26 Şubat 2015 Perşembe

!F'DEN, BAŞKA SİNEMA'DAN, 2015 BLOGGERLARIN SEÇİMİNDEN...

Sinema açısından hareketli günler yaşadık, Cesarlar ve Oscarlar dağıtıldı. !f, İstanbul'dan geldi geçti. !f'de çeşitli filmleri izleme fırsatı buldum, biri Oscar'ın galibiydi, !f'de izlediklerimden ikisi ve Başka Sinema'da geçen hafta gösterime giren Cesar kazanan bir film hakkında görüşlerime aşağıda ulaşabilirsiniz. En sonda da benim de oy kullandığım bloggerların seçimi var.

'Sığlığın' Umulmayan Erdemi


Alejandro Gonzales İnarritu 2000 yılında Amores Perros ile sinema dünyasına adım attığında büyük şaşkınlık yaratmıştı, kesişen hikayelerin ustası daha sonraki filmleriyle de yönetmen olarak ustalığını konuştursa da Hollywood'un anlatı kalıplarıyla da arasına net bir çizgi koyamamıştı, Hollywood ile kavgalı bir aşk yaşadığı ortada. (Bu ifadeyi Mehmet Basutçu'dan çaldım, affetsin) Halbuki Biutuful'da melodramatik nüveleri tam olarak yok edemese de sosyal gerçekçi yaklaşımıyla takdir etmiştim. Geçtiğimiz pazar en sonunda Oscar'ı da alan Birdman'da bir fantastik gişe filmi oyuncusunun Broadway'de oyun sahneye koyma sürecindeki hallerini anlatmaya çalışmış, çevresindekiler de bu hallere eşlik ediyor. Gereğinden fazla lafazan bir film çıkmış ortaya. Varı yoğu söz. Oyuncular neredeyse sürekli konuşuyorlar ama boş konuşuyorlar, havadan sudan... Bir tiyatro eleştirmeni giriyor araya, kızı giriyor sonra, kızı intihar edecek gibi oluyor ama yapmıyor, karısı geliyor gidiyor... Hollywood'un içinde film üretmekle bir tiyatro oyunu sergilemek, hayalcilikle gerçekçilik arasındaki git-gel mi anlatılıyor, ben ikna olamadım. Şayet sevemesem de film yapımı sürecine farklı açıdan odaklanan Leos Carax'ın Holy Motors'u bile sanki daha cezbediydi. Peki hiç mi iyi birşeyler yok Birdman'da? Haşa! başrol oyuncusunun uçmaya başladığı sahne, muhtemelen başrolün öldüğü ucu açık finalin şiirsel havası ve filmi sürükleyen tek plan estetiği başlı başına hayli ilgi çekici, bir de izleyicisini yormayan fevkalade bir dinamizmi var Birdman'in ve iki saat bir çırpıda geçiveriyor. Bunlar az buz şeyler değil, tat veriyor. Ama Hollywood'u eleştirir-miş gibi yapan birçok filmdeki sorunun aynısı var Birdman'da, hiçbirşeyi eleştirmiyor kendini izlettiyor sadece, yer yer belki waaw dedirtiyor ama hepsi bu. Mesela birçokların yere göğe koyamadığı Thomas Anderson'un The Master'ı da öyle değil miydi? İyi hoş da ne anlatıyor bu filmler dememiş miydik? Ben demiştim valla. Yıldız: *

İnsanoğlunun Onulmaz Laneti


Joshua Oppenheimer'ı Abd'de doğmuş daha sonra hayatına Danimarka'da devam etmiş bir yönetmen olarak !f 2013'de gösterilen Öldürme Eylemi ile tanımıştık, film daha sonraki yıl Belgesel Oscarı'nı da almıştı. 1960'ların ortalarında ülkedeki (Endonezya) komünist soykırımını deşen, faillerin yaptıklarını canlandırması üzerinden belgesel içinde film gibi kendine özgü bir tarzı vardı. İzlemesi çok da kolay bir film değildi ama önemli bir filmdi. Oppenheimer verdiği bir röportajda Hollywood'un sinemasının şiddete neden olmasa bile tahammül etmememiz gereken şeyleri tahammül edilir kıldığını o yüzden faillerin belgeselde özellikle rol yapmalarının yaptıkları eylemlerle arasına mesafe koymasını sağladığını söylüyordu. Venedik'de büyük çoşkuyla karşılanan ve Büyük Jüri Ödülü'nü kucaklayan Sessizliğin Bakışı'nı da yine !f'de yakaladık. Bu sefer sinema duygusu daha geride gibi, haber belgesellerine daha yakın bir tarzı var Sessizliğin Bakışı'nın. Abisi Ramli'yi korkunç şekilde kaybetmiş göz doktoru Adi'nin failleri tek tek bularak onlarla konuşup anlamaya çalıştığı sahneler kan dondurucu. Ancak Oppenheimer, muhafazakar yaklaşımların insan özünde kötüdür gibi indirgemeciliğine bir an bile prim vermiyor. Sonuçta her türlü katliamı yapanlar da sıradan insanlar, başka bir gezegenden gelmiyorlar, onları kötüleyip bir tarafa itmek de, onların yaptığı hataya düşmek olur. Sonuçta bu katliamların özünde kendinden olmayanı ancak kendim gibi olursa kabul ederimci zihniyet yok mu ve bu zihniyet bize çok tanıdık değil mi? İnsanı en kabul edilmez haliyle bile anlamaya çalışan ve kısaca bir insanı sevmekle başlayacak her şey, kendin gibi olmayanı bile diyen Sessizliğin Bakışı fazla düşünmeden, tereddüt etmeden alkışladığımız bir belgesel. Yıldız: * * *

Sinemanın Dahi Çocuğu


Xavier Dolan Annemi Öldürdüm adlı ilk filmiyle yetenekli bir sinemacı olduğunu muştulamıştı, henüz 19 yaşındaydı bu filmi çektiğinde, o günden bu yana düzenli film yapmayı sürdürdü ve 24 yaşında çektiği Cannes'da Jüri ve Cesar'da En İyi Yabancı Film Ödülü'nü kazanan Mommy ile yine benzer temalarda buluşuyor, sorunlu bir ana-oğul ilişkisini resmediyor, kendi hayatından da izler taşıdığı düşünülebilecek hikayede hiperaktif, çabuk sinirlenen, uyumsuz vs. 18 yaşından küçük çocukların bakım evine gönderilmesine ailenin yetkisinin olduğuna dair yasa tasarısının etrafında şekilleniyor film. Anne'nin (Anne Dorval-ki müthiş oynamış) karar verme sürecinde oğluyla (Antoine-Olivier Pilon) yaşadıklarını izliyoruz, aslında Dolan filmin içinde unutturuyor da bu yasa tasarısını, onlara kısa süre sonra komşuları Kyla (Suzanne Clement) da ekleniyor. Dolan izleyicisiyle adeta kedinin fareyle oynadığı gibi oynuyor, bir tutam kışkırtıcı, şaşırtıcı ve çokça çarpıcı anlarla dolu bir sinema dili kuruyor. Her zaman sevdiği müzik klibi estetiğinden yine bolca yararlanıyor ama daha kararınca, bazen melodrama meyleder gibi gözüküp acaba bir küçük düş kırıklığı mı yaşatacak derken direksiyonu bambaşka bir istikamete ustalıkla çevirebiliyor. Başroldeki oğlun ruhsal sıkışmışlığını yansıttığı söylenebilecek eni dar perde oranı (1:1) da özellikle seçilmiş ama yönetmen çoşkulu kısa anlarda perdeyi genişletmeyi de biliyor (16:9). Şüphesiz sinema tarihini yeniden yazacak bir buluş olmasa da içeriği bütünleyen yenilikçi-yaratıcı bir biçem bu. Film, sinema dilinin elementlerine her geçen gün daha da hakim olan, bu elementler üzerinde cambaz gibi oynayabilen, sinemayı sanat yapanın biçem olduğunun farkında olan bir yaratıcıyı dünyaya gösteriyor, bir 'geleceğin sinemacısı'nın en bütünlüklü eseri, olasılıkla başyapıtlara gebe bir dönemin ilk meyvesi. 
Yıldız: * * * *

Her yılın ilk aylarında geçen yılın değerlendirilmesi yapılır, bir yandan Küreler, Cesarlar, Oscarlar gibi sektör ödülleri dağıtılır, listeler açıklanır, eleştirmenler de listelerini açıklar. Siyad da listesini açıkladı adaylarını belirledi, ben de Aralık sonunda kendi listemi açıklamıştım, bir de sinema üzerine kendi bloglarında yazanlar da oylarıyla yılın en iyilerini açıklıyor birkaç yıldır, bende oy kullanıyorum. Yine pek uyuşamadık gibi pek çok bloggerla ama zevkler böyle, bazen uyuşursunuz çoğu zaman da benim gibi uyuşamazsınız. Her toplam da içinde olanların öznelliğini yansıtır, bir eğilimi gösterir. Aynı kişiler aynı filmler arasında 10 yıl sonra bir oylama daha yapsa sapmalar kuvvetle mümkündür. İşte 60'ın üzerinde Türkiyeli bloggerın toplamıyla oluşan 2014'ün en iyileri:  

    1. Birdman (Alejandro Gonzales İnarritu)
    2. Whiplash (Damien Chazelle)
    3. Kış Uykusu (Nuri Bilge Ceylan)
    4. Nightcrawler (Dan Gilroy)
    5. İnterstellar (Christopher Nolan)
    6. The Grand Budapest Hotel (Wes Anderson)
    7. Boyhood (Richard Linklater)
    8. Leviathan (Andrey Zvyagintsev)
    9. The Double (Richard Ayoade)
   10. Force Majeure (Ruben Östlund)                                                                   

8 Şubat 2015 Pazar

Sen Kazanınca Ben Kazanacağım, Ülke Kazanacak...

Geçtiğimiz hafta vizyona kimi yerlerde Başka Sinema kimi yerlerde genel dağıtım (Ankara mesela) kapsamında giren Foxcatcher son dönemlerde beni epey tatmin eden Amerikan bağımsız sinemasının yeni örneklerinden. Cannes'da alışılmış Mizansen Ödülü alan filmlerden bir nebze farklı; sinema dilinin kalıplarının ötesine geçmek için çaba gösteren, yenilikçi bir film değil Foxcatcher, ama biraz ağırbaşlı, mesafeli, yalın anlatımıyla başarılı bir yönetmenliğin gereklerini yerine getirmediğini de kimse söyleyemez, üstelik bunlara başta makyaj olmak üzere hatırı sayılır sanat yönetimi dokunuşlarını eklersek bu anlamda değeri daha da artacaktır. Steve Carell ve Channing Tattum'um farklı iki oyunculuk tarzını oldukça başarıyla yansıttıklarını da ekleyelim tabii. Filme ilişkin yazılanlara ilişkin okumalarımda dikkatimi çeken başlıca unsur; filmin anlattıklarının üstünkörü geçilmesi, çok fazla söz söylemekten çekinilmesi, şüphesiz filmin mesafeli yaklaşımının bunda payı olduğunu inkar edemeyiz. İma eden, yorumu izleyicisine bırakan, anlattıklarının altını asla kalın kalın çizmeyen bir film Foxcatcher. Türkiye güreş tarihinin de yakından tanıdığı Schultz kardeşleri anlatıyor. Küçük kardeş Mark Schultz 1984'de kazandığı tartışmalı (bize göre) altın madalyadan sonra Fransa'daki Dünya Şampiyonası ve 1988 Seul Olimpiyatlarına hazırlanmaktadır. Bir gün Fransız göçmeni Amerikan milyarderi Jean du Pont'nun (Hıncal Uluç teflon tavayı dünyaya kazandıran aile olarak da tanıtıyor) onu takımına alma teklifine hayır diyemez. Bir yandan abisinden kopup kendi ayakları üzerinde durmaya çalışır diğer yandan başka bir abi (biraz da eşçinsel ilişki) bulmuştur. Üçlü arasındaki aşk üçgenini de andıran çetrefil filmin trajik sonunu yavaş yavaş hazırlar. Foxcatcher, kapitalist-millliyetçi-otoriter kısaca sağcı kafanın oluşturabileceği tahribatı anlatmaya çalışmış. Sonu gelmeyen kazanma isteği her ortamda-coğrafyada ciddi tahribatlara yol açmıyor mu? Bunun dünyadaki bugünkü lideri de Abd. Filmde win-win mantığı, madalyalar ile ülke itibarını kurtarma düşüncesi filmin odak noktası olmuş. Kapitalist toplumdaki açgözlü, egoist insandan yola çıkarak bir ülke ve sistem eleştirisi yapmaya çalışan Benneth Miller kuşkusuz anlamlı bir iş yapmaya çalışmış. 2 yıl önce Andrew Dominik'in Killing Them Softly ile yapmak istediğini bir tık ileri götürdüğü de söylenebilir. Filmin sonunda sistemin kullanıp bir köşeye attığı Mark Schultz kafes dövüşü yaptığı sırada seyircilerin Abd Abd diye bağırması da yerinde olmuş elbet.
Yıldız: * * *