13 Şubat 2020 Perşembe

Parazit'in Ödülüne Neden Şaşırmadım

İnsan gerçekten hayret ediyor, neymiş efendim ilk defa İngilizce dışında bir dilde film En İyi Film Oscarı'nı almışmış, bu bir devrimmiş, sinema tarihinin akışını değiştirebilecek bir büyük adımmış. Hatta biri twitter'da paradigma değişti yazmış. Daha neler dedim... Bu konuda birkaç tweet attım ama yaratılan iklime o kadar hayret ettim ki, tweet ile sınırlı kalmasın blogta bu konuda bir kaydım olsun istedim. Malum tweetler geçici ama bu blog daha kalıcı ve tamamen sinema üzerine bir platform... Pek çok kez yazdım aslında, bunlar sektör ödülleri ve onların en popüleri olan (çünkü sektörel olarak en güçlü sinema ülkesi ABD'de dağıtıldığı için) Oscar'a çok fazla anlam atfedildiğini ve bunun sinema ile ilgilenen insanlar için bir şey ifade etmediğini ama sonuçta bir oyun olarak eğlenip geçileceğini, ama ne fayda !... Sinema sektörünü canlandırma amacı güden bu ödüllerin amacına ulaştığını Box Office Türkiye ortaya koyduğu verilerle açıkladı zaten, vizyona girdiği 1 Kasım'dan bu yana, yani 14 hafta 3 gün gibi bir süre içerisinde 126.955 seyirciye ulaşan Parazit, Oscar'ı aldıktan sonraki sadece 3 günde 27 bini aşmış. Filmin dağıtımcısı, yapımcısı, yönetmeni vs. için muhteşem bir olay bu. Dünyanın pek çok ülkesinde de benzer durumun gözlendiğini düşünürseniz, kârlarına kâr katacaklar. Ve belki garipseyeceksiniz ama hepsi bu kadar işte. Zaten Güney Kore sinema ve dizi endüstrisi 1990'lardan itibaren önemli atılımlar içerisindeydi, devlet politikası ve büyük şirketlerin desteğiyle küresel popüler kültür pazarına girmeye başlamışlardı ve ABD'de belirli bir izler kitleye ulaşıyorlardı. Kore Dalgası (Hallyu) adı verilen rüzgarın (Gangnam Style gibi müzik videoları da dahil) eleştirilen yanı da fazla ana akım, homojen, sığ olarak tabir edilebilecek bir kültürel dünyaya ait olmasıydı zaten, dünya üzerinde popülerleşmesi de buna bağlanıyordu. Bu konudaki çalışmaları incelerseniz çok daha geniş bir bilgiye sahip olabilirsiniz, biri de buraya tıklayarak görebileceğiniz çalışma. Ama efendim ABD dışından bir ülkeden geliyormuş bu film o zaman bu ödül Güney Kore sektörünü mü canlandırıyor? Evet biraz öyle, zaten ABD uydusu denebilecek, bir zamanlar bizim de ABD'nin yanında kapitalizmlerini korumak için savaştığımız bir ülkeden bahsediyoruz, birkaç yıl önce Cinemaximum dediğimiz sinema zincirlerini bile kademe kademe satın almış bir ülkeden... Üstelik ABD dışından bu ödülü alan ilk ülke değil ki. 2012'de The Artist'in yönetmeni hatırlarsanız Fransız idi. O dönemde hem bu durum hem de bir sessiz filme ödül verilmesi büyük bir değişim olarak lanse edilmişti çünkü çoğunluğu beyaz, yaşlı ve hatta milliyetçi akademi üyelerinin ABD dışından yapımlara oy atması çok beklenen gelişmeler değildi ama olmuştu işte. Yine daha önceki yıllarda En İyi Film Dalı'nda olmasa bile En İyi Özgün Senaryo Dalı'nda İspanyol Almodovar'ın, İspanyolca filmi Hable con Ella'nın ödül almışlığı da başka bir örnek... Neyse sonra olmaz denen oldu siyahi bir yönetmene de En İyi Film Oscarı'nı verdiler, Steve McQueen'e, 12 Years a Slave ile, ama önceki yıllarda yönetmenin çok daha sivri filmleri varken, onlar gibi değildi bu film. Sonra daha ileri gittiler yönetmeni siyahi olmasının yanında siyahi bir eşcinsel hikayesini ödüllendirdiler. Sözde o da bir devrimdi ama Moonlight (2016) adındaki bu filmin parıltısı yoktu, sinema sanatına katabileceği yeni dokunuşu ya da derinlikli bir hikayesi yoktu... Bu yıl ödülü kazanan Parazit'in dilinin de yabancı olmasına çok dikkat çekildi. Daha önceki ilklere ek olarak esasen Parazit de bu açıdan ilk, neredeyse tamamı Korece bir filmdi. Sinema dili açısından müspet yanları epey olmasına karşın, vizyona girdikten sonra 7 Kasım'daki yazımda da belirttiğim gibi Hollywood'un dünyaya armağan ettiği tür sinemasının kodlarıyla ilerleyen bir filmdi, hem de pek çok türün. Ayrıca ancak ortalama izleyiciyi güldürmeye çalışan bir mizah anlayışına sahipti. Yani en nihayetinde taa Mayıs ayında Cannes'da izleyenlerin izlenimlerinden edindiğim ve temkinliyim dediğim ve olağanüstü bazı tepkilerden tahmin ettiğim o ana akım karakteristikleri taşıyan bir filmdi. Sadece bu kadar da değil, üstelik içerik olarak karakterinin konuşmasına İngilizce serpiştiren, bahçedeki çadırın su geçirmeyeceğini çünkü onu Amerika'dan aldıklarını söyleyen dahası alt sınıf bir ailenin üst sınıfın yanında işçi olmak için o ailenin yanındaki işçileri iftira sonucu işinden edip onların yerine geçip bu kez onları işsiz bırakan, bu yaptığıyla da insanları güldürmeye çalışan bir yanı vardı. Sınıfsal derin eşitsizliği hiçbir biçimde eleştirmeyen, başkalarının ayağını kaydırarak yükselmeyi sevimli gösteren hani. Düzeni adil yönde iyileştirmeyi değil, düzenin aktörlerini değiştirip aynen işlemesini, ekonomik açıdan gayet sağcı bir tavrı meşrulaştıran bir film Parazit. İşte sonuçta ABD'nin dünyaya empoze ettiği ekonomi-politiği yeniden ve Kore dilinde üreten bir filmin ödülü alması nasıl bir devrimmiş, hangi paradigmayı değiştirmiş bilen beri gelsin. Yani bu film devire devire neyi devirmiş olabilir ki? Yani sanıyor musunuz bundan sonra sık sık İngilizce dışında dünya sinemasından çeşitli örneklerin En İyi Film Oscarı'nı alacağını. Mesela son yılların Güney Kore sinemasındaki ana akım karakteristiklere ısrarla yer vermeden kendi özgün dilini kuran ve bence şu an Güney Kore'nin en yaratıcı yönetmeni olan Hong Sangsoo'nun bir filminin bırakın En İyi Film Oscar'ını almasını, değil En İyi Film'e, En İyi Uluslararası Film'e aday olabileceğine kim ihtimal verir? Hadi diyelim bundan sonra zaman zaman İngilizce dışı dillerden filmlerin En İyi Film Oscarı'nı alabileceğini varsaysak bile sadece belli katı sınırlar dahilindeki filmlerin buna ulaşabildiğini görürüz. Bir devrimden, bir paradigma değişiminden bahsedeceksek tam anlamıyla bir sanat filminin ya da Ken Loach ve türevi politik sinema örneklerinin bu ödülü alması gerekir. Öyle bir şey olursa, işte o zaman paradigma değişmiş olur çünkü paradigma bir şeyin nasıl üretileceği konusundaki modeldir, sadece filmde konuşulan dilin farklı olması değil. Burada gördüğümüz dev bir kapitalist endüstrinin her seferinde çok ama çok küçük yenilikleri bir devrim gibi lanse ederek kendi cazibesini yeniden ve yeniden üretmesi ve kitleleri de buna inandırması. Siz siz olun her şeye inanmayın !

8 Şubat 2020 Cumartesi

Bu Da Cesar Toto (Biraz Da Eğlenelim)

Bu pazarı pazartesiye bağlayan gece Oscar Ödülleri dağıtılacak, yani Amerikan sektör ödülleri... Takip edenleriniz bilir, geçtiğimiz günlerde de Cesar Adayları açıklanmıştı. Adaylara şöyle bir baktım da ne göreyim, iki ülkenin sektör ödülünün belli başlı dallarındaki adayları arasında izlemediğim film sayısı Cesar Adayları'nda daha az, yok denecek gibi... Hal böyle olunca da günlerdir pek çoğunun yaptığı Oscar Toto yerine ben de Cesar Toto yapayım dedim çünkü Oscar'ın En İyi Film Dalı'nda olup sinemalarımıza henüz uğramayan ne 1917'yi, ne Little Women'ı izlemiştim, Ford ve Ferrari'yi hiç merak etmemiştim, üstelik dahası da var, zaten beğendiğimi söyleyebileceğim film sayısı da çok az ama Cesar'larda öyle mi? Hem de hatırlarsanız Oscar Adayları açıklandığında kimilerinin neden, nasıl aday olmadı, olamaz böyle bir şey dediği filmlerden biri olan Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi'nin de epey bir adaylığı var burada. Yani bir Amerikan ödülüne bir Fransız filmi neden aday olamadı demek yerine pek çok dalda aday olması beklenen yerde kaç ödül alabileceğini tahmin etmek daha sağlıklı değil midir? Sonuçta bu ödüllerin biri Amerikan diğeri Fransız (ki pek çok ülkenin benzer ödülü var) sinema sektörünü canlandırmayı amaçlıyor ve bana kalırsa birinin diğerine üstünlüğü yok. Ama malum, sinemayla ilgili hemen herkes Oscar konuşuyor, çokluk Cesar'a ilişkin doğru dürüst bir bilgileri bile olmayabilir çünkü Fransa'da sinema hiçbir zaman Amerika'daki kadar 'ticari' odaklı bir uğraş, o çapta bir büyük sektöre dönüşmedi, sinemanın sanatsal yönüne eğilim hep daha güçlüydü. Yani bu bağlamda Fransız sineması kültür emperyalizminin bir parçasına dönüşemedi, kitlelerin ruhuna işlemedi...  Sanırım benim farkında bile olmadan Cesar Adayları'ndan biraz daha çok filmi izlemiş olmamın altında bir Fransa-Fransız hayranlığı değil de iki ülke sinemasındaki bu paradigma farkı etkili oldu... Elbet bir çok Oscarsever bu listeyi garipseyecek hatta anlamsız bulacaktır. Sonuçta dünyanın pek çok diyarına benzer biçimde Türkiye gibi bir Amerikan mahallesinde salyangoz satmak olur mu?

En İyi Film: 
Kim Alır: Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi (Portrait de la Jeune Fille en Feu)
Kim Almalı: Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi
(Portrait de la Jeune Fille en Feu)
Kim Alabilir: Sefiller (Les Misèrables) 

En İyi Yönetmen:
Kim Alır: Ladj Ly (Sefiller)
Kim Almalı:  Ladj Ly (Sefiller)
Kim Alabilir: Celine Sciamma (Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi) 

En İyi Kadın Oyuncu: 
Kim Alır: Adèle Haenel (Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi)
Kim Almalı: Adèle Haenel (Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi)
Kim Alabilir: Noèmie Merlant (Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi)

En İyi Erkek Oyuncu:
Kim Alır: Damien Bonnard (Sefiller)
Kim Almalı: Melvil Poupaud (Yüzleşme)
Kim Alabilir: Daniel Auteuil (Yeni Baştan)-Roschdy Zem (Suç Mahalli)

Yabancı Dilde En İyi Film:
Kim Alır: Parazit (Gisaengchung)
Kim Almalı: Genç Ahmed (Le Jeune Ahmed)
Kim Alabilir: Acı ve Zafer (Dolor y Gloria)

En İyi İlk Film: 
Kim Alır: Sefiller
Kim Almalı: Sefiller
Kim Alabilir: Atlantics

En İyi Orjinal Senaryo:
Kim Alır: Celine Sciamma (Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi)
Kim Almalı: Celine Sciamma (Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi
Kim Alabilir: Ladj Ly (Sefiller), François Ozon (Yüzleşme)

En İyi Uyarlama Senaryo:
Kim Alır: Bedenimi Kaybettim (J'ai Perdu Mon Corps)
Kim Almalı: Bedenimi Kaybettim (J'ai Perdu Mon Corps)

En İyi Animasyon:
Kim Alır: Bedenimi Kaybettim (J'ai Perdu Mon Corps)
Kim Almalı: Bedenimi Kaybettim (J'ai Perdu Mon Corps)

En İyi Görüntü Yönetimi:
Kim Alır: Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi
Kim Almalı: Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi
Kim Alabilir: Sefiller

En İyi Prodüksiyon Tasarımı:
Kim Alır: Thomas Grèzaud (Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi)
Kim Almalı: Thomas Grèzaud (Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi)

En İyi Kurgu:
Kim Alır: Sefiller
Kim Almalı: Sefiller
Kim Alabilir: Yeni Baştan

En İyi Orijinal Müzik:
Kim Alır: Fatima Al Qadiri (Atlantics)
Kim Almalı: Fatima Al Qadiri (Atlantics)
Kim Alabilir: Dan Levy (Bedenimi Kaybettim)

Not: Belli başlı dallardaki fikirlerimi paylaştığım bu listede Türkiye'deki sinemalarda henüz gösterilmemiş, Roman Polanski'nin J'accuse'ünün de bazı ödüller alabileceğini öngörsem de izlemediğim için listede yer vermedim. 

30 Ocak 2020 Perşembe

Ne Çektin Be Çocuk !

Jerzy Kosinski'nin aynı adlı romanından uyarlanan Boyalı Kuş, 2. Dünya Savaşı yıllarında her ne kadar açıkça dile getirilmese de Polonya'da başlayan bir hikaye. Ailesinin onun daha güvende olacağını düşündükleri için terk ettikleri Yahudi bir çocuğun başına gelenleri anlatıyor... Romanını üniversiteye başladığım ilk haftalarda okuduğumda bu kadarı da olmaz, pes demiş sonra romanı büyük ölçüde unutuvermiştim ama birkaç sahne de aklımda kalmıştı doğrusu... Çek Yönetmen Vaclav Marhoul bir çok tarihi filmde olduğu gibi siyah beyazı kullanmayı tercih etmiş ve görsel olarak başarılı sayılabilecek bir filme imza atmış. Romanın bu ilk uyarlaması elden geldiğince romana sadık kalmaya çalıştığı için uzayan süresini çok fazla hissettirmeyecek bir akıcılıkta da ilerledi açıkçası ama o çocuğun başına gelenler gerçekten yenilir yutulur şeyler miydi? Ona bakan ilk kadının ölümüne şahit olup daha sonra bir köle olarak oradan oraya savrulan hayatında hemen her yerde şiddet görüyor, kimisinde tecavüze uğruyor, kimisinde farelerle dolu bir lağıma atılmaktan son anda kurtulurken tecavüzcüsünün lağıma düşmesini sağlıyor. Kimisinde gözleri oyulan bir adama sonra onun gözlerini oyanın intiharına şahit oluyor... Gerçekten insanın sabrını zorlayan ve bazen de abartılı sahneler bunlar, yazarının gördüğü biçimde resmedilen ama savaşın nasıl bir cehenneme yol açtığını göstermeye çalışan bir tarafı da olan. Ve üzerine düşünülesi bir kaç sahne de var, mesela yönetmen, bir kadının küçük çocuğa tecavüzünü gösterip bir erkeğin o çocuğa tecavüzünü göstermeyip ima ediyor ve dahası kadının bir hayvanla birlikte oluşunu gösteriyor. Düşünmek için yetmez mi? Peki çocuğun o hayvanın başını kesip kadına camdan fırlatması, bir erkekliğe geçiş ritüeli değilse nedir? Ve çocuk o sahneden sonra ilk kez insanlara da şiddet uygulamaya başlar hatta öldürür ama ilk denemeyi bir hayvan üzerinde gerçekleştirmiştir, pek çok katil gibi... O dönemki Avrupa'nın totaliter rejimlerini bir Yahudi çocuğun gözünden anlatan film 169 dakika gibi uzun bir süreye sahip olmasa ve bazı sert sahneleri törpülense kesinlikle Oscar'a aday olur, Parazit gibi özünde Amerikan karakteristiklere sahip bir filmin olmadığı Uluslararası Film Dalı'nda bu ödülü kucaklayabilirdi. Üstelik Venedik Film Festivali'nde yarışmış bir film Boyalı Kuş, ne hikmetse yıllardır çıkardıkları filmler bu kadar çok Oscar kazanan başka bir festival yokken... Sonuçta sinema açısından biraz kısır geçen son dönemde İstanbul Modern'deki gösteriminin hemen ardından Başka Çarşamba'ya konuk olan film 28 Şubat'ta vizyona girecek.

Yıldız: * * *   

12 Ocak 2020 Pazar

Onat Kutlar Anmasındaydık

25 yıl önce 12 Ocak tarihinde günlerce verdiği yaşam mücadelesini kaybetmişti Onat Kutlar, kör bir şiddet eylemine kurban gitmişti. Ben ilk olarak henüz üniversite yıllarındayken İshak adlı öykü kitabıyla tanımıştım onu. Daha 23 yaşındaymış yazdığında. Cevat Çapan'ın anlattığına göre o dönem edebiyat çevrelerinde Sait Faik'le kıyaslayanlar dahi olmuş Kutlar'ın öykücülüğünü, daha sonra Fransa'ya giden ve orada sanat sinemasının kurumsal olarak yükselişine çıplak gözle tanık olan Kutlar oradan aldığı ilhamla 1965 yılında Sinematek Derneği'nin kuruluşuna da öncülük etmiş bir isim ve o noktadan sonra çoğunlukla film eleştirmeni ve insan hakları savunucusu olarak bilinen Kutlar'ın anmasında çeşitli demeçlerinin yer aldığı videolar, Cevat Çapan ve Adnan Özyalçıner'in Kutlar hakkında anlattıkları, Genco Erkal'ın, Kutlar'ın Bahar İsyancıdır kitabından okuduğu bir bölümün yanı sıra, Hülya Uçansu'nun Kutlar için günümüzde yazdığı bir mektuba şahit olduk, ki belki de anmanın en etkileyici bölümüydü. Bir de Çapan'ın Kutlar için söylediği o ne ürettiyse akıllı bir kalp ile üretti cümlesini değerli buldum. Gece, Kutlar'ın 1993 yılında hakkında olumlu bir eleştiri yazdığı İdil Biret'in piyano resitaliyle sona erdi. Uzun yıllar sonra Kutlar'ın anısına yeniden canlandırılan Sinematek Derneği'nin Kadıköy Belediyesi'yle ortaklaşa düzenlediği, Zeynep Oral ve Cem Davran'ın sunuculukları üstlendiği Süreyya Operası'nda gerçekleşen gecede küçük teknik aksaklıklar ve biraz metne bağlı kalınmasından kaynaklanan monotonluk da göze çarptı.  

27 Aralık 2019 Cuma

2019'un En İyi Filmleri *



1-Les Fréres Sisters / Jacques Audiard

2-Portrait de la Jeune Fille en Feu / Celine Sciamma

3-Le Jeune Ahmed / Dardenne Kardeşler

4-Sorry, We Missed You / Ken Loach

5-Elisa y Marcela / Isabel Coixet

6-Peterloo / Mike Leigh

7-Mi Obra Maestra / Gaston Duprat

8-A Hidden Life / Terrence Malick

9-Gangbyeon Hotel / Hong Sang-soo 

10-Der Goldene Handschuh / Fatih Akın

11-Les Misérables / Ladj Ly

12-In Fabric / Peter Strickland

13-Alpha: The Right to Kill / Brillante Mendoza

14-Rojo / Benjamin Naishtat

15-Dylda / Kantemir Balagov

16-Synonymes / Nadav Lapid

17-Om Det Oandliga / Roy Anderson

18-La Paranza Dei Bambini / Claudio Giovannesi

19-Gisaengchung / Bong Joon Ho

20-It Must Be Heaven / Elia Suleiman 


* Listedeki filmler daha önceki yıllarda da olduğu gibi 2019 yılı içerisinde sadece sinema salonunda izlediğim 'güncel' filmlerden oluşmaktadır, yine aynı yıl içerisinde sinema salonunda izlediğim klasikleri hak verirsiniz ki listeme almadım. 


7 Aralık 2019 Cumartesi

Celine Sciamma'dan Yalın Bir Aşk Filmi

Bence Celine Sciamma'nın filmi son yıllarda gördüğüm en yakıcı final sekanslarından birine sahip. Yönetmenin filmin son planında insan ruhunun derinliklerindeki o yüce duygunun, aşkın, nasıl bir şey olduğunu yansıtışından etkilenmemek zor.

Cannes'daki gösteriminden bu yana, tabii benim için seçkiye girdiğinden bu yana da demek mümkün, yılın en merak ettiğim filmiydi Celine Sciamma'nın Portrait de la Jeune Fille en Feu'sü (Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi). Nedeni Cannes ödül töreninin hemen öncesinde yazdığım yazıda vardı: Kadınların romantik dönem filmleri konusundaki hünerleri. Mesela Jane Campion, Nicole Garcia ya da Isabel Coixet'inin filmlerinde az mı yüreğimiz dağlanmıştı? Ama Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi, Filmekimi sonrasında öyle bir övüldü ki, ister istemez beklentimi biraz düşürmek durumunda kaldım... Hep söylemişimdir aşırı övgünün olduğu yerde filmler ortalama beğeniye yaklaşacak karakteristiklere sahip olduğunun işaretlerini verir. Bunun belki istisnaları vardır ama ezici çoğunlukla dediğim gibi olur... Açıkçası filmi izlerken de işte iyi ki beklentimi biraz düşürmüşüm dedim, bu film aşka bakışımızı darmaduman edecek kadar derinliğine sahip mi pek sanmıyorum açıkçası, çok da entelektüel çaba isteyen sahneleri yok, elbet ağırbaşlı yine de izlemesi kolay mı kolay bir film ve bir şerh düşeyim, diyaloglarına biraz daha dikkat kesilmek gereken bir tarafı da var... Şimdi hemen bunlar mı problem demeyin. Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi'nin biçimiyle ya da içeriğiyle sinemaya çok da yeni bir şey kattığını düşünmüyorum, yani o abartılı övgüleri mecburen bir kenara bırakalım ama sonra bu söylediklerimi de bir kenara bırakalım çünkü film son derece yalın anlatımının ardında kırık bir aşk hikayesi anlatıyor ve ben aşkı anlatan iyi niyetli her filmin değerli olduğu kanısındayım ve bunu sinema sanatının sunduğu imkanları oldukça iyi kullanarak yapıyor. Üstelik aşıkların ikisinin de hiçbir suçu olmayan, tam zaman ya da mekan yanlıştı, biz ne yapalım filmi bu, ah etmenin mümkün olmadığı türden... 1700'lü yıllarda geçen hikaye, bizim bugünkü toplumumuzdan bile daha geri kalmış bazı özelliklere sahip. Bir genç kadının hiç tanımadığı bir adamla evliliğe zorlandığı dönemin Fransa'sında adam bu kızla evlenmek için onun yağlı boya bir portresini görmeyi şart koşar. Bugünkü gibi whatsapp ya da instagram ne arasın! Ve bunun için ressamlar çağrılır, ama kızımız poz vermez çünkü böylesi bir evliliğe haklı olarak isteksizdir. Ta ki ressamların sonuncusu gelene kadar, ona karşı da ilk başta isteksiz olacağı düşünülür ya, neyse ki yavaş yavaş alevlenmeye başlayan aşkın etkisiyle bir süre sonra portresini çizmesine izin verir. İlk başta ressam gizli gizli gözlemlediklerini tuvale aktarmaya çalışmış, pek de başarılı olamamıştır. Aşkın alevlenen ateşine koşut olarak tamamlanan ikinci tablo bir yanda adeta çiftin aşklarının dışavurumu gibidir, diğer yandansa kaçınılmaz bir ayrılığın habercisi... Filmin öncelikle aşkla sanat arasında paralellik kuran bir savunusu var, ayrıca dönemi yansıtışı ve aşkın nasıl da güçlü bir duygu olduğunu ve bazen aşık olunacak kişinin cinsiyetinin beklenilenden farklı olabileceğini, başroldeki ikilinin (Adele Haenel ve Noemie Merlant) başarılı yorumunun ardında büyük özenle yazılmış bir senaryo ve harikulade görüntü yönetimi eşliğinde aktarıyor. Kuşkusuz filmdeki kadrajların çoğu, ünlü bir ressamın tablolarından çıkmış izlenimi veriyor. Bunun sinemanın resim sanatıyla ilişkisini ön plana çıkardığını da düşünebiliriz, hem biçim içerik uyumu açısından da resim sanatına bir övgü taşımış olur. Filmin yalın görünümünün ardındaki zarafet diyelim biz ona ya da filmi izledikten sonra geçen sürede bir miktar daha derinleşiyor hissi, bu açıdan biraz Michael Haneke'nin Amour'u da öyle değil miydi dedirtiyor sanki. Biraz zaman geçtikçe biraz üzerine düşündükçe içimizde büyüyüp başyapıt bölgesine girebilecek, her anlamda tam bir kadın filmi.  

Ve her şeyin ötesinde Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi, günümüzde içi epeyce boşaltılan aşkın iç ateşinin yüze nasıl vurduğu ve bazen bir müzik parçasının (Vivaldi'nin Dört Mevsimi'nden Yaz) bile o ateşi nasıl alevlendirebildiğiyle neticelenen muhteşem final sekansıyla bence daha da büyük bir filme dönüşüyor... Ki filmin ilk yarısında bunun işaretini verdiği bir piyano sahnesi var, bu ve bunun gibi detaylar filmin neden senaryosuyla bu kadar ön plana çıktığını aktarıyor bize.

Yıldız: * * * *

7 Kasım 2019 Perşembe

Parazit: Pragmatizmin Dehlizlerinde Kaybolmak

Ve evet konumuz Bong Joon-ho'nun Parazit'i... Aslında kimi yönlerden hayli ilginç bir film Parazit ve zengin de bir film. Ama derin bir film değil. Günümüzün Amerikan uydusu yaşamlarına yoksulluğun farklı tezahürleri açısından bakan bir film. Hollywood'un dünyaya armağan ettiği tür sinemasıyla yaratıcı sinemanın bir bireşimi sanki. Evet Parazit tür sinemasının kodlarıyla ilerleyen bir film hem de birden fazla türün (komedi, gerilim, fantastik, aksiyon dram, ne ararsanız). Ama en fazla da komediyi kullanan bir film ve bana kalırsa komediyi kullanış biçimi bazı noktalarda ilgi çekici olsa da çoğu yerde de oldukça sığ ve ortalama izleyiciyi güldürme amacı taşıyor ve izlerken içimden yazık diyorum, al işte bir tane daha yere göğe konamayan Güney Kore filmi! Özetle bodrum katta yaşayan bir ailenin oğlunun zengin bir ailenin yanında işe girerek önce kız kardeşini ardından kız kardeşin ailenin şoförünü zan altında bırakacak bir hareket yaparak babayı işe soktuğu, son noktada üçlünün evin veteran hizmetçisini saf dışı ederek annelerini işe aldıkları organize bir kötülük filmi bu. Evet alt sınıfların da ne kadar kötüleşebileceğini gösteren, belki kimilerince gerçekçi ama yine de pragmatizmin ileri boyutlara gittiğinde ortaya çıkardığı kötülük üzerinden insanları güldürmeye çalışan bir film. Üstelik bu dörtlünün bu yöntemle eve sızacağı daha filmin başlarında kendini o kadar belli ediyor ki, her şeyi geçtim bari bu kadar öngörülebilir bir film yapmasaydınız diyorum içten içe... Aslına bakarsanız ne oluyorsa ondan sonra oluyor, kovulan hizmetçi bir gece vakti ansızın eve dönüyor ve evin gizli mahzenindeki bir sır açığa çıkıyor ve bu noktadan sonra film başka türlerin sularına girmeye başlıyor, elbette ilk yarıdaki komediyi tamamen bırakmadan... Filmin son yarım saati ise duygusal yoğunluğu da olan bir bölüm, ikinci yarıda senaryoya ivme kazandıran yaratıcı unsurların farklı düğümlerden geçip filmi adeta başyapıt havasına soktuğu, hayatımda izlediğim en keskin ton değişikliklerinden birine giden bir son yarım saat, olumlu anlamda pes doğrusu! Sonuçta Kapitalist Kore'deki sınıfsal farklılıkların derinleştirdiği makası çeşitli metaforlar ve satır arası cümlelerin de desteğiyle anlatan ve sinemanın verili araçlarının tümüne hakimiyetiyle öne çıkan ve bu yüzden pek çoklarını etkileyen filmdeki karakterlerin kötülüklerini meşrulaştıran dokuyu doğru bulmasam da, filmi çok beğenenlere de bir şey diyemem herhalde... Belki de biçim-içerik uyumu olarak görülebilecek bir yanı var. Zengin ailenin annesi bahçedeki çadırda yatmak isteyen oğullarının çadırının su almayacağını çünkü onu Amerika'dan aldıklarını söylüyor mesela ve sürekli konuşmalarının arasına İngilizce cümleler serpiştiriyor. İşte böyle bir ortamda bir Güney Kore filmine ama senin karakterlerin de aşırı pragmatist ve anlatın biraz fazla mı Hollywood'un etkisinde desek ne olur demesek ne olur... 

Yıldız: * * * 

21 Ekim 2019 Pazartesi

Almodovar'ın Son Filmi

Pedro Almodovar son filmi Dolor y Gloria (Acı ve Ün) Elia Suleiman'ın It Must Be Heaven ile düştüğü açmazın farklı bir versiyonu aslında. Orada açık biçimde dış etkenlerden ötürü istediği filmi bir türlü çekemeyen yönetmenin yerini bu kez, film çekme tutkusu körelmiş ve çeşitli hastalıklardan muzdarip bir yönetmen almış. Ne kadar da tanıdık, beylik bir anlatı ama... Elbet sinema tarihinde de sanatçılar yolun sonuna geldiklerini sezerler ve bazen vedaları böyle olur ya da dönemsel bir durum da olabilir bu. Yani nasıl bir film çekeceklerini bilemezler en sonunda film çekememe halinin kendisi film olur çıkar, yaratıcılıklarının tükendiğinin dışavurumu ya da kimilerinin dediği gibi post-modernizm... Gerçi yönetmen sadece film çekememe halini anlatmıyor. Bugünkü hayatından, başta çocukluk anılarından sonra aşklarından, dargın bir oyuncusuyla ilişkisinden bir toplam sunuyor bize. Antonio Banderas'ın başarılı yorumunun yanı sıra dingin ve ılık bir anlatımdan güç alan filmde ne can alıcı, özgün bir detay yakalanabilmiş ne de yeterince dramatik etki yaratacak bir öykü tasarlanabilmiş. Oldukça tekdüze bir film Dolor y Gloria. Üstelik bize önemli ne söylüyor olabilir: Yaratıcılığın ve cinselliğin çocukluktan kök alan bir arzu olduğunu mu? Yönetmenin çekimlerine başladığı İlk Arzu adlı filmde olduğu gibi mi? En fazla bu olabilir herhalde. Yine de filmin belki de tek etkileyici sahnesi finalde, izlediğimiz çocukluk anılarının, İlk Arzu adlı filmden ibaret olduğunu gördüğümüz şu sahne işte, gerçekle kurmacanın silikleştiği, izlediğimiz bütünün ne kadarı yönetmenin hayatı ne kadarı değil sorusunun belirsizleştiği sahne. 

Yıldız: * * *