5 Kasım 2021 Cuma

Bu Kez Alkışlarımız Joachim Trier'e

Trier'in 'Dünyanın En Kötü İnsanı', günümüzün özgürlükçü bir mahallesinde yetişen insanlarına, kadın-erkek ilişkisi ne menem bir şeydir diye sorduğunuzda, verilebilecek en etkileyici cevaplardan biri. Hemencecik alev alan yüreğimize olduğu kadar sorgulayıcı aklımıza da seslenen çağdaş bir başyapıt. 

Ne Cannes'mış ama ve dolayısıyla ne Filmekimi'ymiş diyoruz bir kez daha... Fısıltı gazetesi öyle bir çalıştı ki, Cannes'da sadece başrol Renate Reinsve'ye bir 'Aktrist Ödülü' kazandırmakla yetinen Dünyanın En Kötü İnsanı (Verdens Verste Menneske) Filmekimi'nin en beğenilen filmlerinden biri oldu. Bu ilgide yönetmeni Oslo, 31 Ağustos filminden bu yana takip edenlerin de payı olabilir elbet ama yine de Dünyanın En Kötü İnsanı ne Hollywood filmiydi ne ana akıma meyleden çok bariz karakteristikleri vardı ne de İngilizceydi ama belli ki çağdaş bireyin kılcal damarlarına ışık tutan bir yanı vardı ve kadın-erkek fark etmeksizin pek çoğumuzu derinden etkiledi... Öyle ki, önce Şubat olarak belirlenen vizyon tarihi 19 Kasım'a çekildi, yetmedi 3 Kasım'a İstanbul ve Ankara gibi kentlerde ön gösterim konuldu, yine yetmedi, bu gösterimlere ek seanslar konuldu ve sanki o korku duvarı yıkıldı, uzun bir süre sonra mesafesiz olarak, tıklım tıklım bir salonda film izledik. Sen çok yaşa e mi sinema !

Filmekimi yazımı yazarken belki dikkatli okurların içten içe sezdiği husus; birçok filmin özgürleşen toplumlarda kadının konumu üzerine dolaylı da olsa söz söyleyen bir bütünlük arz etmesiydi. Dünyanın En Kötü İnsanı'nı da izledikten sonra artık net biçimde bu yılki Cannes Film Festivali'nin adı konmamış tematiğinin 'Özgür Kadın' olduğunu söylemek mümkün. Elbette yıllarca, üstelik Altın Palmiye'yi gayet hak etmelerine karşın Maren Ade ve Celine Sciamma gibi yönetmenlere bu ödülü layık görmeyen, kararlarının maçist olmasıyla tartışılan ve bu yıl uzun tarihinde sadece 2. kez bu ödülü bir kadına layık gören bir festivalin kurduğu jüriden bahsediyoruz. Cannes'da bu sene gerçekten kadınların senesiymiş diyoruz ama hala önemli bir farkla, yine çoğunlukla erkeklerin anlattığı kadınların...

Geçtiğimiz yıllarda Agnés Varda'nın da içinde bulunduğu kadın yönetmenler 'Me too' hareketinin bir parçası olarak Cannes'ın meşhur merdivenlerinde festivaldeki kadın temsilinin hala çok az olduğunu eleştiren bir açıklama yapmışlardı. Bu açıklamanın önümüzdeki yıllarda artçıl etkilerinin olacağı öngörülebilirdi hiç kuşkusuz, bu etkiler kadın temsilini yeterince arttırmadıysa da esaslı kadın öykülerini arttırmış en azından...

Dünyanın En Kötü İnsanı, sol değerlerle liberal değerleri optimum düzeyde bir araya getirdiği söylenen, ekonomik, siyasal ve kültürel pek çok sebeple günümüzün en özgürlükçü toplumlarından biri denilen Norveç'te, merkezine yetişkin bir kadını aldığı bir kadın-erkek ilişkisinin konumunu perdeye taşıyor. Aynı zamanda Norveç evlilik dışı doğum oranlarında %60'lara varan lider ülkelerden, ki bu oran 1996'da bile %48-49'du ve kademe kademe yükseldi. Süreğen artış eğilimi çoğu yerde devam ediyor, özellikle son 25-30 yılda (Türkiye şu an %3'lerde Azerbaycan %16'yı aştı). Dolayısıyla Norveç'te kadınlar üzerinde ataerkil baskının ne kadar düşük olduğunu varın siz tahmin edin ve ek olarak filmin genç yetişkinleri olduğu kadar en azından bizdeki yaşı geçkin seyirciyi aynı ölçüde etkilemeyeceği kanaatindeyim... 

Bu yazıyı yazıp bitirdikten sonra (bu paragrafı artık eklemezsem çatlarım dedim) kim ne demiş diye yaptığım kısa göz gezdirme esnasında Variety'den bir eleştiri bebekliği 80 ve 90'larda geçenler için filmin mihenk taşı bir sanat filmi olmayı hak ettiğinden dem vuruyordu ki, içimden aklın yolu birmiş deyiverdim. 

Artık filme dönecek olursak; 1 prolog, 12 bölüm ve 1 epilogdan oluşuyor ve Julie'nin yaklaşık 4 yılını perdeye taşıyor. Son derece hayatın içinden, su gibi akan bir senaryonun içindeki Julie'yi içtenlikçi bir yaklaşımla yorumlayan Renate Reinsve başta olmak üzere yine Anders Danielsen Lie'nin de çok iyi olduğu bir film bu ve böylesi başarılı oyunculukların gerisinde Trier, beklenmedik bir anda animasyonlardan yararlanan, bir an sadece Julie'yi (ve Eivind'i) hareket halinde bırakırken yaşamı donduran, her bölümde Julie'nin ruhuyla beraber filmin de ruhunu bir miktar değiştiren incelikli bir sinema dili yaratmış. Öncelikle bunun için alkış... Ardından toplumun ya da ana akım sinemanın koyduğu her tür muhafazakar bariyeri  senaryosuna iliştirdiği pek çok detayla sarstığı devrimci içeriği nedeniyle bir alkış daha...

Bir sahnede yönetmenin eski fotoğraflar eşliğinde gösterdiği gibi 
30'larına yaklaşan Julie karakteri, büyük büyük büyük büyük annelerinin ne yazık ki tadamadığı özgürlüğü en doyasıya yaşayabileceği ülkelerden birinde, 21.yüzyıl Norveç'inde yaşıyor. Önce 40'larındaki sevgilisi Aksel ile birlikte yaşıyor ardından ise gönlünü Eivind'e kaptırıyor. Aksel çocukları olmasını isterken Julie buna hazır olmadığını söylüyor ama ne hikmetse bir süre sonra biraz daha irice, kendi yaşına daha yakın Eivind'ten hamile kalıyor, Julie'nin deyişiyle kaza sonucu. Gerçi o çocuğu da isteyip istemediği konusunda kararsız ve son noktada istemiyor aslında. Ve tıpkı Hamaguchi'nin ya da Audiard'ın Filmekimi'nde izlediğimiz filmlerinde olduğu gibi bir kez daha, evet bir kez daha altını çize çize ilişkiyi bir kadın başlatıyor ve kadın bitiriyor, her seferinde hem de (Hani derler ya iyi tamam da bitiren bazen aynı kadın olmayabilir. Doğru, aslında Julie'nin Eivind'i başka bir kadının elinden kaptığı düşünülebilir, az da görsek o da yine çevrecilik ve yogayla kafayı bozmuş bir başka tanıdık tipti). Üstelik bu ayrılığa mantıklı bir gerekçe de bulamıyoruz. Julie de bulamıyor çünkü. Sanatçı ruhlu ve zaten karikatürist olan Aksel, Julie'nin ayrılık kararıyla perişan oluyor elbette. Belki de bu ayrılığın öfkesiyle bir tv programında post-feministleri 'fahişe' olarak yaftalayacak kadar ileri gidiyor. Ama Julie'den aldığı cevap: 
"Bitmesi gerekiyordu ve bitti, seni seviyorum tabii ki ama hem de sevmiyorum galiba ya da hislerimi kelimelere dökmemi istiyorsun her şeyi kelimelere dökmemi istiyorsun. Hıh problem de bu zaten" oluyor. Daha sonra Julie farklı nedenlerle Eivind'le de kavga ediyor. Belki yaşdaşı ama garsonlukla geçinen Eivind de ağzının payını fena alıyor. Garsonluktan daha iyi bir kariyer planı olmadığı için sert biçimde azarlanıyor anlayacağınız. Nasıl diyeyim, Eivind'i canlandıran Herbert Nordrum'un o donakalan yüz ifadesi gerçekten yürek burucuydu...Aksel ise zaten kanser oldu, bilmem bunda Julie'nin terk-i diyarının bir etkisi var mıdır? 40'larının ortasındaki Aksel yine ustalıkla çekilmiş bir sahnede Julie için hayatımın aşkı dese de hayatını tek bir kadının varlığına şartlaması ne kadar doğruydu? Yine de filmdeki hiçbir karaktere kızmak mümkün değil. Dünyanın En Kötü İnsanı Julie'ye dahi. Zaten Aksel de hasta yatağında son kez Julie'nin çok iyi bir insan olduğunu ifade ederek noktayı koydu kanımca.

Filmin belli bölümlerindeki diyalogları Ingmar Bergman'ın filmleriyle kıyaslanacak düzeyde güçlü, düşündürücü ve bunun için de büyük bir alkış ve çok açık ki pek çoğumuzun öyle veya böyle bazı deneyimleriyle de örtüşüyor. Trier, günümüz dünyasında benzer örneklerine daha sık rastlanan bir 'özgür kadın' portresi çiziyor. Cinselliği arzuladığı kişilerle istediği düzeyde yaşayan ve ona biçilen (belki doğanın) annelik gömleğini giymek zorunda hissetmeyen bir portre bu. Elbette Trier'in kadın zincirlerinden kurtulduğunda illa ki Julie gibi bir şey olacaktır demek istediğini sanmıyorum, belki böyle olmayabilir de, ama şu açık: Evet pek çok 'özgür kadın' da Julie'den farksız, kararsız ve değişken hayatları yaşıyor dünyanın dört bir yanında...Sosyal medyada Julie için aynı ben diyen kadınların çokluğu da bir tür kanıttır... Filmde çok değinilmese de kimileri Julie'nin problemli bir babayla olan ilişkisinin o beylik ifadeyle ananelerimiz gibi uzun vadeli sağlam ilişkiler kurmaktan alıkoyduğunu belki düşünecektir. Peki diyelim ki öyle, o halde Norveç gibi bir ülkede en fazla 30 yıl önce o problemli babayı tercih eden de sonuçta yine bir kadın değil midir? Julie'nin anne ve babasının beşik kertmesi olduklarını düşünenimiz yoktur sanıyorum... Sonuçta Trier, epilog bölümünde Julie için bir son hazırlamış ama şu anı bizimle kanlı canlı yaşayan Julie'nin 10 yıl sonra 20 yıl sonra nasıl bir hayatı olacağını da merak ediyoruz. Yalan yok !  

Herhalde her daim çağına ayna tutan Cannes, Dünyanın En Kötü İnsanı örneğinde de olduğu gibi kadın-erkek ilişkilerinin tüm açmazları ve hayatın giderek dijitalleşmesiyle girdiğimiz geri dönülmez bu yolculukta, her ne kadar erkeklerin perspektifinden olsa bile kadın cinsiyeti üzerine daha çok düşünmemizi istiyor... Bu konuda Hamaguchi'nin Drive My Car'ı için çok üstünkörü birkaç cümle yazmıştım. Daha uzun okumalar yapmak isteyenler özellikle Payel Yayınevi'nde zamanında basılan ama hala içlerinde birinci basımı bile tükenmemiş ya da sadece birkaç basım yapabilmiş pek çok kitabı karıştırabilirler. Ataerkil toplumun, tarım toplumuna geçildikten sonra dolasıyla uygarlık tarihiyle koşut ortaya çıktığı ve daha öncesinde sanıldığı kadar yaygın olmadığını hatta insan doğasının (hayvan türlerinde olduğu gibi) anaerkil (anayerli de denir) olduğunu söylesem bana ne dersiniz? Peki tarım toplumu dedik dolayısıyla mülkiyet ortaya çıkana kadar ailenin çokça sadece anne ve çocuktan meydana geldiğini, babanın ailenin bir ferdi olmadığını söylesem ya da muhafazakar partilerin kadın fazla özgürleşirse toplumun direği aile çöker söylemlerinin tüm anlattıklarımızla bağlantılı olduğunu. O halde bugün hepi topu 6-8 bin yıllık geçmişi olan ataerkil toplum ve onun dikte ettiği monogaminin dalga dalga darbeler aldığı toplumun kadınlarını daha iyi anlamak için belki de mülkiyet öncesinin kadın-erkek ilişkisine göz atmakta fayda vardır. Kim bilir... 

Yıldız: * * * * *

27 Ekim 2021 Çarşamba

Bağlılık Hasan, Semih Kaplanoğlu'nun En Olgun Filmlerinden Biri, Belki De Birincisi

Bağlılık Hasan'da Kaplanoğlu, hem sözünü bolca sarf edip, hem de Yumurta-Süt-Bal gibi eski filmlerindeki atmosferi yakalamakla kalmayıp bir adım ileri taşıyor. Bağlılık Hasan, kendi sinemasında bir küçük yeni eşik... Çocukluğundan itibaren bir ağacın gölgesinde serinleyen Hasan'ın tarlasına bir gün elektrik direği dikmek isterler, istemek ne ala! bütün süreç tamamlanmış ve o direk dikilecektir. Ama Hasan'ın kendi gücü yetmese de bu direği kavgalı olduğu hasta abisinin tarlasından geçmesini sağlayacak bir takım çıkar ilişkileri kurabilecek gücü mevcuttur. Diğer yandan Hasan eşiyle birlikte hac kurasını kazanır ve haccın yolunu gözler. Öyle ya, hacca bu dünyaya borçlu gitmemek gerekir. Hasan da hac için o borçları bir bir ödemeye kalkar. Peki ya hacca gitme şansı olmasaydı o günahlarla mı yaşayacaktır ya da şöyle diyelim helallik alınca günahlar nereye gider. İnancın evreninde çözüm bu kadar basit midir? Bağlılık Hasan, bir tür araçsal aklın eleştirisi aslında. Ha seküler ha dindar, ne fark eder ki, birçoğumuz araçsallaşmış hayatları yaşadıktan sonra. 
Theodor Adorno bir metninde bir ağaca baktığında ne görüyorsun diyor. Eğer kereste görüyorsan işte bu araçsallaşmaya bir örnektir ve ne ilginçtir filmde böyle de etkileyici bir sahne var... İnanç için de durum farksız. Sen diğer zamanda yapılması gerekeni yapmayıp hac için yapacaksan inancı da araçsallaştırmış olmaz mısın? Hem sahte dindarlığa hem gezegeni cehenneme çeviren endüstrileşmeye karşı sözünü söyleyen, doğaya karşı sevgisini vurgularken her kesimin sorumluluklarına değinen, zaman zaman anlatımı ağırlaşsa da kanımca 2.5 saatlik süresini o kadar da hissettirmeyen, ve sadece sinema diliyle değil metin kurgusuyla da şiirsel derinliği yakalayabilen bir film ve bir kez daha yönetmeninin kısa kısa da olsa Tarkovski'nin Ayna'sına (Zerkalo) selam durduğu bir film Bağlılık Hasan... Umarım yönetmenin daha da iyi filmi önümüzdeki dönemde sinemaya uyarlamak istediği Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Huzur'u olur, şüphesiz ki zor ama cesur bir deneme olacaktır...

Yıldız: * * *

22 Ekim 2021 Cuma

Son Yılların En Doyurucu Filmekimi'ne Tanık Olduk

Evet doyurucu, biraz yorucu ama kesinlikle bilincimizi keskinleştiren yaratıcı yönetmenlerin sesine nereden baksanız iki haftaya yakın süreyle kulak vermek değerliydi. Ben, Ryusuke Hamaguchi, Bruno Dumont, Jacques Audiard, Ashgar Farhadi, Nanni Moretti, Paul Verhoeven, Jane Campion gibi ustaların son filmlerini izlerken, belki bir bu kadar daha önemli yönetmen vardı programda, o isimlerin filmleri de önümüzdeki dönemde kademe kademe vizyona gelecek.

Hamaguchi'nin Drive My Car'ı Dört Dörtlük Bir Uyarlama, Tereddütsüz Bir Başyapıt
 
Ryusuke Hamaguchi, 3 saat süren Drive My Car ile Filmekimi'nin entelektüel yoğunluğu en yüksek filmlerinden birine imza atıyor. Drive My Car, bazı kösnül sahneleri, insan ruhunun dehlizlerinde gezinmesi ve bilinçli olarak tasarlanmış edebi yoğunluğunun gerisinde son derece sağlam bir dramaturjik çalışma. Nuri Bilge Ceylan'ın Bir Zamanlar Anadolu'da, Kış Uykusu ve Ahlat Ağacı gibi filmleriyle ama özellikle de Kış Uykusu'nun tasarlanma biçimiyle bazı paralellikler kurulabilecek tereddütsüz bir başyapıt... Ve Hamaguchi'nin Ceylan'dan farklı olarak kendi ülkesinden bir yazarı sinemaya uyarladığının da altını çizelim... Üç bölümde yer yer her bölüm diğerine de temas ederek filmin o bahsettiğim entelektüel yoğunluğunu açmaya çalışacağım. 

1- Dört Dörtlük Bir Murakami Uyarlaması

Drive My Car, Haruki Murakami'nin etkileyici bir öyküsü. Film de 7 öyküden oluşan Kadınsız Erkekler kitabının yaklaşık 36 sayfalık aynı adı taşıyan bu ilk öyküsünden uyarlama. Murakami'nin kitabının arka kapağında şöyle yazıyor:

"Bir kadını yitirmek, tüm kadınları yitirmek demek...Ve şöyle devam ediyor: Bir gün sen de kadınsız erkeklerden olacaksın. O gün en ufak bir uyarı, küçücük bir ipucu vermeden; önsezi olarak hissettirmeden ya da içine doğmadan, kapını çalmadan, hiç beklemediğin bir anda seni bulacak... Bir kadının özlemini çeken, yasını tutan; bir kadın tarafından aldatılmış, terk edilmiş olmanın acısıyla yaşayan, aşkla kendinden vazgeçen erkeklerin öyküleri... Haruki Murakami'den aşka ve kadınlara yazılmış yedi ağıt..."

Hiç şüphe yok ki, akla ilk gelen 36 sayfalık bir öykü nasıl 3
saatte anlatılır sorusu oluyor. Acaba, başka öyküler de mi var içinde diye soranlar oluyor, filmin içinde uzun uzun yer alan Anton Çehov'un Vanya Dayısı'ndan ilhamla peki bu gerçekten sadece bir Murakami uyarlaması olabilir mi? Cevabımız evet, bu bir Murakami uyarlaması. Zaten Murakami'nin Drive My Car öyküsüne, yapısal olarak bakıldığında filmin yaklaşık 40. dakikasından (ki ondan sonra filmin giriş jeneriği akmaya başlıyor) sonrasına tekabül eden bir göz problemi nedeniyle kendisine şoför tahsis edilen Kafuku (ana karakter) ve 'kadın' şoförü Misaki ile işe gidiş gelişleri sırasında Kafuku'nun geçmiş tecrübelerinin canlanması, Misaki ile kurduğu diyaloglar, o diyalogların yine geçmiş tecrübelere kapı araladığı görülüyor. Bu tecrübeler genleşip daha uzun anlatılar yaratma potansiyelini taşıyor. Öykü bir çok noktada üçüncü tekil şahsın (yani yazarın) ağzıyla anlatılıyor. Örneğin:
 
"Karısını başkalarının kollarında hayal etmek, hiç kuşkusuz  Kafuku'nun canını yakıyordu. Can yakmaması düşünülemez. Gözlerini kapatınca zihninde somut bir şekilde hayaller canlanıp kayboluyordu. Böyle şeyleri hayal etmek istemiyordu ama hayal etmeden de duramıyordu."
 
Öykü, Kafuku'nun karısı Oto her ne kadar gizlese de Oto'nun başka erkeklerle birlikte oluşunun Kafuku tarafından farkına varılmasını Kafuku'nun ona duyduğu güçlü aşkla ilişkilendiriyor ve öyküden aynen alıntıladığım yukarıdaki bölüm filmin yaklaşık ilk 40 dakikasını oluşturan malzemeye büyük oranda kaynaklık ediyor. Öykünün ileriki bölümlerinde de Kafuku, Misaki'yle konuşurken Misaki ona neden arkadaşı olmadığını soruyor ve Kafuku da bir dönem zaman geçirdiği tek bir arkadaşı olduğunu o kişinin de karısıyla seks yaptığını düşündüğü Takatsuki olduğunu söylüyor, yani arkadaş olma nedeni de karısıyla yatmış olması ve öykü Kafuku'nun çok iyi bir çift olmalarına rağmen karısının neden Takatsuki ile yattığını anlama çabasından önemli bir gerilim yaratıp bir sonuca yol alıyor, böylece öykü bir kaç kez geçmişe giderken bu geçmiş, filmde de Kafuku ve Takatsuki'nin muhabbetlerini genleştirmeye müsait biçimde uzun uzadıya perdeye geliyor. Özellikle ikili arasında filmdeki arabanın arka koltuğunda gerçekleşen son diyalog gerçekten oldukça etkileyici. Ve aşağıda detaylandıracağım ve anlatmaktan öte sinemanın öncelikle gösterme vasfıyla görselleştirilen Kafuku'nun göz rahatsızlığı, Murakami'nin öyküsünde Kafuku ve Takatsuki arasındaki geçen diyalog içerisinde kör nokta olarak betimleniyor... Hayatta hepimizin kör noktaları vardır ve Kafuku'nun kör noktası da incelikli bir kadın olan karısının neden onu Takatsuki gibi yakışıklı olsa dahi, zayıf noktalara sahip, duyarsız ve oyunculuğu ikinci sınıf  biriyle aldattığına anlam verememesi...
Murakami'nin öyküsünden aynen aktardığım ve ikilinin araba sahnesinde de geçen bir diyalogla ilintili küçük bir parçada Takatsuki, Kafuku'ya şöyle diyor:
 
"Kadınların bütünüyle ne düşündüğünü anlamamız imkansızdır, değil mi? Kastettiğim buydu. Karşınızdaki nasıl bir kadın olursa olsun, bu değişmez. Bu yüzden kör nokta sadece siz de mi vardır diye soracak olursanız, bence öyle değil. Eğer bu bir kör nokta ise, biz hepimiz aynı kör noktayla yaşamaktayız. Bu yüzden kendinizi suçlamamalısınız."

Daha sonra ise şöyle devam ediyor:

"... Çok iyi anlaşan eşlerin, büyük bir aşk besleyen eşlerin bile, birbirinin yüreğindekileri bütün çıplaklığıyla görmesi mümkün değildir bence. Böyle bir şeyin olması için çabalasanız bile kendinizi üzmekle kalırsınız, o kadar. Ama bu niyetinizde samimiyseniz, gayret ettiğiniz ölçüde karşımızdakinin içini görebilirsiniz. Zaten nihayetinde hepimizin  yapması gereken kendimizle açık yüreklilikle uzlaşmayı başarmak değil midir? Karşımızdakini görmenin kendi içimize, taa dibimize kadar dosdoğruca bakmaktan başka bir yolu yoktur. Ben öyle düşünüyorum." 

Örneğin öyküdeki detayların çoğu da sadık biçimde filme eklemlenmiş. Sadece tek bir örnek vermek gerekirse ikilinin aralarındaki bu diyalog şöyle bitiyor. 

  "Takatsuki bu kez gözünü kaçırmadı. Uzun bir süre birbirlerinin gözlerinin içine baktılar. Sonra birbirlerinin gözbebeklerinde, çok uzaklardaki yıldızlar gibi bir parıltı gördüler."

Gerçekten filmde de gözlerini birbirlerine uzun uzun diktikleri, ve sonunda gözlerinin parladığı o etkileyici araba sahnesi unutulacak gibi değil. 

Murakami'nin öyküyü tasarlarken yeni öyküler eklemeden aynı birkaç öykücük üzerinden genleşmeye çok müsait bir yapı kurmasını Hamaguchi çok iyi değerlendirmiş. Kafuku ve karısı Oto, Kafuku ve Misaki, Kafuku ve Takatsuki arasındaki diyaloglardan meydana gelen her patika bir yap-boz tamamlayacak derinlik ve uzunluğu kaldırabilecek alt yapıyı kaynak metin olarak sağlıyor. Gerisi bunu çözümleyip sinemaya aktaracak hünerli bir yönetmenin varlığı... Bu saydığım ikilileri birer patika olarak kabul edersek 3 patikanın yanında 4. patika da tüm bu gerilimleri bir potada eriten Çehov'un Vanya Dayı adlı tiyatro oyunu olarak filmde karşımıza çıkıyor. Öyküde de filmde olduğu gibi Kafuku bu oyunu sahneye koymaya çalışan artık orta yaşlı bir tiyatrocu olarak geçiyor ama öykü birkaç cümle haricinde oyunun sahneye konulma sürecine odaklanmazken film, oyunu sahneye koyma çabasını da büyük oranda perdeye taşıyor. Vanya Dayı'nın filmde işlenişi ve ne anlam ifade ettiğine geçmeden buraya kadar anlattıklarım üzerinden Hamaguchi sinemasında artık kanıksanmış başka bir unsura değinmek istiyorum. 
 
2- Hamaguchi Sinemasında Aldatan Kadınlar

Drive My Car, Hamaguchi'nin benim izlediğim üçüncü filmi. Belirtmek gerekir ki bu üç filmde de sürekli tekrarlanan bir unsur var: Aldatan kadın. Evet Asako 1-2'de de birlikte olduğu Haruyo'yu eski aşkı Baku için bir an bile duraksamadan ortada bırakan genç bir kadın karakter vardı. Adı Asako. Filmi izleyenler hatırlayacaktır, eski aşkından karşılık alamayınca tekrar Haruyo'ya dönmüş ama iş işten çoktan geçmişti. Bir önceki filmi Çarkıfelekte (Guzen to Sozo) ise küçük bir kız annesi, genç evli bir kadın sevgilisiyle sevişiyor, ona istediği zaman çok rahatlıkla sevişeceği bir erkek bulabileceğini söylüyordu. Bekar bir üniversite hocasını baştan çıkarmak için plan yapıyor ama her kuşun etinin yenmeyeceğini acı şekilde deneyimliyordu, hocaya attığı mail yanlışlıkla tüm okulun mail kutusuna düşüyordu. Ve Drive My Car'da da yine bir aldatan kadın var adı Oto ve ruhu filmin üç saatlik süresinin neredeyse her yerine siniyor. Oto'nun  Kafuku'yu başka bir erkekle aldatması öykünün ve dolayısıyla filmin çıkış noktası denilebilir. Sinema tarihinde başka yönetmenlerde de benzer yaklaşımlar yok değil elbet. İlk aklıma geleni Kieslowski'nin Rouge, Blanc ve Dekalog 7 (Zina Etmeyeceksin) adlı filmleri. Ya da Carlos Reygadas'ın kısmen Post Tenebras Lux ama aslen son filmi Nuestro Tiempo. Bu filmlerde perdede aldatan erkekleri görmek yerine, eşleri ya da sevgililerini aldatan kadınları başka adamlarla sevişirken görürüz, üstelik eşler de bir biçimde bu duruma tanık olurlar. Üstelik ilk başta her ne kadar yadırgasa da Kafuku'nun şoför koltuğunda bir erkeğin değil kadının oturması, filmde karısının onu aldattıktan sonra yine kısa bir süreliğine de olsa şoför koltuğuna oturması bence anlamlı.
Neyse; sonuçta aldatanların öncelikle kadın olduğu Hamaguchi dünyasında yönetmen asla kadın karakterlere yargılayıcı bir tavır takınmıyor. Asla. Bunun altını da özellikle çizelim. O halde aldatmayı ve şoförlüğü kadına bırakan Hamaguchi burada ne anlatmak istiyor olabilir ki? Yerleşik toplum öncesi yüzbinlerce yıla varan atalarımız ve avcı toplayıcı ilkel topluluklarda olduğu gibi günümüz özgür toplumlarında da (evrensel bir uygulama olan başlık parası veya bir takım töresel baskıların olmadığı) kadın-erkek
ilişkisinin şoför koltuğunda her zaman kadın oturur. Bu bir doğa kanunudur, seni seçecek olan da, gerekirse terk edecek olan da yeri geldiğinde senden daha az zahmet göstererek aldatacak olan da kadındır. Bu elbette erkeğin aldatamayacağı anlamına gelmez ama benzer bir kadının ve erkeğin eşit koşullarda özgür olduğu toplumlarda şayet aldatmak isterse eli güçlü olan kadındır çünkü doğurgan olan kadındır. Ve ilginçtir, sevgi ve cinsellik içtepisi çok kez birbirinin zıttı olarak ortaya çıkabilir. Sevmek, annelik duygularıyla ilintiliyken cinsellikte tam tersi geçerli olabilir. Yani daha az sevdiğimiz insanla sevdiğimiz insandan daha çok seks yapmak isteyebiliriz. Kimilerine tuhaf gelebilir ama bunlar yüksek geçerliği olan antropolojik görüşlerdir. Daha ileri gidelim; tüm bir memeli doğada, zaten dişi ve yavrusu arasındaki güçlü sevgi bağının eşdeğerini uzun soluklu bir kadın-erkek ilişkisinde (örneğin evlilik) deneyimlemek biraz zor olabilir ve bu durumun yol açtığı sıkıntılar çokça basmakalıp bir yargı olan kadınların anlaşılmazlığıyla ilişkilendirilir... Ya da işin içinden çıkamayan yüzlerce yıllık ataerkil Anadolu deyişinde olduğu gibi kadının karnından sıpayı, sırtından sopayı eksik etme derler, işin içinden çıktıklarını sanırlar. Gelelim, yine Drive My Car'a, film bu kadar dallanıp budaklanıp aldatan bir kadından hareketle doğurganlık üzerine bir söz söylüyor olabilir mi? Evet onu da yapıyor aslında, Murakami'nin öyküsünde Kafuku ve eşi Oto'nun bir çocuğu var ama fazla yaşamıyor ve ölüyor, yine filmde önce göstererek sonra anlatarak ölen çocuklarından dem vuruluyor. Murakami'nin öyküsündeki en çarpıcı ve düşündürücü noktalardan birisi de bu kanımca. Kafuku'nun
karısının onu başka erkeklerle aldatmaya başlamasının çocuklarının ölümünden sonra başladığını belirtmesi ve çocuklarının hastalıktan öldüğünü belirtmemiz gerekiyor. Filmde ise birkaç cümlelik metaforik hikayelerle bu durum anlatılmaya çalışılıyor. Oto da Kafuku gibi hikayeler yazan bir oyuncu sonuçta ve Kafuku ile sevişmelerini bu hikayelerle süslüyor. O öykülerden biri ani biçimde kapının açılması ve öykünün Oto'nun Kafuku'nun üzerinde orgazma ulaşmasıyla son bulmuş olması. Bu öyküyü Oto, sevişirken Kafuku'ya anlatıyor. Takatsuki ise arabanın arka koltuğunda geçen o meşhur sahnede Oto'nun kendisine anlattığı bir öyküyü Kafuku'ya anlatıyor. Öyküler birbirine çok benzer ve öykü şu şekilde bitiyor: Evin kapısının açıldığı, girenin bir hırsız olduğu ve Oto'nun eline geçirdiği bir cismi hırsızın gözüne sapladığı... Şimdi başa dönelim, filmin ilk 40 dakikasına... Kafuku hani karısının onu aldattığından şüpheleniyordu ya, uçağının rötar yapması sonucu Kafuku eve geri döndüğünde evin kapısını açıp içeri girmişti ve bir de ne görsün, karısını başka bir adamla seks yaparken yakaladı. Şimdi bir kez daha yap-boz tamamlayalım. Kafuku karısının onu aldatmasına şahit olduktan hemen sonraki sahnede araba sürmesini zora sokan kör nokta adlı göz rahatsızlığı yaşamış ve artık şoförlüğü kadınlara bırakmak durumunda kalmıştı. Kafuku'nun penceresinden bir aldatma öyküsü olarak görülen bu olay, belli ki Oto'nun penceresinden bir hırsızlık öyküsü olarak görülüyor. Peki o halde Kafuku neyi çalmış olabilir? Ölen bir çocukları olduğu bilgisini de verdik. O kadar anlattık. Bundan sonrasını artık ben söylemeyeyim, neyin eksik olduğunu siz söyleyin. 
 
3- Özgün Bir Vanya Dayı Sahneye Konuluyor
 
Çehov, öyküleriyle olsun, oyunlarıyla olsun, çoğu zaman kadınları ve kadın-erkek arasındaki iletişimsizliği anlatmayı denemiştir, zaman zaman onlara son derece öfkeli de yaklaşsa (ilk aklıma düşen, Ariadna öyküsünde olduğu gibi mesela) onlar olmadan yaşanacak bir hayatın ne kadar tatsız-anlamsız olduğunu paradoksal biçimde de olsa çarpıcı şekilde anlatmıştır... Bu açıdan Murakimi'nin Çehov'a ilgisini de anlamlı buluyorum. Murakami'nin öyküsünde Kafuku, Vanya Dayı'yı sahneye koymaya çalışan bir tiyatrocu olarak görülmekle birlikte işe giderken arabada repliklere çalışmasının ötesinde Vanya Dayı'yı sahneye koyma çabasına tanıklık edemiyoruz. Oysa ki film, daha önce de belirttiğim gibi 4. bir patika çizerek Vanya Dayı'nın oyuncu seçmelerinden, provalarına ve sonunda sahneye konulmasına kadar bir çok aşamayı uzun uzun perdeye getiriyor. Bu noktada Murakami'nin, öyküyü yazarken de fark etmiş olduğunu sandığım şey, kendi öyküsüyle oyun arasında bazı paralelliklerin olması ama Murakami buralara fazla girmemeyi tercih ederken, Hamaguchi bu bağlantıyı fark edip bir oyun üzerinden hayattaki (filmdeki yani) rollerimizi ne kadar değiştirebiliriz sorusunu soruyor. Oyunda İvan Petroviç Voynitski olarak da geçen Vanya Dayı, emekli profesörün genç karısı Yelena Andreyevna'yı beğenmektedir. Ancak ne yazık ki kadın da içten içe doktor Astrov'u çekici bulmaktadır. Üstelik profesörün ilk eşinden Sonya da Astrov'a aşıktır, hem de öyle böyle değil... Astrov'un gönlü de yine Yelena Andreyevna'dan yanadır ve bu ailenin evine sık sık gelmesinin nedeni de budur. Görüldüğü gibi bu denklemde bir araya gelecek tek çift Yelena Andreyevna ve Astrov olarak gözükmekte ama Yelena Andreyevna'nın profesörle evli olması bir engel teşkil etmektedir. En azından 19. yüzyılın sonlarında yazılmış bir oyunda öyle... Ama günümüzde geçen bir filmde evliliğin bir engel teşkil etmediğini de Drive My Car sayesinde etkileyici şekilde deneyimledik dikkat ederseniz.  

Yine Astrov gönlünü kaptırdı dedik ama Yelena Andreyevna hakkındaki şu cümlesi insan ruhuna dair önemli şeyler söylüyor kanımca.

  "...Bana öyle geliyor ki Yelena Andreyevna istese, bir gün içinde döndürebilirdi başımı... Ama aşk değil ki bu, gönülden bir bağlılık değil ki"

Vanya Dayı ise, Astrov ile bir diyaloğunda Yelena Andreyevna'nın eşi profesör hakkında şöyle diyor:

"Kıskanıyorum, evet! Ya kadınlar üstündeki başarısı! Don Juan bile böylesine eksiksiz bir başarı kazanmamıştır."    

Filmde de bu ve pek çok Vanya Dayı 'dan alınmış repliği bazen tekrar tekrar, dinliyoruz, izliyoruz. Bu repliklerden en dikkat çekeni ve adeta filmin mottosu haline gelebilecek olanı ise Yelena Andreyevna'nın Astrov'un da Sonya'ya karşı bir şeyler hissedip hissetmediğini öğrenmek istediği bir sahnede söyledikleri. Elbet bu sahnede Yelena Andreyevna'nın da içten pazarlıklı olduğu düşünülebilir çünkü bu sahnenin devamında Astrov'un kendine olan ilgisinden emin oluyor ve Astrov'a giderken Sonya'ya şöyle diyor:

"Gerçek niteliği ne olursa olsun, belirsizlik kadar korkunç değildir..." 

Kafuku'nun filmde karısının onu neden ve hatta kiminle aldattığı sorusuyla beraber zaman zaman karşımıza çıkan bu cümle Vanya Dayı oyunundan ama adeta Drive My Car ile bütünleşmiş durumda. 

Vanya Dayı'nın filmdeki en önemli işlevlerinden biriyse Kafuku'nun oyuncu seçmelerinde karşılaştığı Takatsuki'ye olan hıncıyla aslında oyunda iki kadının da ilgisini çeken, özellikle de Kafuku'nun canlandıracağı Vanya Dayı karakterinin aşık olduğu evli bir kadın olan Yelena Andreyevna'nın ilgisi çeken Astrov'u kendinin oynamak istemesi. Vanya Dayı'yı ise Takatsuki'nin oynamasını istemesi. Takatsuki ilk başta çok şaşırıyor buna. Böylece Kafuku en azından bir tiyatro oyununda da olsa gerçeği bükmeğe çalışıyor ama nafile. Oyunun provalarında Kafuku'nun Takatsuki'ye hıncıyla ortaya çıkan bu durumun absürtlüğü yer yer tebessüm ettirecek denli özenli işlenmiş. Diğer dikkat çekici nokta ise Japonca dışında Mandarin veya İngilizce gibi farklı dillerin kullanılarak sanırım karakterler arasında iletişimsizliği vurgulayacak şekilde provaların gerçekleşmesi, dahası Sonya'yı canlandıracak karakter de işitme engelli ve o da bütüne işaret diliyle dahil oluyor, ki ortaya oldukça farklı bir Vanya Dayı sahnelemesi çıkıyor ve oyun bir şekilde filmle bütünlük oluşturuyor, özellikle etkileyici finaliyle...     
 
Not: Drive My Car'ın aynı zamanda Beatles'ın bir şarkısı olmanın ötesinde Blues kültüründe seks yapmak anlamına geldiği öykünün çevirmen notunda belirtiliyor.  

Bir Not Daha: Haruki Murakimi'den önce Ernest Hemingway'in de Kadınsız Erkekler adlı bir kitabı olduğunu belirtelim. Meraklısına... Bir filmin büyüklüğü biraz da izleyicisine açtığı yeni-yeni kapılardır. 
   
Bruno Dumont'dan Bir 'Fransız' Dokunuşu

Ünlü bir televizyoncunun hayatına odaklanan France, şüphesiz ki eleştirel, insancıl, duyarlı, dokunaklı hatta uzun süresi içindeki kısmi tempo düşüşlerini bir kenara bırakırsak başyapıt düzeyinde görülebilecek bir film. Aslına bakarsanız bu uzun süreye epey de çok şey sığdırıyor. En başta medyanın ne kadar sahicilikten uzak bir kurum olduğunu en iç noktadan gösteriyor, hem de defalarca, pek çok farklı açıdan... En başta sıkı bir medya eleştirisi olarak değerli ve bunu yaparken bu mesleğin yıldızı birinin iç dünyasına davet ediyor izleyicisini, Léa Seydoux'nun kendisine aşık edecek denli derin bakan o buğulu gözlerine... Seydoux'un canlandırdığı France karakteri işinde ne kadar başarılı olsa da çektiği kalp ağrısı o kadar belli ki... Kimi zaman yaşadığı vicdan azapları kimi zaman çıkarsız bir aşkı bulduğunu sandığı pek çok farklı zaman dilimi içinde uzun uzun gözlüyoruz France'ı, neşesi, hüznü, tüm ıstırabıyla... France özünde son derece asil bir ruhu temsil ediyor. Hayatımızın içinde kolay kolay karşılaşamadığımız, işte insan be, işte hayallerin kadını denilecek türden bir ruhu... Daha önce de o büyük Fransız filmlerinde izlerine rastladığımız bir ruhu temsil ediyor France, tam adıyla France de Meurs... Dumont'un Fransız ruhuna, günümüz Fransası'na duyduğu aşkın ve ağıtın da filmi bu...

Audiard'ın Aromantik, Erotik ve En Dişil Filmi

Jacques Audiard ise Dumont'dan farklı bir noktada konumlansa da ikisi de temelde benzer bir duyarlığı paylaşıyorlar. Paris 13. Bölge (Les Olympiades) ile Audiard da çağına tanıklık ediyor sonuçta, üstelik belki pandemiyle daha keskinleşen, dijitalleşen, o uçucu ilişkilere tanıklık ediyor... Hiç de eleştirel bir uslup benimsemeden eleştirel bir film gerçekleştiriyor. Bir ilişki üçgeni olarak görebileceğimiz filmde konu da oldukça basit aslında. 2 kadın ve 1 erkek var. Bir de sonradan üçgene olmasa da öyküye dahil olan başka bir kadın var tabii... Özünde kadınlardan biri erkeğe çekim hissediyor, o erkek ise diğer kadına karşı daha yoğun ama ne yazık ki o kadın (bu arada o Naomi Merlant) kendini ne kadar zorlasa da cinsel bir güdü oluşmuyor. Cinsellik olmadığı için ilişkileri bitiyor yani. En nihayetinde adam da onu seven ilk kadına dönmek durumunda kalıyor ve yine bir antropoloji yasası gerçekleşiyor ve kadının dediği oluyor... Aslında bu oldukça basit öykü siyah beyaz cezbedici bir estetiğin ardında yetkin bir yönetmenlik ve senaryoyla perdeye geliyor... Ve sonuçta Audiard, sinemasını yenilemeyi seven bir yönetmen olarak da takdir edilmeyi hak ediyor. Farklı tür denemelerini İngilizce bir Western ile taçlandıran yönetmen bu kez ise önceki filmlerinde her daim tekrarlanan erkekliğin türlü hallerini burada önemli ölçüde esnetiyor ve sanırım ilk kez... Paris 13. Bölge, Audiard'ın bugüne kadar gerçekleştirdiği en farklı tondaki filmlerinden biri ve bir Audiard filmi için belirgin ölçüde dişil bir çehreye sahip. Muhakkak ki Celine Sciamma'nın senaryoya katkısının bunda etkili olduğu rahatlıkla düşünülebilir, ki kanımca Audiard bu desteği özellikle istemiş olabilir... Günümüzün ruhsuz, şekilci ve cinsellik odaklı, romantizminse kırıntılar halinde ya hissedildiği ya da hissedilemediği ilişkilerine gayet gerçekçi bir bakış Paris 13. Bölge. Hayatta bulamadığımız romantik yoğunluğu sinemada bulduğumuzda adeta bir çocuk gibi sevinirken ve hala sinemada tekrar tekrar karşımıza çıkan romantizmi izlemeye doyamazken, Audiard'ınki kuşkusuz daha gerçekçi, silkeleyici bir bakış açısı, gizil gücü olan bir başyapıt... Zaten biz eski kafalılar hariç doya doya roman okuyan kaç kişi kaldı ki alla aşkına, romantik kelimesi de doğrudan o bildiğimiz Fransızca romandan (hatta öncülü romans) türemiştir zaten. Bu çağa ne kadar ait olabilir? Buradan da hesaplanabilir...           

Asghar Farhadi Yine Ana Topraklarında 

Yönetmenin yurtdışında çektiği filmlerde hissedilen o 'dürüst gerçekçi' ruhun eksikliği yok bu sefer. Kahraman (Ghehraman) ile tekrar ana topraklarına dönüyor Farhadi. Bir borç meselesi yüzünden hapse giren Rahim (Amir Jadidi) dışarı çıktığında sevgilisi içi altın dolu bir çanta bulmuştur. Bu altınlar borcunu kapasını sağlayacakken Rahim altınları hesapladığı makinenin bozulması, sonra kalemin yazmaması gibi gerekçeleri Allahtan gelen imtihanın işareti olarak görür ve ilan verip altınların sahibine teslim edilmesini sağlar. İşte olaylar da bundan sonra çetrefilleşir. Altınları alan o kişi acaba sahibi değil midir? Rahim ucuz bir kahramanlık numarasına mı başvurmuştur. Önce bu hareketin az rastlanan onurlu bir duruş olduğu düşüncesiyle Rahim'e bağış toplanır, tv kanalları özel yayınlar yaparlar ama diğer yandan sosyal medyanın da tetiklediği şüpheci yaklaşımlar Rahim'i zor hatta kısa zamanda çok zor durumda bırakır. Üstelik Rahim ne yapıp etse de altınları alan kadını da bir türlü bulamaz...  Sonuçta Farhadi, iyi niyetli, aslında kimseye bir zararı olmayacağı düşünülen bir hareketin dahi toplumda ne kadar kolay manipüle edilebileceğini, küçük hesaplara girişmeyen, çıkarsız, özünde dürüst insanların hiç tahmin edemediği girdaplardan başka girdaplara salınabileceğini izleyicisini ambale edebilecek bir sinema diliyle anlatıyor. Karmaşık ilişkileri usulca taksim eden, öyküyü yeni detaylarla zenginleştiren, ritmi düşürmek ne  kelime! son derece ölçülü olarak arttıran Farhadi meşhur bir senaryo cambazı.

Nanni Moretti'den Usta İşi Bir Dram

Farhadi'nin aksine yaşadığı toplumdan daha umutlu yönetmenler de var. İtalyan sinemasının yaşayan en önemli yönetmenlerinin başında gelen Nanni Moretti, Üç Aile'de (Tre Piani) bir binanın üç katında oturan üç ailenin yaşamlarını takip ediyor, üstelik hikayeyi
 10 yıldan uzun bir süreye yayarak... O ailelerden birinin oğullarının o binanın hemen önünde karıştığı etkileyici bir trafik kazasıyla açılan film, çocuğuna doğum yapmak üzere kazaya karışan o arabayı durdurmak isteyen bir kadın ve arabanın doğrudan zemin kattaki dairelerine girdiği diğer aileyi anlatıyor. Her yaşam kendi iç gelgitleri sonucunda ahlaki ikilemlere kapı aralıyor... Örneğin sorumsuz oğlanın sorumsuz biri olmasında ailenin hiç mi payı yoktur ya da hayatının büyük bölümünü şehir dışında geçirip kızına ve eşine yeterince zaman ayıramayan babayı ne kadar suçlayabiliriz. Ya da bir kuruntu sonucu küçük kızlarının yaşlı komşuları tarafından taciz edildiğini düşünen babayı suçlayabilir miyiz? Asla melodramın tuzaklarına düşmeyen, yani izleyicisini ağlatmak için en ufak bir çabanın içine girmeyen film bu bahsettiklerimin ötesinde dallanan budaklanan ve sonuçta adeta bir tutamaç vasıtasıyla sonuca ulaşan tertemiz, dokunaklı bir senaryoya sahip. Hayatın siyah ve beyazlardan değil grinin çok farklı tonlarından meydana geldiğini gösterirken, aslında hepimizin içine düşebileceği durumlara ilişkin gözümüzü kırpmadan izlediğimiz dört dörtlük senaryonun gerisinde herhalde şu sonuca varıyor: Ne olursa olsun insandan ümidi kesmeyelim. Yaşamın olduğu yerde ümit hep var olmalıdır... 

Festivalin klasik anlatım diline sahip filmleri içinde de etkileyici olanları vardı. Benedetta ve The Power of the Dog gibi. Daha etkileyici olandan başlarsak, o Paul Verhoeven'in Benedetta'sı... Robocop, Temel İçgüdü gibi Hollywood yapımlarıyla tanınan, geçtiğimiz yıllarda Isabel Huppert'li Elle ile karşımıza çıkan Hollandalı yönetmen Paul Verhoeven'in manastırda geçen bu tarihi filmi büyük oranda rahibelerin cinsel tutkularının nasıl baskılandığı ve bu baskının ne kadar sürdürülebilir olduğunu işliyor (Bu açıdan Christian Mungiu'nun Tepelerin Ardında'sıyla uzak akraba olduğu ifade edilebilir). Virginie Efira ve Daphne Patakia gibi iki seksi oyuncunun fiziklerinden bolca yararlanan yönetmen kendisinden alışık olunan erotizmi perdeye yansıtırken aslında sadece cinselliği baskılamanın anlamsızlığı kadar (ki din bunu zorluyor) iktidar hırsı ve hatta para temelli yozlaşmışlığa ışık tutuyor. En nihayetinde film biterken Virginie Efira'nın canlandırdığı Benedetta karakteri aşkı değil manastırı tercih ederek son sözü de söylemiş oluyor. Zaten Verhoeven'in dünyasında doyurulması gereken cinsel hazlardan öte romantik bir aşk var mıdır ki? Onun dünyasında tasavvur ettiği insan gelişmiş hayvandan ne kadar farksızdır... Filmin kurguladığı örgünün özellikle son çeyrekte büyük ivme kat ettiğini, senaryosu kadar yönetmenlik ve sanat yönetimi maharetlerinin de yüksek mertebede seyrettiğini belirtmekle beraber yine de hikayesinin bir mite dayanmasının meydana getirdiği bazı sahnelerdeki suniliklerin filmi 'bir başyapıt' olarak adlandırmamızı zorladığı kanısındayım.
 
Genel izleyici kitlesinin içine girmekte pek zorluk yaşamayacağını düşündüğüm bir diğer film de beyazperdede  muhtemelen son kez izleme şansımızın Filmekimi olduğu Netflix yapımı Jane Campion'un Köpeğin Gücü (The Power of the Dog) adlı filmi. Western türüne bir soluk getirmeye çalışan film adeta testosteron zehirlenmesi yaşayan  Phil'i mükemmele yakın yorumlayan Benedict Cumberbatch'ın etrafında şekilleniyor. Jesse Plemons ve özellikle Kirsten Dunst ve genç yetenek Kodi Smith-McPhee gibi isimlerin de önemli katkı sağladığı film özünde klasik bir intikam hikayesi. McPhee'nin canlandırdığı Peter karakteri sanatçı ruhlu, nahif biridir, kovboy (daha sonra üvey amcası olacak) Phil filmin hemen başlarında onun özene bezene yarattığı yapay çiçekler için hangi hanım kızımız yaptı diyor, bir genç erkek olan Peter de ben diye karşılık veriyor ve filmin fitili ateşleniyor. Epizotlar halinde ilerleyen filmde Phil'in doyurulamayan erkekliği Dunst'ın canlandırdığı Rose ile evlenen daha mülayim kardeşi George arasındaki alttan alta belli belirsiz süren iktidar mücadelesinde Peter de yabana atılacak bir aktör değildir ve sonuçta umulmadık taş baş yarar. Campion'un kadrajları, çekim açıları, ölçülü kamera hareketleri, yakaladığı geniş panaromik görüntüler, doğayı ana karakterlerden biri haline getirmesi, herhangi bir tür filmine göre oldukça ağırbaşlı, az diyaloglu sinema dili ustaca. Ancak yine de filmin erkeklik krizi yaşayan bir karakterin birkaç detay ile usulca örülen senaryoda iktidarını aslında iktidarsızlıkla ilişkilendirdiği birinin kurnazlığı yüzünden canı pahasına terk edişi daha önce görmediğimiz, şaşırtıcı ya da yenilikçi bir anlam ifade etmiyor. Şahsen Audiard'ın benzer minvalde daha etkileyici filmleri var.   

Filmekimi'nde politik açılımları olan filmler de vardı. Herhalde en dikkat çekici olanı Catherine Corsini'nin  Yol Ayrımı (La Fracture) olsa gerek. Fonda Fransa'daki sarı yeleklilerin eylemini konu alan filmin merkezinde ise Fransız sağlık sistemi var. Yer yer politik tartışmalara da kaçınılmaz biçimde yer veren filmde devlet hastanelerinin acınılası hali bazen tebessüm ettiren, bazen ürküten sıkça da düşündüren boyutlarıyla uzun uzadıya perdeye geliyor. Dramatik yönü tümden güçlü bir film değilse de, bir belgesel değil, kurmaca olduğunu hatırlatan çeşitli sahnelere sahip. 2008 yılında Altın Palmiye kazanan Laurent Cantet'in Sınıf filmi nasıl ki Fransız eğitim sistemini merkezine alıyorsa, Yol Ayrımı'nın da sağlık sistemini merkezine alması, mevcut pandemi koşulları ve bu yılki Cannes jüri başkanının Spike Lee olması gerekçesiyle kimilerinde sürpriz bir Altın Palmiye beklentisi oluşturmuştu ama Yol Ayrımı ana jüriden eli boş gitti...

Birkaç Film Daha

Joachim Lafosse'un  Huzursuz'u (Les Intranquilles) bipolar bir ressamı ve aile yaşamını anlatan, malum med-cezir manzaralarından mütevellit bir portre sunuyor.  Gayet iyi yazılmış, çekilmiş, oynanmış, bu açıdan Altın Palmiye adaylığı şaşırtıcı olmayan, şahsen zevkle izlediğim bir film. Yine de üzerine daha derin yorumlar yapılacak denli yoğun mu sanmıyorum ama en azından bipolar disorder ne diyenlere fikir verecektir. 
Hong Sangsoo, Gözünün Önünde (Dangsin-eolgul-apeseo) ile bu kez hafif dokulu filmlerinden birini gerçekleştirmiş, ABD'de yaşadıktan sonra Seul'e dönen bir kadını takibe alan yönetmen sakladığı bir takım gizleri olay örgüsünde karşımıza çıkararak, küçük manevralar gerçekleştirerek yine bir tebessüm yaratıyor. Bu seferki mesajıysa cennet öbür dünyada değil, gözümüzün önünde, anın ta kendisinde... Bu filmler haricinde bir de kimilerinin beğenisini kazanan Johanna Hogg'un Hatıra: 2. Bölüm (Souvenir: Part 2) filmini izledim, 'meta-cinema' bağlamında bazı ilgi çekici yanları olsa da bir kadının yas süreci ve çektiği filmi bir araya getiren son derece sakin mütevazi ama etkileyici bir sinema dili veya derinlikten uzak bir İngiliz sineması örneğiydi.

Günümüz Macar sinemasının dikkat çeken isimlerinden Kornel Mundruczo'nun Evrim (Evolucio ya da Evolution)  adlı filmi ise Holocaust maduru bir ailenin 3 kuşağını takibe alan, tam anlamıyla bir bütünlüğe ulaşmadığını düşündüğüm ve aslında deneysel olarak görebileceğim bir film... Ve bu örnek üç kuşağın hayatından küçük birer zaman dilimi sunuyor. İmgelerin de ön planda olduğu ama mesajını izleyiciye iletmek açısından oldukça ketum ya da mesafeli olarak adlandırılabilecek olan filmin benim açımdan en dikkat çekici yanı, toplamda 100 dakikaya yaklaşan yaklaşık 30'ar dakikalık üçer bölümünde plan-sekans tekniğinin ustalıklı olarak denenmiş olması. Kuşkusuz yönetmenlik, oyuncu yönetimi ve hatta oyunculuk açısından önemli bir sınavın altından cüretkarca kalkmış bir film Evrim... Bu da bir filmi iyi yapmaya yeter mi. Bence yetmez. 

Yıldız Tablosu

Drive My Car  * * * * *

France    * * * *

Paris 13. Bölge  * * * *

Kahraman  * * * *

Üç Aile  * * * *

Benedetta  * * * *

Yol Ayrımı  * * *

Köpeğin Gücü  * * * 

Huzursuz * * *

Evrim  * * 

Gözünün Önünde  * *

Hatıra: 2. Bölüm  * *


18 Eylül 2021 Cumartesi

Kuş Ölür, Sen Uçuşu Hatırla

İstanbul Modern'in 'Aşk Yeniden' kapsamında gösterilen aynı zamanda geçtiğimiz İstanbul Film Festivali'nde de gösterilmiş bir modern (hatta post-post mu desek) zaman komedisi Maria Schrader'in Tam Sana Göreyim'i (Ich Bin Dein Mensch). Aslında tam da Covid sürecinin de iyiden iyiye tetiklediği, robotlaşan ilişkilerin filmi. Bir arkeoloğun (Maren Eggert) 17 milyon dataya dayanarak kusursuz olarak tasarlanmış insan görünümündeki bir robotu test ettiği süreci konu alan film insanın gerçekten mükemmeli arayan canlılar olup olmadığını ya da bu mükemmeli yakaladığında ne kadar mutlu olup olmayacağını soran aslına bakarsanız son derece hafif dokulu ama yine de finaldeki mesajının da katkısıyla izlemeye değer bir noktaya ulaşıyor sanki. Evet testin sonunda başrolümüz şöyle diyor: 
...Fakat tüm insanlar tüm istekleri yerine getirilsin diye mi yaratılmışlardır. Tatmin edilemeyen özlemlerimiz, hayal gücümüz ve hiç durmadan mutluluğun peşinden koşmamız, bizi insan yapan şeylerin kaynakları değil mi?

Yıldız: * * 

17 Temmuz 2021 Cumartesi

Altın Palmiye Yine Asya'ya Gider Mi?

Çekinmeyin bağırın, Palmiye için Ryusuke Hamaguchi favori, Asghar Farhadi plase, Julia Ducournau sürpriz diye...  Yine de Hamaguchi, Batılı izleyici tarafından 'slow-burning' olarak tarif edilen, üstelik 3 saat süren filmiyle Palmiye'yi kucaklarsa bu sonuç jürinin cesur kararı olarak yorumlanabilir.

Evet 2 yıl 2 ay gibi bir aradan sonra Cannes Film Festivali nihayet gerçekleşti ve bu akşamki ödül töreniyle son bulacak... 24 filmden oluşan rekor kabulün gerçekleştiği Cannes, beklentileri ne kadar karşıladı, bu yıl umulduğu gibi Cannes'ın en iyi yıllarından biri oldu mu, evet bu yönde görüş bildiren tecrubeli isimler var. Pek çok seçkin veya o kadar tanınmayan eleştirmenin en beğendiği filmlerin başında gelen Drive My Car'ın* (Doraibu Mai Kâ) yönetmeni Ryusuke Hamaguchi; insan niçin yaşar, ne kadar kırılgandır ne kadar değişkendir veya onun temel hasletleri nedir benzeri, aslında sanatın kadim sorularının etrafında gezinen ama sanat sanat için midir, yoksa toplum için midir gibi beylik laflara da kanımca hayır öncelikle insan içindir diyebilecek yeterlikte bir isim. Daha birkaç hafta önce İstanbul Film Festivali'nde izleyip
kaleme aldığım Çarkıfelek (Guzen to Sozo) adlı bir önceki filminin başlığına 'Hamaguchi Yükselen Değer' yazmış ve Haruki Murakami'nin Türkçe çevirisi yaklaşık 35 sayfa ederindeki Drive My Car adlı öyküsünü 3 saatte nasıl anlatacağını merak etmiştim... 2018'de Hirokazu Koreeda ve 2019'da Bong Joon Ho'dan sonra ödülü yine Uzakdoğu'ya taşıması sürpriz olmayacak yönetmeni bu iki yönetmenden daha çok beğendiğimi ve merakla beklediğimi belirtmeliyim. 

Drive My Car'ın hemen sağrısında biten diğer bir yapım yine Asya'dan, bize yakın bir coğrafyadan geliyor. Asghar Farhadi de Kahraman (Ghahreman) adlı filmiyle tekrar ülkesine dönüp Bir Ayrılık ve Satıcı ile kıyaslanabilecek yetkinlikte bir yapıma imza atmış.
Bir Ayrılık ve Satıcı'nın da 'En İyi Yabancı Film Oscarı'nı kazanmış olmaları elbette Kahraman için de benzer yorumları güçlendirdi. O halde Kahraman'ın ödülden bağımsız dünya çapındaki dağıtımına ilişkin bir zorluk yaşamayacağı öngörüsüyle Drive My Car'a gelecek bir Palmiye daha anlamlı olacaktır. Temposu 'görece' düşük ve 3 saat süren bir filmin Palmiye alması filmin gösterim ağını oldukça genişletecektir. Hong Songsoo ile de ruh kardeşliği tespit edilebilecek yönetmenin ruh kardeşinin hiçbir zaman çok yaklaşamadığı bu ödüle her ne kadar kısık sesle dillendirilse de yakın olmasını heyecan verici buluyorum. Julia Ducornau'nun tartışmalı filmi Titane ise Cannes'ın sevdiği izleyici ikiye bölen, sert, uçuk kaçık kimilerince saçma bir film. Palmiye'yi kazanması her ne kadar sürpriz olsa da daha ufak ödüllerden birini (hatta Mizansen'i) kazanması en azından bir kesim tarafından sürpriz olarak karşılanmayacaktır. 

Bu yılın dikkat çekici tarafı denk filmlerin mücadelesine sahne olacak yıllardan biri olması. O yüzden açık ara diğerlerinden iyi denebilecek filmler bulmak zor. Mesela kim son 10 yılın en iyi açılış filmi olarak görülen Leos Carax'nın Annette'ini (diğeri Woody Allen'ın Midnight in Paris'i olsa gerek- ki yarışma dışıydı-) ödüle Paul Verhoeven'in Benedetta'sından daha uzak görebilir ki. Ya da kim Juho Kuosmanen'in Hyyti Nro 6 adlı filmini Kirill Serebrennikov'un Petrovy v Grippe'sinden (ki bir önceki filmi Leto'nun ödülsüz gidişiyle hakkı yenmişti) daha şanslı bulabilir. Peki Mia Hansen Love ve Joachim Trier'in şansı çok az demek olacak şey midir? O halde 2010'dan sonra tekrar Palmiye yarışına geri dönen Apichatpong Weerasethakul'un kimilerince derinleşmeye çalışırken boğulan ama kimilerince ses tasarımıyla devleşen, adeta transandantal bir deneyim yaşatan filmini nereye koymak gerekir. Ya da benim filmlerini hep sevdiğim ve yönetmenlik zanaatının yaşayan en büyük ustalarından gördüğüm Jacques Audiard'ın özellikle Fransız eleştirmenleri tam manasıyla ikiye bölen filmi bir ödül alsın, almasın kim şaşırabilir ki? 60 yıl sonra ilk kez Cannes'da Fas'ı temsil eden Nabil Ayouch için de, yakın geçmişte yine Cannes'da yarışan Macbeth uyarlamasıyla küçük hayal kırıklığı yaşatan Justin Kurzel için de aynısı geçerli... Catherine Corsini'nin filmi ise içeriğinin politik güncelliğine karşın epey görmezden gelindi. Bakalım jüri görebilecek mi? 

* Haruki Murakami'nin öyküsünde de Drive My Car, Türkçe'ye çevrilmemiş, İngilizce olarak bırakılmış. 

Hamaguchi'nin önceki filmine ilişkin yine bu blogta kısa süre önce yazdığım kısa yazı



24 Haziran 2021 Perşembe

Hoş Geldin İstanbul Film Festivali

Yaklaşık 7 ay sonra tekrar sinema salonlarında olmanın mutluluğu, Cannes arefesinde İstanbul Film Festivali coşkusu. Fahiş fiyatlara (1 tam bilet 45 lira) rağmen salonların doluluğu...

Céline Sciamma'dan Bir Şiirsel Mini Başyapıt


Herhalde dünyada annelerin yerini doldurabilecek hiçbir şey yok. Bu salt klişe bir cümle değil. Antropoloji biliminin tüm birikimi ışığında ortaya konulmuş bir olgu. İnsan evladının, özellikle de çocuğun anneyle kurduğu sevgi bağının memelilerin yüzbinlerce yıllık tarihinde bir eşi benzeri yok. Evet maalesef babalarla çocukları arasında, daha ileri gidelim, eşler arasında dahi bir benzerine çok rastlanamamış bir acı gerçek bu... Ve Alev Almış Bir Genç Kadının Portresi ile son yılların en etkileyici filmlerinden birine imza atan Céline Sciamma, daha mütevazi ama belki de annenin kaybına ilişkin sinema tarihinin en şiirsel filmlerinden birine imza atıyor Küçük Anne (Petite Maman) ile. Öncelikle bir anne ve kızının huzurevinden ayrılışlarıyla başlayan hikaye hayatını kaybeden anneannenin evine geldiklerinde bambaşka bir şekle bürünüyor. Küçük kız yanında annesi olmadan evin etrafında oynarken kendisine oldukça benzeyen yaşıtı bir kızla çok iyi arkadaş oluyor, böylece film ağırbaşlı yapısının ardında bir miktar gizem yaratan bir hal de alıyor. Filmin sonuna kadar da başta gördüğümüz anneyi bir daha görmüyoruz (mı acaba?)... 72 dakika gibi kısa süresini çok iyi yazılmış, duru bir anlatımla perdeye taşıyan film, kendisini izletirken izleyicisine beyin jimnastiği yapma şansı da veriyor, ki zaten sanat sinemasından beklediğimiz de bu.
  

Hong Sangsoo'dan Bir Resital

Pek çok elementin toplamından meydana gelen sinema için resital diyerek övgüyü bir kişiye bağışlamak diğerlerine haksızlık olmaz mı? Peki ya karşımızda sinemanın, yönetmenin sanatı düsturunu mükemmel biçimde dolduran biri varsa? Hong Sangsoo hemen her yıl bir filmini izlediğim ve hiç duraksamadan yaşayan en yaratıcı 5 yönetmen arasına alacağım biri. Son filmi Takdim (Inteurodeoksyeon veya Introduction) ile kendi sinemasının tüm karakteristiklerini barındıran aynı zamanda sinemasını bir miktar yenilemeye de çalışan katmanlı ve yoğun bir film gerçekleştirmiş. Evet yoğun, öyle ki 66 dakikaya bu kadar şey nasıl sığar, üstelik hiç acele etmeden, plan plan, sekans sekans, kelime, kelime ördüğü öykü hiç mi es vermez ya da es verdiği andan sadece saniyeler sonra dikkat çekici bir diyalog, kamera hareketi ya da sahne geçişi gelir, bu plan-sekans olmasa da olurmuş dedirtmez... Biri daha kısa iki bölümden oluşan öykü, babası akupunktur doktoru ve babasına tedavi olmaya gelen meşhur bir eski tiyatrocuyla ilişki yaşayan anneye sahip bir gencin (Young-ho) etrafında cereyan ediyor. Young-ho aynı zamanda kırık da bir aşk hikayesi yaşıyor, her ne kadar rüya olarak görsek de. Babası kazandığı yüklüce paranın haksız kazanç olduğunun farkında, annesinin sevgilisi de sevmediği kadına seviyormuş gibi yaptığının... Young-ho, annesi ve annesinin sevgilisiyle bir araya geldiği yemekte neden tiyatrocu olmaktan vazgeçtiğini çok güzel özetliyor: Sevmediğim bir kadınla öpüşmek kendimi sevgilime karşı kötü hissettiriyordu. Her eylem mutlak bir anlam taşır, bir kadına sarılmam için onu sevmem gerekir. Etik olan budur. Elbette bu dedikleri annesinin sevgilisini çileden çıkarıyor. Neden ola ki?  Anne de ne yapacağız bu çocukla çok hassas diyerek dert yanıyor. 
Sinema tarihine geçebilmek çapta bir sahne, bilmem abartıyor muyum... Sangsoo; insan ilişkileri, özelde de kadın-erkek ilişkilerine bakışındaki ince ustalığı bir adım daha ileri götürüyor ve ben şuraya varıyorum: Sangsoo sinemasından öğrenecekleri olan genç sinemacılar kadar dikkatlerini vermeleri durumunda son yıllarda daha da görünür olan psikolojiye meraklı ilişki koçlarının da öğrenecekleri bir şeyler var. Yönetmenin kariyerinin en iyi filmlerinden biri olan Takdim, geçtiğimiz Berlin Film Festivali'nde en iyi senaryo ödülünü kazandı. 

Özgün Bir Deneme

Rumen Sineması Avrupa Festivalleri'ndeki güçlü görünürlüğünü sürdüyor. Nasıl sürdürmesin ki. Altın nesil olarak adlandırılabilecek pek çok farklı yönetmen ile kalburüstü filmler gerçekleştiriyorlar, yaklaşık 20 yıldır... Radu Jude'un Türkçe bir isme sahip Osmanlı Western'i Aferim!'i de (ki ben pek sevmem) sanıyorum ki ülkemizde vizyon görememişti. Kaçık Porno (Babardeala Cu Bucluc Sau Porno Balamuc) adlı son filminin Türkiye'de vizyona girmeyeceğini öngörmek ise
 hiç zor değil. Üstelik Berlinale'den kazandığı bir Altın Ayı'ya rağmen. Neden, çünkü bugün sadece twitterda bile milyonlarca izlenen birkaç dakikalık pornografik videolardan biriyle başladığı için. Halbuki Fransa, Almanya, Hollanda veyahut Portekiz vizyona girdiği ya da yakın zamanda gireceği ülkelerden sadece birkaçı... Evet üç bölümden meydana gelen film bu üç bölümden önce bir porno olarak başlıyor. Adı porno olsa dahi yine de şaşırtıcı bir giriş... Daha sonra ise filmin girişinde gördüğümüz bu videosu internete sızmış kadın öğretmenin kentin içinde, gündelik hayatından izler, ikinci bölümde yönetmenin siyasetten cinselliğe ve tabii pornonun kökenine, kurmacaya, gerçeğin kendisinin değil temsilinin yüceltilmesine (ki girişte erkeğin videoyu açtıktan sonra erekte olabilmesi önemli detaydır), 1989 Rumen Devrimi'ne kadar sözlerini fotoğraf ve görüntülerle bir araya getirdiği bir 'essay film', üçüncü bölümdeyse öğretmenin veliler tarafından yargılanışı uzun uzun perdeye geliyor, yoğun ve yorucu diyaloglar eşliğinde... Cinselliğin hayatın temeli olmanın yanında, hayatımızı küfürlerden, reklam afişlerine kadar çepeçevre saran bu gerçeklik ve diğer yandan böyle bir gerçeklik yokmuşçasına davranan (fermuarının çekik olmasını fazlaca önemseyecek kadar) ahlaki iki yüzlülük filmin konusu denilebilir. Bir öğretmeni internete düşmüş videosundan ötürü çocuklarına kötü örnek olacağını düşünerek yargılayıp diğer yandan videoyu izlerken duyulan haz ve güçlü istekte bir çelişki yok mudur? Jude bu çelişkiler bütünü üzerine özgün bir deneme gerçekleştiriyor. Kendine has, yer yer uçarı ve oldukça eleştirel ve de hazmı zor, bir kez daha izlenmeyi hak eden bir üslupla. Takdir edilesi... 
    

Hamaguchi Yükselen Değer

Ryusuke Hamaguchi, şüphe yok ki günümüz Japon sinemasının yükselen bir değeri...  Geçtiğimiz yıllarda benim ilk izlediğim filmi olan Asako 1-2 ile gönlümüzü fetheden yönetmenin kendi öykülerinden seçip uyarladığı yeni filmi Çarkıfelek (Guzen to Sozo) bir yerde aralarında küçük bağlantılar da yakalanabilecek üç öyküyü 121 dakikalık süresine yayan bir yapım. Sangsoo ve Linklater sinemasından izlerin özgün bir bireşimi, hatta Rohmer sineması da bu bireşime katılabilir sanıyorum. Tesadüfler, kaçan fırsatlar, geri dönüşü olmayan hatalara ilişkin diyalog ağırlıklı durumlardan ibaret bir sinemayı yeğleyen yönetmen, bana kalırsa
bu üç öykünün her birinde volümü bir miktar daha arttırıyor. Özellikle ana karakterin yürüyen merdivendeki bir kadını 20 yıl önceki arkadaşına benzetmesiyle başlayan son öykü; teknolojik bir kazayla yanlış adreslere giden e-mailden muzdarip bir kadının öyküsünden internetin kullanılmadığı yakın geçmişimize dönüyor. Burası sevgi, dostluk, benzerlik, mazi, hatırlamak gibi kavramlar üzerinden insana dair pek çok olumlu (en azından son kertede) duyguyu izleyicisine geçirmeyi başaran etkileyici bir bölüm. Film de en etkileyici noktada bitiyor. 

Michel Franco'dan Sert Bir Film

B
u Meksika ne menem bir ülkedir. Kendi adıma Amat Escalante'nin Heli'sinde uyuşturucu kartelleriyle işbirliği içindeki askeri üniformalıları görmek etkileyiciydi mesela. Ama Franco'nun Kronik adlı filmini hatırlayan ben yönetmenin siyasi konulara girmektense daha bireysel hikayeler anlatmayı tercih ettiğini düşünmüştüm. Kronik öyle bir filmdi çünkü (onun da sadece finali sertti) ama Yeni Düzen (Nuevo Orden) adlı filmiyle o da siyasi konulara giriyor. Filmi "Savaşın Sonunu Ancak Ölüler Görür" diyerek bitirişinden de anladığımız geleceğe dair umudunu yitirmiş yönetmenin filminde konformist zenginlerin konforunu kaçıran bir grup devrimci görünümlü kitlenin saldırısıyla ortaya çıkan kaosu bastırmak adına asker hemen yönetime el koyuyor. Ama ne el koyma; tecavüz, şiddet, şantaj gırla gidiyor. Adeta böyle bir fırsat ellerine geçsin diye beklemişler sanki. Biraz tanıdık geldi mi? Askerin asıl derdi düzeni sağlamak da değil hani, kendi hiyerarşisi içinde zenginlerin parasına konuyor, hiyerarşi içindeki askerlerin bir yetersizliğinin serencamı ölüm oluyor. Zaten hemen herkesi öldürmeye pek meyilliler... Film tanıtım broşüründe bir distopya olarak tanıtılıyor ama sonuçta Meksika dünyadaki suç ve şiddetin bu kadar başını çeken bir ülke olmasaydı, herhalde bu filmler de üretilmezdi değil mi?

Bir Feminist Meta-Harror

Sansür (Censor) için jenerik perdeye yansıdığında BFI ibaresini (yani British Film Institute) gördüğümde çok kötü bir film izlemeyeceğimizi düşündüm açıkçası. Bu ibareye sahip hemen her film öykü-içerik ve teknik yönden belli bir düzeyi tutturur. Sansür de onlardan biri. VHS furyasının yaşandığı bir dönemin sansür kurulundaki bir kadını merkeze alan film, bir noktadan sonra (sonlarına doğru) izlediğimiz film ile o yoğun şiddet içeren B ya da belki Z olarak tabir edilen VHS filmler arasındaki sınırları muğlaklaştırıyor. Burada filmin başrolündeki Enid (Niamh Algar)'i küçükken kız kardeşini o filmlerden birindeki gibi kaybetmesinin etkisiyle o filmlerdeki öyküyü tersine çevirmeye çalışmasına neden olan bir güdünün harekete geçirdiğini belirtmek gerek. Sonuçta öyküsünde bazı eksiklikler barındırsa da bir kadın elinden çıktığı apaçık, bence yine de özgün olarak görülebilecek bir meta-harror Sansür.

Malgorzata Szumowska'nın Michal Englert ile birlikte yazıp yönettiği Bir Daha Asla Kar Yağmayacak (Sniegu Juz Nigdy Nie Bedzie) yanında taşıdığı masaj yatağıyla Pripyat'dan (Çernobil felaketinden sonra boşaltılan kent) Polonya'ya gelen bir gencin hikayesi... Sanırım Polonya'da bir sitenin içinde (Polonya küçük evreni olsa gerek) özellikle kadınlara masaj yapan ve onların cinsel yönden ilgisini çeken bu genç üzerinden yönetmen Polonya-Ukrayna gibi iki Slav toplumuna bir şeyler anlatmak istiyor. Ancak yönetmenin daha önceki filmleri gibi (Cialo ve Twarz gibi) filmin bir odak sorunu var. Müziğin kullanımı, senaryonun bir takım paraboller çizmesi, başarılı bir görüntü yönetimi
 gibi tüm sürükleyici unsurların yanında inanılmaz dağınık... Film bittiğinde belli belirsiz güçlü bir duygu geçse dahi o duygunun niye geçtiğine ilişkin akılcı bir açıklama yapan az olsa gerek. En azından Szumowska filmleri benim için hep aynı, bir duygusu var ama bu bir yanılsama olabilir mi düşüncesi? Avrupa festivallerinin ilgisini çekiyor ne yapalım ki...

Festival Yıldız Tablosu

Küçük Anne  * * * *

Takdim    * * * *

Kaçık Porno  * * * *

Çarkıfelek  * * * * 

Yeni Düzen  * * * 

Sansür     * * *

Hatıra Kutusu  *

Bir Daha Asla Kar Yağmayacak  * 

Doğal Işık  *

15 Nisan 2021 Perşembe

Yine Aşk Ve Yine Şu Fransızlar

Pandemi koşullarının mutasyonların da etkisiyle olası senaryoların en kötülerinden birini yaşattığı ve önümüzü görmekte zorlandığımız şu dönemde neyse ki edebiyat yönünden şanslıydık. Yaşayan yazarların en iyilerinden biri olarak görülebilecek Orhan Pamuk'un tarihi olduğu kadar hatta belki daha fazla siyasi roman türünde değerlendirilmesi gereken Veba Geceleri romanı has sanata susuzluğumuzu belli ölçüde giderdi. Ama tahmin edilebileceği gibi ilgi, çeşitli pazarlama tekniklerine rağmen okumayı sevmeyen geniş kitlelerin sinemaya (adı üstünde kitle sineması) ve özellikle dizilere gösterdiği ilginin çok çok altında kaldığı için bir tartışma ortamı da yaratamadı. Yazarın şahsına duyulan nefret ve sanki edebiyatla güçlü ilişkileri varmışçasına yazarın hiçbir romanını okumadan ya da bitiremeden yazarın yazarlığını kötüleyenlerin atıp tuttuklarını saymıyoruz elbette... Diğer yandan İstanbul Film Festivali 40. yılını sınırlı sayıda filmle çevrimiçi olarak sessiz sedasız gerçekleştirdi ve gerçekleşiyor. Bu süreçte ah ! keşke sinemalarda izleseydik dediğim bir filmle de karşılaşmış bulunmaktayım. Les Choses qu'on dit, les choses qu'on fait adlı (sanırım Söylediğimiz Şeyler, Yaptığımız Şeyler anlamına geliyor) Türkçe'ye filmin içeriğine son derece uygun bir çeviriyle Gönül İşleri olarak geçen film, yine en iyi şekilde Fransızlar'ın kotarabileceği türden bir karmaşık ilişkiler filmi. Arzular, aşk, ilişki, evlilik, dostluk gibi kavramlara toplu ve sistematik bir akış atan film yeni tanışan Daphne ve Maxime karakterlerinin geçmiş ilişkilerini birbirine anlatmasıyla başlayıp daha sonra geçmişin de geçmişinin anlatımıyla  iki saat içinde giderek genleşen bir yapıya bürünüyor. Birbiriyle bağlantılı pek çok ilişkiye dair bilgilere sahip olduğumuz filmdeki bu ilişkilerde kendi hayatlarımızdan bir takım izleri bulmak da mümkün olsa gerek. Ama gerçekten pek çok Fransız filminde (Bazı Avrupa ortak yapımları olarak genişletmek de mümkün) olduğu gibi buradaki karakterler dürüstlükleriyle olduğu kadar dürüst olamadıkları anlarda dahi kendilerine saygı duyulacak soylu hislere sahip. Film bittiğinde karakterlerden hiçbirine kızmak ya da onları yargılamak mümkün değil ama anlamak mümkün.  

Yıldız: * * * *

7 Ocak 2021 Perşembe

Bir İtalyan Filmi Ve Yine Şu Erkeklik Meselesi Ve Sevgisiz Büyüyen Çocuklar

Sinemaların açılışı bir kez daha ertelendi. Bu kez Mart'a. Öyle olunca da en başta Başka Sinema, ve daha sonra İstanbul Film Festivali için ellerindeki filmleri çevrimiçinde göstermekten başka şans kalmadı... Diğer yandan filmleri çevrimiçinde göstermek için zaten biraz fazla hevesli değiller miydi? Bir öngörümüydü bilinmez çoğu filmi çevrimiçinde tüketmişlerdi ve geriye herhalde bir avuç film kalmıştı... Festival geçen yıl fiziksel olarak gerçekleşebilseydi muhtemelen orada gösterilecek filmlerden biri, D'Innocenzo Kardeşlerin Favolacce (Çirkin Masallar) adlı filmi gösterildi mesela. Pek çok İtalyan filminin ya da İtalyan kökenli yönetmenin kadim meselesi iktidar olgusuyla ilintili bir film. Mafyanın anavatanı olan bu ülkenin çıkardığı bu filmler hiç kuşkusuz onulmaz iktidar hırsının filmleridir ya da mafya filmi olmasına bile gerek yok, Matteo Garrone'nin daha birkaç yıl önce izlediğimiz Dogman'ı da öyledir. Ve Çirkin Masallar da öyle. Bir yanda ergenliğe yeni giren oğlunun komşunun kızıyla birlikte olmasından gurur duyan baba, diğer yanda oğlunu dövmeden duramayan baba ya da misafirliğe gelen hoş bir kadınla nasıl cinsel birliktelik yaşayacaklarını tartışan babalar, daha doğrusu argo tabirle onu nasıl düdükleyeceklerini, ona sahip olacaklarını tartışanlar. Öbür yanda yine ergenliğe yeni giren bir oğlan çocuğunu onunla birlikte olmaya ikna etmeye çalışan bir genç kadın bir de yaşıtı başka bir kız. Ve acısı kadınlar tarafından da içselleştirilen erkeklik teamülleri. Ve çocuk doğurmaktan ötesini düşünmeyen aileler işte ve sevgisiz yetişen çocuklar... Bir erkek, hele de kadının biraz dişiliği ön plandaysa onunla birlikte olmak zorundadır, onu reddederse muhtemelen kadın onu eşçinsellikle itham edebilir. Aslında bizim gibi Akdeniz ya da Doğu toplumlarına tanıdık değil mi bu anlatılanlar. Hem erkeği hem kadını bir noktada erkek temelli tahakkümün taşıyıcısı konumuna iten bu çarpık anlayışlar... Gerçekten erkek için de zor, sürekli zedelenmemesi gereken bir iktidarı koruma çabası... Baba, bir sahnede komşunun havuzundan çıkardığı kızının saçlarını kestiriyor ve kesin o asalak kömünistlerden bit bulaşmıştır diyor. Ve tüm bunların faşizmin kurucusu, o da ne enteresandır ki eski bir Marksist olan Mussolini'nin ülkesinden çıkması bir tesadüften ibaret mi? Sonuçta epeyce dağınık, bir odak noktası tutturamayan ama başı ve sonuyla kısmen bir bütüne ulaşan ve merakla izlenen bir film Çirkin Masallar... 

Yıldız: * * *