların nasıl meydana geldiği didik didik etmiş sonra senaryoyu yazmış, bunları yaparken 'belge ve sanat' arasında bir denge tutturmaktan öte bir tutum sergilemiş, benim tarafım açıkça ilki demiş. Savaşta'nın neredeyse tamamı o kadar yoğun tartışmalarla dolu ki, bu takibi güçleştiriyor ve mecburen sinemasal hazzı epey düşürüyor. Yıllar önce çok benzer bir konuyu irdeleyen Dardenne Kardeşler'in İki Gün Bir Gecesi'nin etkileyiciliğine ulaşamasa da yine de yönetmenin finaldeki mesajı aynı, ve bu kez o mesaj Brize'ye uzak coğrafyadan bir politik ruh kardeşinin dizelerini doğrudan akla getirebilir: "Ben yanmasam, sen yanmasan, biz yanmasak nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa..."
Bi Gan'ın Di Qui Hou De Ye Wan/Uzun Sürmüş Günden Gece'ye Yolculuk adlı
filminden çıktıktan sonra ilk düşündüğüm yönetmenin yaşı oldu, kesinlikle toy dedim. Hemen yaşına baktım, 29'muş. Kamerayı büyük bir hevesle eline almış olmanın heyecanıyla ne anlatacağını bilemeyen bir halde. Bir takım küçük yaratıcı buluşları biraz olsun bütünlüklü bir esere dönüştürememiş. Bir erkek ana karakterin geçmişindeki kadını her yerde arayışı, aradığına benzer kadınlarla muhabbetlerini izliyoruz. Zaman zaman fazlaca diyaloğa yaslanan filmdeki bu arayış hiçbir kolona yaslanmıyor, bırakın sinemasalı herhangi bir anlatısal cezbediciliği dahi yok. Ta ki ikinci yarıya kadar, filmin başında perdede gördüğümüz, karakterimiz gözlüğü taktığında siz de koltuklarınızdaki 3D gözlükleri takın uyarısı karşılığını buluyor. Yenilikçi bir tavır, kuşkusuz. 3.boyuta ulaşan film ilk yarıda ıskaladığı 4.boyuta ulaşma noktasında da bir miktar ivme katederken bu bölümde belli bir gizem duygusuna koşut giden başarılı bir plan-sekans çalışması var. Yine ilk yarıyla ilişkili saat, ateş, elma gibi 'leitmotif'ler filme dikkatimizi arttırıyor, karakterlerin birbirlerine söyledikleri; saatin sonsuzluğun fişeğin ölümlülüğün sembolü olduğu gibi düşündürücü diyaloglar da var var olmasına ama var olmuş olmak için var ne yazık ki.
Bizde Çağan Irmak'ın bazı filmleri ya da daha küresel bir başarı öyküsü, Kenneth Lonergan'ın Manchester By the Sea adlı filmi de yaratıcılıklarıyla değil, ortalama izleyiciyi yakalama stratejilerinin başarısıyla bilinir tıpkı Alfonso Cuaron'un Roma'sı gibi. Roma kendine gelişmiş dünyanın ortalama bir televizyon izleyicisi hedeflemiş ve ona göre tasarlanmış. Demeyin ki ne var bunda çok mu kötü bir şey bu. O zaman Türkiye ölçeğinde ortalama izleyiciyi hedefleyip çekilen ve her defasında stratejisinin haklılığını ortaya koyan Recep İvedik serisine de laf atmayın... Biri ABC1 grubunun ortalamasıysa diğerini de Total ortalama gibi düşünün... İkisi de sanatsal değer üretiminin epey uzağında televizyon reyting kavramları. Hani şu adı aptal kutusuna çıkan. Geçelim... Roma'yı izlerken birkaç bölümlük dizi olsa ya da film bittiği yerden devam etse ve birkaç sezon sürecek bir dizi olsa olmaz mıydı diye düşündüm. Kimin itirazı olabilir, adı da İyi Kalpli Hizmetçi Cleo olabilirdi mesela. Tam Soap Opera ismi. Zaten Latin Amerikalılar Soap Operalarıyla meşhur değil midir? Hele Cuaron'un ülkesi Meksika. O Rosalinda'lar Alma Rebelde'lerin ne fanatikleri vardı zamanında... Film Venedik'teki prömiyerinde büyük yankı uyandırdığında soğukkanlı yaklaşıp sosyal medya hesabımdan bir paylaşım yapmış ve şu cümleleri kullanmıştım. Cuaron'un Roma'sı en nihayetinde bir televizyon filmi. Yani olsa olsa ne kadar muhteşem olabilir ki? Sınırları, çerçevesi belli, ulaşabileceği maksimum düzey belli. Ölçüyü buradan alın işte. Bir kere sinema tarihine varoluşu gereği kalabilecek bir film değil. En nihayetinde bir Netflix filmiydi, yani televizyon ya da bilgisayarlarınızda izlemeniz için tasarlanan. Beyazperde ve daha küçük ekranda izlenmesi için tasarlanan film ya da sadece dinlenmesi için tasarlanan film (radyo filmi) arasındaki farkları ben uzun uzun anlatmayayım çok sayıda kitap var bu konuda (Turgut Özakman'ın Oyun ve Senaryo Yazma Tekniği gibi). Elbet günümüzde belli ölçüde sınırların belirsizleştiği de ifade edilebilir. Ancak hala sınırların büyük oranda korunduğu da apaçık ortada. Kanıtı dün gece Zorlu'da izlediğimiz Roma adlı film işte... Cleo, bir üst sınıf ailenin hizmetçiliğini yapan iyi kalpli bir kız ve onunla birlikte ailenin geçip giden günlerine tanıklık ediyoruz. Cleo'nun kaçamağı, aldatılması gibi unsurlar da var. Cuaron, vakur bir anlatımla hikayesini anlatmaya başladığı ama yine de en ufak yaratıcı anlar yaşatmadan günlük rutinin içinde debelendiğinde tam da o dizilere özgü yapay gerilimler kendini gösteriyor, filmin bütünlüğü içinde bir karşılığı olmayan bir deprem ve yangın sahnesi araya konuluyor. Neyse ki kısa sürüyor ama ilerleyen dakikalarda trajedi üstüne trajedi yaşanmaya başlıyor, aynı sakız gibi uzatılan dizilerde gördüğümüz sahneler bunlar... Kanlı miting ve onunla doğrudan ilintili Cleo'nun bebeğini ölü doğurduğu sahne ve sonra Cleo'nun ailenin denizde boğulan çocuklarını kurtarmasının (üstelik yüzme bilmemesine rağmen) uzun uzadıya gösterilmesi ortalama izleyicinin ruhunu okşayacak hamleler, Cuaron maalesef duygu sömürüsü yapıyor. Haliyle dizi izlemeyi ve kitle sinemasını seven -ki aynı insanlardır bunlar- o geniş kesimleri çok rahat etkileyebilecek bir film. Sinemadan çıkar çıkmaz sosyal medyadaki aşırı övgü ifadeleri de bunu doğruluyor. Peki hiç mi iyi bir şey yok bu filmde? Salondan mıydı filmden miydi emin değilim ama denizdeki dalgalar kıyıya vurdukça lunaparklardaki gibi koltuklarımız da sallandı sanki. Ayrıca özenli siyah-beyaz kadrajlar ve çevreyi betimlemeye yarayan ağır kamera hareketleri var, göze hoş mu geliyor, belki. Bir de Cuaron'un kendi hayatından izler barındırdığını düşünürsek alt sınıftan ama iyi kalpli hizmetçisine yıllar sonra bir vefa borcu olarak, iyi niyetli bir hareket olarak düşünülebilir, hayatını kurtarmış ne de olsa... Ama keşke bu borcu ödemenin ortalama izleyiciyi hedeflemeyen daha yaratıcı yollarını bulabilseydi. O zaman da Hollywood ve Netflix ile bağlarını koparması gerekirdi herhalde. Böyle başa böyle tarak!
Yıldız Tablosu
Kalpteki Bıçak * * * *
Kül En Saf Beyazdır * * * *
Jack'in Yaptığı Ev * * * *
Asako 1-2 * * *
Vision * * *
Çifte Hayatlar * * *
Savaşta * *
Uzun Sürmüş Günden Geceye Yolculuk * *
Kız * *
Roma *
Gölün Altında (Under the Silver Lake) *
Mandy X
Yann Gonzales'in Kösnül Filmi
Sanatın bir görevi de o ihlal edilmez denilen sınırları ihlal etmek, özgürlük de bir yere kadar diyenlere yok dahası da var diyebilmek değil midir? Bu konuda tereddütümüz yok. Öyle olmalıdır. Tıpkı Yann Gonzales'in yaptığı gibi. Un Counteau Dans Le Coeur / Knife+Heart, Türkiye'deki gösterim adıyla Kalpteki Bıçak kabul etmeliyim ki kendi sinema tarihimde izlediğim en tuhaf filmlerden biri. Şu salonu terkeden terkene diye tabir edebileceğimiz... Bir film, festival izleyicisine dahi sonunu getirtemiyorsa çokluk ben seviyorum o filmi. Gerçi hakkını yemeyelim terk eden çoktu da, terk etmeyen daha çoktu. 1970'lerin Fransa'sındaki bir gay porno yapım şirketinin patronu (Vanessa Paradis) ile ona artık yüz vermeyen kurgucu kadın sevgilisi (Louis McKenna), set işçileri ve çok sayıda oyuncuyla dolu porno film çekilen bir mekandayız. Sözümona bir seri katil dadanıyor sete, bir bir öldürüyor filmlerde oynayanları... Ama beylik bir seri katil filmi olmadığı gibi esas meselesi seri katil de değil, o filmin cazibesini arttıran bir figür sadece. Zengin renk paleti, incelikli kurgusu, M83'ün retro denilebilecek müzikleri ve bir sahne sonrasını kestiremediğimiz alabildiğine kural tanımaz tavrıyla da şaşırtıyor. Çoklu hislerimize hitap eden; germeyi, korkutmayı, kışkırtmayı, duygulandırmayı, hatta güldürmeyi kısa zaman dilimleri içerisinde başaran bir 'metafiction' bu. Film bitti sandığımız anda, gerçekten salon çok büyük ölçüde boşaldıktan sonra aynen biraz önce kendi ifade ettiği gibi bir süre daha devam eden bir filmden bahsediyoruz. Kendisinin de bir film olduğunun farkında ve bittiğinde yenisinin başlayacağının ve onun da elbet biteceğinin... Yann Gonzales bundan sonraki filmlerini merakla bekleyeceğimiz yaratıcı yönetmenler kısa listesine sağlam bir giriş yapıyor.
Kalpteki Bıçak, hatırlarsanız Cannes'da görmezden gelinmişti. Tıpkı Ahlat Ağacı gibi son gün gösterilmenin gazabına mı uğradı yoksa onu mükafatlandıracak devrimci bir jürinin eksikliğini mi hissetti bilinmez ama eli boş gitmeyebilirdi diye düşünüyorum çünkü bu haliyle çok sınırlı bir dağıtıma tâbi olacak. Türkiye'yi ele alalım, Kalpteki Bıçak'ı Filmekimi'nde (o da sadece İstanbul) izleyemeyenler bir daha beyazperdede izleme şansı yakalayabilecek mi? Başka Sinema ya da Cinemaximum Arthouse kanalıyla dahi vizyona girmesi sürpriz olur. Bırakın Türkiye'yi, festivalleri saymazsak Fransa dışında hiçbir ülkede vizyona girmediği gibi gireceğine dair de bir işaret yok.
Jia Zhangke, Kül En Saf Beyazdır (Jiang Hu Er Nv) şeklinde Türkçeleştirdiğimiz (İngilizcesi de birebir aynı, Ash is Purest White) son filminde epik olarak da ifade edilebilecek bir kara filme bir yanıyla da duygusuz bir melodramaya imza atmış. Bir ilişkinin 2001'den günümüze uzanan yolculuğu büyüyen Çin'e koşut biçimde işleniyor. Bir mafya lideri ve ona sevdalı kadının yaşamını izliyoruz bir süre, bir yanda kapitalistlere tepkili halk öbür yanda ihtişamlı yaşamlar... Daha sonra sevdiği adamı korumak için 5 yıl hapis yatan da aynı kadın. Ama hapisten çıktığında gördüğü adam aynı adam değil. Film ikinci yarıda tamamen kadının (Tao Zhao'nun canlandırdığı Qiao) hikayesine dönüşüyor. Bir yanda dürüstlük, merhamet ve karşılıksız sevgi, diğer yanda yoğuşan şiddet, değişken duygular, belki iki yüzlülük var. Elbette geride bırakılan uzun yılların küle çevirdiği, o yüze vuran aşkın iç ateşi güzel resmedilmiş. Her ne kadar sönümlenmiş olsa da sonuçta tamamen yok olmayan ama şekil değiştirip küle dönüşen aşkı, Tao Zhao'nun yorum gücünden ilham alarak yansıtan Qiao karakteri, 'en saf beyaz' olanın da ne demek olduğunu bize gösteriyor. Acaba yukarıdaki bu ikilikler Çin'in geçmişi ve bugününü simgeliyor olabilirler mi? Arka fonda uzun yıllar önce geçtikleri yolu telefonun yardımı olmaksızın bulamayan ya da artık güvenlik kamerası olmadan yaşayamayan da aynı Çin halkı. Değişmeyense insanlardaki para kazanma hırsı, belki bir açıdan zorunluluğu.
Çin hükümeti geçen yıl rejimlerinin adının Çin tipi sosyalizm olduğunu açıklamıştı. Şahsen ben, biçimsel olarak sosyalist olduğunu iddia eden, devlet müdahalesiyle dünyanın kapitalist devleri arasına giren ülkedeki bu değişimi arka fon olmaktan öte bir belirginlikte görmek isterdim. Ama olsun Jia Zhangke yine de etkileyici.
Lars von Trier, örneğin iki önceki filmi Melankoli ile belki de kendisinden beklenmeyecek derecede Hollywood-vari bir kıyamet filmi çekmiş ve bende hayal kırıklığı yaratmıştı. Son filmi The House Jack Built / Jack'in Yaptığı Ev ise gerilim türünün bir takım özelliklerini taşıyor olsa da herhangi bir Hollywood filminden pek çok açıdan farklılaşan bir yaratıcı sineması örneği. Her ne kadar film son dönemde yönetmenin nevrotik hallerinin dışavurumu olarak kendini gösteren emarelerle dolu olsa da o ruh halinin yaratıcılığı kışkırtan bir yanı olduğu rahatlıkla iddia edilebilir. 155 dakikalık bu uzun film bir seri katilin 12 yıla yayılan cinayetlerinden 5 tanesini birbirinden bağımsız 5 epizot içerisinde inceliyor, gerçi bir bölümde 3 diğerinde 2 kişiyi öldürdüğü vakalar da var ama aynı mekanda birbiriyle bağlantılı vakalar bunlar. 6.epizotu ise sonsöz olarak adlandırmış yönetmen. Matt Dillon'ın hayat verdiği Jack karakteri yüksek zekalı ve cinayetlerini büyük bir sanatçı zarafetinde gerçekleştiriyor ve her vakadan sonra düşüncelerini bir tür iç sesi olarak adlandırılabilecek Bay Verge'ye anlatıyor, biz de dinliyoruz, şüphesiz yoğun diyaloglarla örülü ve izleyiciyi yorgun düşürebilecek anlar... O anlarda Jack'in yer yer derinleşen hatta bazan kaçırdığımız ya da anlamakta zorlandığımız düşünce bombardımanına maruz kalırken, perdede; mimariden, resime, müzikten, doğa belgeseline, çizgi film karelerinden yönetmenin önceki filmlerine kadar görüntüler silsilesiyle karşılaşıyoruz. Bir yerde Stalin, Lenin, Mao, Pol Pot, Hitler bile beliriyor. Yönetmen sinema aracının olanaklarıyla Jack'in işlediği cinayetleri ayrıntılarına kadar betimlerken, içine düştüğümüz dehşet, Jack aracılığıyla yönetmenin insanlık tarihine dair düşünceleriyle bütünleşiyor ve yargılarımızın boyutunu genişletmemiz gerektiğini bize hatırlatıyor. Bir seri katile kızarken insanlığın onsuz yapamadığı siyasetçileri nereye koyacağız, peki ya onların gerçekleştirdiği kırımları? Yine yönetmen siyasetin acımasızca katlettiği çok sayıda insanın görüntülerini de bir yerde perdeye taşıyor ve belki şöyle soruyor: Doğadaki bu bitmek bilmez şiddet dürtüsüne engel olmayı bir kenara koyun o şiddetin kaynağı tarafından yönetilmeyi bile isteye kabullenen bir toplumun değer yargılarını tekrar gözden geçirmesi gerekmez mi?
Asako 1-2 filmi ise verimli bir yıl geçiren Uzakdoğu'nun sinema tarihine
izler bırakmış ülkesi Japonya'dan geliyor. Asako genç bir kadın, tesadüfen tanışıp sevdiği ama onu nedensiz terk eden Baku ve yine tesadüfen tanışıp biraz da tipi Baku'ya benzediği için zamanla sevdiği Haruyo arasında kalıyor, tabii yıllar sonra. Kimileri bilincimizden öte yüreğimizle baktığımızda daha çok sevebileceğimizi düşündüğüm filmin bir iki sahnesinin bir miktar gerçekçilikten uzak olduğunu iddia edebilir elbette. Ancak aşkın dehlizlerinde olgulara ulaşmak galaksimizin ötesinde ne olduğu sorusuna cevap vermekten daha mı kolay, peki aşkı tanımlamak, kimi sevip sevmeyeceğimize karar vermek hangi matematiksel kesinlikle açıklanabilir? Üstelik siz birini, tipi daha önce sevmiş olduğunuz birine benziyor diye sevmeye kalkarsanız ! Ryusuke Hamaguchi'nin Asako 1-2'si buralarda geziniyor, her zaman olumlamasak da o bazen olumlamadığımız insanlık hallerine de dokunan, her şeye karşın masumiyetin ya da saf sevginin taşıdığı; tatlılık, sıcaklık, huzur gibi kelimelerle açıklanabilecek ruha sahip bir film. Özünde iki erkek arasında kalmış kadının üzerinden ortaya çıkan basit hikayeyi o basitliği bir çırpıda geçip şiirselleşmiş olarak görmek de mümkün.
Japonya'dan gelen diğer bir film Naomi Kawase'nin Vision'u; yumuşak, makul düzeyde akıcı, belli ölçüde düşsel ve kolaycı yaklaşımlara prim vermeyen üslubuyla kimileri için fazla şiirsel gelebilir. Mesela arka sıramda oturan bir izleyici film bittiğinde 'bu ne şimdi, parçaları nasıl birleştireceğiz' diye veryansın ediyordu. O halde yönetmenin adeta yaşlandıkça güzelleşen Juliette Binoche'a başrolü teslim ettiği Vision'u nasıl değerlendirmeli. Mutluluk kalptedir diyen rol arkadaşı Masatoshi Nagase'den yola çıkarak şu Uzakdoğu'ya has kalplerimizin gözleriyle izlenmesi gereken bir film olarak mı? Artık olgunluk çağına girdiği ifade edilebilecek yönetmen bu kez Binoche'u vision adındaki bir bitkiyi bulmak için Japon ormanlarının derinliklerine sürüklüyor. Bu özel bitki, 997 yılda bir ortaya çıkıyor ve en son görüneli yaklaşık 997 yıl olmuş ve bu yakın zamanda bir kez daha karşımıza çıkacağını müjdeliyor. Film farklı noktalarında birkaç karakteri bizlere sunuyor, epey sonraysa yapbozun parçaları oturmaya başlıyor, her ne kadar kalp vurgusu yapsak da kesinlikle bilincimize hitap eden bir yönü de var filmin ve özellikle sonları ciddi biçimde beyin jimnastiği yapma şansı sunuyor. Hayatın döngüden, o sonsuz bitiş ve başlangıçlardan ibaret olduğunu, mutluluğun bizim dışımızda değil en derinimizde olduğunu, geçmiş (anılar) ve geleceğe (hayaller) sıkışmamamızı, anı yaşamamızı salık veriyor. O 'an' değil midir ki zaten yaşam dediğimiz şey.
Ulus aşırı bir aktrist olan Juliette Binoche, Olivier Assayas'ın Çifte Hayatlar (Double Vie) filmi ile bir kez daha sahnede... Personal Shopper ile dikkatimizi çeken günümüz teknolojisi bizi nereye götürüyor sorusuna yeni bir boyut katmış yönetmen. Bir yayıncı, bir kitap yazarı ve onların eşleri ve birkaç kişiden daha oluşan film büyük oranda yayıncılık sektörünün bugünü üzerine tartışmalardan oluşuyor. İnternet yayıncılığı basılı kitaplarının sonunu getirecek mi, sosyal medya bağımlısı yeni kuşağın artık kitap okumaması, tablet ya da akıllı telefonlardan okuyoruz diyenlerin de aslında pek gerçekçi olmadığı, internet yayıncılığında kaliteyi korumanın önemi gibi... Fransız entelektüel kesiminin beyin fırtınasına tanık ettiriyor bizleri. Adı gibi ikilikler ya da arada kalmışlıklar üzerine bir film diyelim biz ona. Bu arada hep de yayıncılık tartışılmıyor elbet, bu insanların özel hayatları var, tabii ki tek eşle yetinmeleri zor oluyor, eşleri dışında sevgilileri var, hatta bir tanesinin sevgilisinin de sevgilisi var, aslında o bir lezbiyenmiş... Neyse çok önemi yok. Oldukça hafif dokulu bir film olan Çifte Hayatlar'ın yayıncılık üzerine tartışmaları kuşkusuz bu konularla ilgilenenlerin daha çok ilgisini çekecektir. Mesela basılı yayınların kudretine inanan ama burada bir blog yazarı olmanın özgür imkanlarından yararlanmaktan da ayrıca mutlu olan benim gibi. Assayas'ın gündelik diyalogların ötesinde pek bir şey vaat etmeyen filminin başarısı, güncel tartışmaları iletmenin yanı sıra mizah dozu iyi ayarlanmış bazı sahneleri de içermesinden geliyor. Bir de insan Fransız entelektüel çiftlerin ilişkilerindeki rahatlığa ve karşısındakine gösterdiği olgun tavra gerçekten imreniyor.
Stéphane Brize, Savaşta (En Guerre) filmine Bertold Brecht'ten bir sözle başlıyor. "Mücadele eden yenilebilir ama etmeyen zaten yeniktir". Bir otomobil firması işçilerle iki yıl önce bir anlaşma yapmış ve onlara güvence vererek onları aynı ücrete daha uzun saat çalıştırmıştır. Tam da kapitalizme özgü bir hamle aslında, işçi daha fazla artı değer ortaya çıkarır, böylece patronlar zenginliğine daha da zenginlik katar. Ancak daha ötesi de söz konusu, kapitalizmin işleyiş mantığının yanı başında, küresel boyutu da işin içine giriyor, işçilerin özverili tutumunu suistimal etmek ve onları yüzüstü bırakmak gibi. Nasıl mı? Fabrikanın artık yeterince kar etmediğini düşünüp, hissedarların kardan zarar etmemeleri için fabrikayı kapatarak, daha doğrusu başka bir ülkeye taşıyarak... Şirketin aynı gemideyiz diyerek işçileri oyalaması, hedef şaşırıp kendilerini birbiriyle kavga ederken bulan işçi sendikaları, Elysée sarayının serbest piyasaya müdahalenin verimliliği düşüreceği gerekçesiyle çekimser tavrı, Fransa dışındaki pek çok ülke insanına çok tanıdık gelecektir. Yönetmen bir kez daha emektar Fransız aktör Vincent Lindon'un oyun gücünden yararlanıyor, Lindon'un bir sendika liderini canlandırdığı, ayrıca gerçek işçilerin de içinde yer aldığı filmin öncesi yönetmen Fransa'daki benzer olayların nasıl meydana geldiği didik didik etmiş sonra senaryoyu yazmış, bunları yaparken 'belge ve sanat' arasında bir denge tutturmaktan öte bir tutum sergilemiş, benim tarafım açıkça ilki demiş. Savaşta'nın neredeyse tamamı o kadar yoğun tartışmalarla dolu ki, bu takibi güçleştiriyor ve mecburen sinemasal hazzı epey düşürüyor. Yıllar önce çok benzer bir konuyu irdeleyen Dardenne Kardeşler'in İki Gün Bir Gecesi'nin etkileyiciliğine ulaşamasa da yine de yönetmenin finaldeki mesajı aynı, ve bu kez o mesaj Brize'ye uzak coğrafyadan bir politik ruh kardeşinin dizelerini doğrudan akla getirebilir: "Ben yanmasam, sen yanmasan, biz yanmasak nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa..."
Bi Gan'ın Di Qui Hou De Ye Wan/Uzun Sürmüş Günden Gece'ye Yolculuk adlı
Bizde Çağan Irmak'ın bazı filmleri ya da daha küresel bir başarı öyküsü, Kenneth Lonergan'ın Manchester By the Sea adlı filmi de yaratıcılıklarıyla değil, ortalama izleyiciyi yakalama stratejilerinin başarısıyla bilinir tıpkı Alfonso Cuaron'un Roma'sı gibi. Roma kendine gelişmiş dünyanın ortalama bir televizyon izleyicisi hedeflemiş ve ona göre tasarlanmış. Demeyin ki ne var bunda çok mu kötü bir şey bu. O zaman Türkiye ölçeğinde ortalama izleyiciyi hedefleyip çekilen ve her defasında stratejisinin haklılığını ortaya koyan Recep İvedik serisine de laf atmayın... Biri ABC1 grubunun ortalamasıysa diğerini de Total ortalama gibi düşünün... İkisi de sanatsal değer üretiminin epey uzağında televizyon reyting kavramları. Hani şu adı aptal kutusuna çıkan. Geçelim... Roma'yı izlerken birkaç bölümlük dizi olsa ya da film bittiği yerden devam etse ve birkaç sezon sürecek bir dizi olsa olmaz mıydı diye düşündüm. Kimin itirazı olabilir, adı da İyi Kalpli Hizmetçi Cleo olabilirdi mesela. Tam Soap Opera ismi. Zaten Latin Amerikalılar Soap Operalarıyla meşhur değil midir? Hele Cuaron'un ülkesi Meksika. O Rosalinda'lar Alma Rebelde'lerin ne fanatikleri vardı zamanında... Film Venedik'teki prömiyerinde büyük yankı uyandırdığında soğukkanlı yaklaşıp sosyal medya hesabımdan bir paylaşım yapmış ve şu cümleleri kullanmıştım. Cuaron'un Roma'sı en nihayetinde bir televizyon filmi. Yani olsa olsa ne kadar muhteşem olabilir ki? Sınırları, çerçevesi belli, ulaşabileceği maksimum düzey belli. Ölçüyü buradan alın işte. Bir kere sinema tarihine varoluşu gereği kalabilecek bir film değil. En nihayetinde bir Netflix filmiydi, yani televizyon ya da bilgisayarlarınızda izlemeniz için tasarlanan. Beyazperde ve daha küçük ekranda izlenmesi için tasarlanan film ya da sadece dinlenmesi için tasarlanan film (radyo filmi) arasındaki farkları ben uzun uzun anlatmayayım çok sayıda kitap var bu konuda (Turgut Özakman'ın Oyun ve Senaryo Yazma Tekniği gibi). Elbet günümüzde belli ölçüde sınırların belirsizleştiği de ifade edilebilir. Ancak hala sınırların büyük oranda korunduğu da apaçık ortada. Kanıtı dün gece Zorlu'da izlediğimiz Roma adlı film işte... Cleo, bir üst sınıf ailenin hizmetçiliğini yapan iyi kalpli bir kız ve onunla birlikte ailenin geçip giden günlerine tanıklık ediyoruz. Cleo'nun kaçamağı, aldatılması gibi unsurlar da var. Cuaron, vakur bir anlatımla hikayesini anlatmaya başladığı ama yine de en ufak yaratıcı anlar yaşatmadan günlük rutinin içinde debelendiğinde tam da o dizilere özgü yapay gerilimler kendini gösteriyor, filmin bütünlüğü içinde bir karşılığı olmayan bir deprem ve yangın sahnesi araya konuluyor. Neyse ki kısa sürüyor ama ilerleyen dakikalarda trajedi üstüne trajedi yaşanmaya başlıyor, aynı sakız gibi uzatılan dizilerde gördüğümüz sahneler bunlar... Kanlı miting ve onunla doğrudan ilintili Cleo'nun bebeğini ölü doğurduğu sahne ve sonra Cleo'nun ailenin denizde boğulan çocuklarını kurtarmasının (üstelik yüzme bilmemesine rağmen) uzun uzadıya gösterilmesi ortalama izleyicinin ruhunu okşayacak hamleler, Cuaron maalesef duygu sömürüsü yapıyor. Haliyle dizi izlemeyi ve kitle sinemasını seven -ki aynı insanlardır bunlar- o geniş kesimleri çok rahat etkileyebilecek bir film. Sinemadan çıkar çıkmaz sosyal medyadaki aşırı övgü ifadeleri de bunu doğruluyor. Peki hiç mi iyi bir şey yok bu filmde? Salondan mıydı filmden miydi emin değilim ama denizdeki dalgalar kıyıya vurdukça lunaparklardaki gibi koltuklarımız da sallandı sanki. Ayrıca özenli siyah-beyaz kadrajlar ve çevreyi betimlemeye yarayan ağır kamera hareketleri var, göze hoş mu geliyor, belki. Bir de Cuaron'un kendi hayatından izler barındırdığını düşünürsek alt sınıftan ama iyi kalpli hizmetçisine yıllar sonra bir vefa borcu olarak, iyi niyetli bir hareket olarak düşünülebilir, hayatını kurtarmış ne de olsa... Ama keşke bu borcu ödemenin ortalama izleyiciyi hedeflemeyen daha yaratıcı yollarını bulabilseydi. O zaman da Hollywood ve Netflix ile bağlarını koparması gerekirdi herhalde. Böyle başa böyle tarak!
Yıldız Tablosu
Kalpteki Bıçak * * * *
Kül En Saf Beyazdır * * * *
Jack'in Yaptığı Ev * * * *
Asako 1-2 * * *
Vision * * *
Çifte Hayatlar * * *
Savaşta * *
Uzun Sürmüş Günden Geceye Yolculuk * *
Kız * *
Roma *
Gölün Altında (Under the Silver Lake) *
Mandy X
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder