Bu uzun girişi yaptıktan sonra yoğun program içinde kendi yoğun programı mı göz önünde bulundurarak Almanya'dan,Fransa'ya Rusya'dan, Romanya'ya hatta Güney Kore'ye, Arjantin'e, Paraguay'a... kadar uzanan bir yelpazeden çeşitli filmler izlemeye çalıştığımı belirtmeliyim ve ilerleyen süreçte bu filmlerin çoğunun Başka Sinema sayesinde bir kez daha daha izleyici karşısına çıkacağını hatırlatayım.
Abdellatif Kechiche'den Romantizme Ağıt
İlk unutan giden midir, yoksa terk eden mi?
Bana göre festivalin kuşkusuz en iyi filmlerinden biri de Christian Petzold'un Transit adlı filmi. Yönetmenin 'Baskı Dönemlerinde Aşk' üçlemesinin son halkası olan ve aynı adlı bir romandan uyarlanan film Almanya'dan Fransa'ya kaçan oradan da Meksika'ya gitmek isteyen bir mültecinin hikayesi. Fransa'daki eşinin yanına gidemeden hayatını kaybeden bir yazarın kimliğine bürünen mülteci üzerinden, gitmek, kalmak, ayrılık, ölen eşin yerine geçmek ve elbette aşk nedir gibi temaların arasında dolanan ama başyapıt olmayı yönetmenin hikayede bazı eksiklikleri görmezden gelmesiyle teptiği de bir film. Örneğin ölen eş ya da kadının üzerinde biraz daha durulabilirdi, Frang Rogowski'nin canlandırdığı başkarakter yanı sıra. Nitekim fuayede sohbet etme şansı bulduğum Atilla Dorsay da benzer görüşteydi, daha iyi bir film olabileceğini söylüyordu. Her şeye rağmen izleyicisine belli ölçüde mesafeli olsa da son derece akıcı, şiirsel ve incelikli bir tona sahip film özellikle son 15 dakikasında duygularımızı bir güzel pataklamayı ihmal etmedi, hem de melodramın tuzaklarına hiç düşmeden... Paula Beer ve çok kısa süre görünse de Alex Brendemühl gibi son yılların belki en ölçülü duygusallığa sahip filmlerinde (Frantz ve Aşk Mektupları) gördüğümüz iki ismi bu filmde görmemiz de kaderin cilvesi mi? Belki de böylesi filmlere yakıştıklarının bilinmesi, özellikle Paula Beer için bunu çok rahat olarak söyleyebiliriz.
Cedric Kahn'ın La Priere (Dua) isimli filmiyse bir uyuşturucu bağımlısının, ibadet ederek uyuşturucudan kurtulmayı amaçladığı bir manastır yaşamına kapanmasını konu ediniyor. Bu uğurda amacına ulaşan ve ilerleyen süreçte rahip olmayı seçen gencin etrafında dönüyor hikaye. Makul bir sinemasal güce sahip film kendini sıkmadan izletiyor. Hep festivallerde izleyiciyi yok sayan filmlerle sık sık karşılaşacabileciğinizi söylemişimdir. Çok fazla sinemasal atraksiyon barındırmasa da zevkle izlenebilen bir film yapabilmek de gerçekten önemli. Örneğin Robin Campillo'nun 120 BPM adlı ne hikmetse seveni de çok filmi 150 dakika boyunca ecel terleri döktürmekten başka ne işe yaramıştı. İki film de Fransız, ağırlıklı olarak diyaloglara yaslanıyor, iki film de mücadele temalı vs. Dua'da benim şöyle de hoşuma giden bir şey var: rahip olmak dünyevi zevkleri tamamen bırakmak ise, ki ben hiç anlayamam bunu. İnsana zararı olan alışkanlıkları bırakmak olur da bir insanı sevmeni ve ona cinsel arzu duymanı tanrı neden istemesin, sevgini bana sakla desin, şayet öyle olsaydı senin doğanı başka türlü yaratması gerekmez miydi? İşte Dua son kertede belki de inancın en büyüğü bu dünyadaki aşk diyor.
You Were Never Really Here, pekçoklarınca festivalin en iyi filmi olarak anılsa da ben o kanaatte değilim. Cannes 2017'den iki ödülle dönen (Senaryo ve Aktör) tek film o dönem bazı İngiliz ve Amerikan yazarlara göre Altın Palmiye'yi dahi alabilirdi. Pes yani !!! (Screen'in 'jury grid' i de bir kanıttır) Neyseki bir beklentim yoktu, olamazdı. Geçmişte bir takım kirli işlere bulaştığını tahmin ettiğimiz bir adamın ruhsal dalgalanmaları üzerine bir film. Hayal ile gerçek arasında gezinen ama daha çok gerçeğin tarafındaymış izlenimi veren... Görüntü yönetimi, mizansen ve özellikle kurgusuyla başarılı olsa da sonuçta şiddeti meşrulaştıran ama benzerlerinden farklı da görünmeye çalışan Hollywood filmlerinden ne farkı var You Were Never Really Here'ın? İçi kof bir film bu. İzleyicisine biçimsel numaralarla bir tür hipnotik deneyim yaşatmayı amaçlamış ve ötesini düşünmemiş yönetmen. Lynne Ramsey'in bir önceki filmi Kevin Hakkında Konuşmalıyız için de kurgu üzerinde bu kadar yoğunlaşması acaba filmin kusurlarını örtmek için mi demiştim, burada sineması bir adım daha olgunlaşsa da yine aynı kanıdayım. Bana göre Sevgisiz'in Altın Palmiye, Mutlu Son'un Büyük Ödül alması gerektiği zayıf bir Cannes yılında Senaryo Ödülü değil de belki Yönetmen Ödül'ü alabilirmiş Birleşik Krallığın Reha Erdemi Lynne Ramsey...
Ve Diğerleri
Carlotte Rampling'in başrolünde olduğu Hannah, bazı yönleriyle ilginç bir film aslında. Filmin başlarından itibaren bir gizem yaratılması amaçlanmış ve belki de tümüyle bu gizemin sürükleyiciliğine yaslanıyor film. Yaşlıca bir kadının yaşamına tanıklık ediyoruz. Drama kursu, evindeki yalnızlığı, hapisteki kocası, çocuklarının onu görmek istememesi, havuz kartı üyeliğinin hangi gerekçeyle iptal edilişi... Film izleyicisine pek çok soru sordurmasına karşın, karşılıksız bir 'gerilim dalgası' yaratıyor. Merakla da izletiyor kendini ama her şey havada kalıyor, bu da bir stil denemesi elbet, kimilerince modası geçmiş olarak yorumlansa da... Diğer bir tatminkar bulmadığım film ise Aleksey German (Jr.)'ın Dovlatov adlı çalışmasıydı. Otoriter Sovyet rejimi altına yaratıcılıkları baskılanan yazarları anlatan filmin merkezinde tabii ki Sergey Dovlatov var, güçlü mizansen tasarımıyla dikkat çeken yapım genel olarak çok tekrara düşen ve mıymıy olarak tarif edilebilecek, ritmini bir türlü yakalayamayan bir görüntü çizdi. Çok daha etkileyici bir biyografi olabilirmiş diye düşünüyorum. Alanis, Arjantin'deki bir hayat kadının yaşamını gözler önüne sererken, yönetmenin tutturduğu yumuşak dili ve akıcılığı aynı potada eritiyor, bir hayat kadınının yaşamına oldukça yakından bakma şansı veren bazı sahnelere sahip olmasıyla da dikkat çeken filmde çok açık şekilde 'kadın göğsü' üzerinden yapılan bir vurgu da var. Tabii neredeyse filmin üçte birinde gözümüze gözümüze sokulan göğüsler kuşkusuz iştah kabartacak cinsten ama sonuçta pornografinin sınırında bir film yapmak değilse amaç, tam olarak nedir, onu cevaplamak o kadar kolay değil. Diğer bir izlediğim Latin Amerika filmi Las Herederas (Mirasçılar) da iki lezbiyen kadının ilişkilerinin çatırdadığı daha sonra bir üçüncü kadının araya girdiği, meselesini net biçimde ortaya koyamayan, bana kalırsa sevimsiz bir film. Yönetmenin söyleşi bölümünde de belirttiği bir detay dikkat çekiciydi. Paraguay'ın film endüstrisi oldukça zayıf, yılda hepi topu 4-5 film üretilen bir ülke dedi ve ekledi diğer birçok filmden daha büyük bir bütçeyle çekildi bu film, bir Paraguay filminin uluslararası festivallerde görünürlük elde edeni dahi ancak bu kadar mı olabiliyor acaba? Adina Pintilie'nin Touch Me Not (Dokunma Bana) adlı filmi de Romen bir yönetmen tarafından çekilmesine karşın ağırlıklı olarak İngilizce biraz da Almanca, o zaman Romen filmi demek de ne kadar doğru? Başkalarının bedenine dokunamamaktan şikayet eden insanların vücutlarında anomaliler olan insanlara bakarak ve dokunarak tedavi olduklarını tahmin ettiğim tuhaf bir film. İzlemesi zor. Hong Sang-soo'nun 2016 yılındaki Cannes ziyareti esnasında çektiği Claire'ın Kamerası ise yönetmenin sinemasının temel özelliklerini taşımakla birlikte diğer filmleri kadar incelikli bir senaryoya sahip değil, çok daha basit yapıda. İşinden atılan bir kız bir yönetmen ve bir Fransız Isabelle Huppert. Yönetmenin festivalin yoğunluğu içinde belki de soluklanmak amacıyla alelacele çektiği bir film deyip geçebiliriz.
Yıldız Tablosu:
Kısmet Sevgilim, İlk Şarkı ****
Transit ****
Dua ***
You Never Were Really **
Hannah **
Dovlatov **
Alanis **
Claire'ın Kamerası *
Dokunma Bana *
Mirasçılar *
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder