14 Şubat 2019 Perşembe

Çağının Ötesinde Olana Bir Övgü

At Eternity's Gate (Sonsuzluğun Kapısında) şu 'biopic' olarak adlandırılan filmlerden, günümüzün belki de en popüler ressamının, Vincent Van Gogh'un son dönemlerini anlatıyor. Van Gogh daha bir yıl önce başka bir filme (Loving Vincent) konu olmuşken üstelik... Ne var ki ressam ona yönelen bu ilgiden hiçbir iz göremeden ölüyor, tıpkı öldükten sonra değeri anlaşılan diğer pek çok sanatçı gibi... Acı da olsa sanatın doğası biraz da bu. En büyük sanat eserleri zamana yenik düşmeyen hatta gücünü o zamandan alanlar değil midir? Yine de Van Gogh'un yaşadıkları insanı üzüyor. Resimlerine çocukça denilen, delilikle suçlanan bir kakıntı. Ama o Van Gogh sanki bugünleri görüyor ve kendi göremeyecek olsa da bir gün değerinin anlaşılacağını biliyor. Ufku izlerken sonsuzluk duygusuna kapılıp gidiyorum diyor, varoluşun bir nedeni olmalı. Önceleri doğayı insanlardan farklı gördüğü için, insanlar da onun gördüğü gibi görebilsin diye resim yaparken hayatının sonlarında geleceğe iz bırakacağı düşüncesi baskın çıkıyor... Panteist bir bakış açısına sahip olduğunu öğrendiğimiz Van Gogh doğanın her zerresinde Tanrı'nın kendisini buluyor. Böyle bir güzelliği resmetmeden durmanın mümkün olmadığını düşünüyor ve intihar mı cinayet mi olduğu belirsiz bir şekilde de hayatını kaybediyor. Film boyunca arkadaşını eleştirip yaptıklarının resimden çok heykele benzediğini söyleyen Paul Gauguin film bittikten sonra sapsarı fonda şöyle bir itirafta bulunuyor: Vincent öldükten sonra, odada geçirdiğim vakitlerde onun resmettiği ayçiçeği tablolarının kokusu burnuma geliyordu. Böylece filmin hüzün duygusu bir boyut daha atlıyor. 

Ressamın son dönemlerini yaratıcı yönünün izini sürerek kayda alan yönetmen Julian Schnabel izlenimci bir film dili ortaya koymuş, tıpkı ressamın resimlerinde yaptığı gibi ani fırça darbeleriyle, doğayı sanatçının gördüğü gibi bize göstermeyi amaçlayan... Bir noktası flu, sarının baskın olduğu, takibi çok kolay olmayan delişmen kamera açıları yakalamış Schnabel. 2008 yılında Le Scaphandre et Le Papillon (Kelebek ve Dalgıç) adlı filmiyle tanıştığım ressam yönü de olan yönetmen o zaman da sadece göz kapaklarını oynatabilen bir editörün gerçek hikayesini perdeye taşıdığında benzer bir üslup geliştirmişti. Karakterlerinin gözünden bakmayı önemseyen bu auteur, Sonsuzluğun Kapısı'nda da sanatçının özgünlüğüne, yalnızlığına ve elbette sanata övgüde bulunan sıcacık bir filme imza atıyor. Yaşadığınız dönemde sizi beğenmeyenler varsın çok olsun, ne ifade eder ki, siz bildiğiniz yoldan dönmeyin cümlesi bu filmin özü neden olmasın? Yaratıcı uğraşlar içerisinde olup nabza göre şerbet veren ürünlerin parlatıldığını içi yana yana gören herkese dokunabilecek bir hikaye Van Gogh'unki. 

Yönetmen farklı coğrafyalardan iyi oyuncularla gerçekleştiriyor bu filmi. Van Gogh'ta Willem Dafoe, karakterine son derece başarılı bir yorum getirirken Gauguin rolünde Oscar Isaac, papaz rolünde Mad Mikkelsen ve kısacık da olsa doktor rolünde Mathieu Amalric de ona destek veriyorlar. Sonsuzluğun Kapısı'nda kuşkusuz has sinemaseverler için gayet doyurucu bir film olsa da, gerçeklere sadık kalmanın sınırlılıklarından mıdır nedir, filmin öyküleme ayağı diğer bütün vasıflarının biraz gerisinde kalıyor. Film bence yeterince merak duygusu uyandıramıyor.

Yıldız: * * * 

9 Şubat 2019 Cumartesi

Bir Jacques Audiard Western'i

Jacques Audiard, ABD'li oyuncularla İngilizce çektiği Sisters Biraderler ile modası geçmiş denilen western türüne Avrupa'dan hoş bir soluk getiriyor. 

Sizce Audiard'ın diğerleri iyiydi ama bu kötüydü denebilecek bir filmi oldu mu? Bilmiyorum bana katılır mısınız ama bence olmadı, her filmiyle farklı türlerin kodlarını kullansa da çeşitli yönleriyle özgün ve sinemasal hazzı yüksek filmlere imza attı. Bu kez ise sürpriz bir işe girişmiş ve son dönem Hollywood sinemasında göz kamaştıran bazı oyuncularla yabancı bir dilde film çekmiş. Bir tür başkaldırı, meydan okuma belki de. Üstelik bu kez en Amerikan olarak ifade edilebilecek türün içinde yapıyor bunu, western'de. Yani bu bir meydan okuma değil de nedir şimdi? Diğer yandan western, tür olarak Audiard'ın değişmeyen temalarına o kadar uygun ki. Yönetmen benim meselelerimle bu kadar ilişkili bir türde bir deneme neden yapmayayım demiş olabilir... 

Kimi psikanalizciler erkek olmanın başlı başına kriz halinde olmak olduğunu iddia etseler de bazı erkekler o kriz halini sanki daha güçlü yaşıyor, fazla baskıcı bir babanın yanında büyüyen çocuklar mesela. Audiard sinemasına baktığımızda da merkezinde hep erkeklik krizindeki erkekler olagelmiştir. Diğer değişle sinemasının merkezinde iktidar vardır, en doğru tabirle mikro iktidar diyelim biz ona. Kalbim Bir An İçin Durdu adlı filminde babasını örnek alıp şiddet kullanarak istenmeyen kiracıları yıldıran bir emlakçının içinde bastırmış olduğu nahif erkekle karşılaşması konu edilirken, sinemasının zirvesi olarak da görülebilecek Un Prophéte-Bir Kahin (evet en doğru çevrimi bu) filminde hapse yeni düşmüş bir gencin filmin başında neredeyse fiili livataya maruz kalmanın eşiğinden merdivenleri bir bir tırmanarak son kertede yanında çalıştığı mafya babasının yerini alması anlatılır, ayrıca hapisten çıktığında testis kanserinden ölen (evet buraya özellikle dikkat, testis kanserinden ölen) arkadaşının karısının artık yeni kocasıdır. Diğer bir filmi Pas ve Kemik'te de ana karakter eski bir boksördür, işlerini kaba kuvvetle çözer, her karşılaştığı kadınla çok tanımaya gerek duymadan ayak üstü s*kişir (sevişmek değil s*kmektir onun için cinsellik). Diğer bir filmi Dheepan'da ana karakter Tamil gerillalarında savaşmış ve Fransa'ya göç etmiş biridir. Birlikte yaşadığı kadına başkaları sarkıntılık ettiğinde önce bir duraklar (çünkü o kişi ne karısıdır ne de sevgilisi sadece prosedür gereği karısıdır). Sonraysa savaş döneminden gelen deneyimini de göstererek kadını adamların elinden alır ve artık gerçek anlamda kadının kocası olur.

Yönetmenin ana izleğinin bir western olan son filmi Sisters Biraderler'de nasıl işleyeceğini görmenin ilgi çekici bir deneyim sunacağını tahmin ediyordum ama ilginçten öte, bir 'tür' filminden beklenmedik ölçüde derin, doyurucu bir sinemasal deneyim oldu bu. Öncelikle filme ismini veren sisters soy isimli iki kardeşin hikayesindeki sisters kelimesi dikkat çekici ve yine filmin afişinde de hoş bir gönderme yapılmış bu duruma. Biliyorsunuz, anlamı kız kardeş demek. İki erkek kardeş için ne kadar da talihsiz bir soy isim değil mi bu? Erkekliği sürekli zedeleyebilecek bir etiket gibi. Erkek olma hali de zaten kadın olma halinden meydana gelmez mi? Erkek olabilmek ancak kadını tanımlayan özelliklerin karşıtı olabilmekle var olur. Kadınlığın olmadığı yerde erkeklikten bahsetmek mümkün değildir. Öyle ki Laura Mulvey o meşhur Görsel Haz ve Anlatı Sineması makalesinde Sigmund Freud'tan ödünç aldığı düşünceleri sinemayla harmanlarken bir yerde şöyle diyor: ''Bir erkek için hadım edilme korkusunun en güçlü hissedildiği anların başında çıplak kadın vücudu görmek gelir çünkü orada bir erkek, erkek olmama haliyle en katıksız şekilde karşı karşıyadır''. Sisters Biraderler de elbette erkekliği kanıtlama, pekiştirme ve yeniden inşa etme çabası içerisindeler.

Amiral olarak adlandırılan biri, liderleri onlardan altını kolayca ortaya çıkaran
kimyevi bir karışım hazırlamış Warm'ı (Riz Ahmet) yakalayıp bu karışımı ele
geçirmesini istiyor. Kardeşlerden Charlie (Joaquin Phoenix) ve abisi Eli (John C.
Reilly) Warm'a ulaşmak için atların tepesinde dağ tepe demeden yol alıyor ve önlerine çıkanları da öldürüyorlar. Ayrıca öncelikle etkileyici bir rüya sekansında kendini gösteren sonra da diyaloglara yansıyan bir ayrıntı var. Küçük kardeş Charlie içlerindeki onulmaz şiddetin kalıtsal kaynağı olarak gördükleri babayı katletmiş biri. Eli ise büyük olan bendim ve ben yapmalıydım diyen biraz mahcup ama ölen atı için ayakta duramayacak kadar da üzülen duygulu bir adam. Erkeklik krizi ona biraz daha uzak sanki ve bu ikiliyle yolları kesişecek başka bir ikili de filmin diğer ayağı. Orada yukarıda bahsettiğim karışımın mucidi Warm ve Sisters'ların işbirlikçisi olarak onlardan önce Warm ile yolları kesişen Morris (Jake Gyllenhaal) var. Morris her ne kadar Warm'ı tuzağa düşürse de Warm ile kurduğu arkadaşlığın etkisiyle karışımı ele geçirmekten vazgeçen bir karakter. Zaten karışımı ele geçirmek için çıkılan bu yolculuk karakterleri belli ölçüde dönüştüren bir işleve de sahip. Mesela Warm ilginç biri ve hazırladığı karışım ile Teksas'ta artı değeri yok edip dayanışmacı bir toplum kurma idealine sahip. Sosyalist izler barındıran bir düşünce bu kuşkusuz. Sonuçta filmdeki tüm karakterler tam anlamıyla dönüşmese dahi bir noktada herkes Amiral'in boyunduruğundan çıkıyor ama babayı katleden Charlie bu noktada dahi içten içe amirali öldürüp onun yerine geçme amacı güdüyor, en azından Eli öyle tahmin ediyor. O da yalanlamıyor.

Ve film son sözünü de burada söylüyor, o onulmaz iktidar hırsı hem ideal bir toplum ihtimalini ütopyadan öteye taşıyamazken her iktidar olma hali bir süre sonra iktidarsızlığı beraberinde getiriyor ve insan için o sonsuz iktidar düşüncesi elbette karşılıksız kalıyor. Charlie bir kolunu kaybedip evine dönerken Eli o evdeki yatağında huzurla uykuya dalıyor... Filmde başka önemli anlar da var. İlk kez dişini fırçalayacak Eli mesela, fırçayı eline aldığında garipsiyor, dişini fırçalayan Morris'i de garipsiyor, bir fallik nesneyi ağza sokmak her erkek için o kadar da kolay olmasa gerek. Yine Eli'nin ona şal hediye eden kadınla yaşadığı romantizmi bir hayat kadınıyla yaşamak isteyip reddedilmesi ve kadının alışık olduğum bu değildi bunu yapamam deyişi ya da filmin diğer bir kadını olan anneleriyle giriştikleri son sahnelerdeki kısa diyalog gibi düşünsel derinliği olan pek çok sahne bulmak mümkün. Böylece Audiard bir kez daha çağımızın en iyi yönetmenlerinden biri olduğunu kanıtlıyor ve bu filmin 'associate producer' bölümünde Dardenne'ler ile Christian Mungiu'nun adlarını görmek de ilginç oluyor doğrusu. Büyük çoğunluğu Romanya ve İspanya'da, kumsal sahnesinin Fransa'da çekildiği filmin ekibinde de farklı ülkelerden isimler var, özellikle çok sayıda Romen dikkat çekiyor.

Yıldız: * * * *

5 Şubat 2019 Salı

Gomorra'nın Yönetmeni Geri Döndü !

Çoğumuz Matteo Garrone'nin adını ilk kez 2008 yılında duymuştuk. Alışıldık mafya filmlerini tepetaklak eden Gomorra, arka fonda Rafaello'nun La Nostra Storia'sının (Bambola) duyulduğu, izleyicisini ters köşeye yatıran ilk sahnesiyle bile ne kadar etkileyici bir mafya hikayesi izleyeceğimizin işaretini vermişti. Garrone, daha sonraki işlerinde (2 uzun metrajlı film çekti) ne yazık ki pek ses getiremedi. Ve sonunda bir İtalyan için o bildik sulara geri döndü, suç filmine... Bilmem der misiniz, Hollywood'ta 1930'larla ortaya çıkıp sonra başka bir türe, kara filme evrilen, ardından Yeni Hollywood sonrası birçok kült çıkaran bu türün bir İtalyan için neresi bildik? O zaman şöyle diyelim, zaten ABD'de Büyük Buhran ile beraber toplumda artan mafyalaşmanın müsebbibleri, bu türün ortaya çıkmasına vesile olanlar ağırlıklı olarak ABD'ye göçmüş İtalyanlar'dı. Hatta mafya kelimesinin açılımı dahi İtalyanca ve yüzlerce yıl öncesinden geliyor. 'Morte Alla Francia İtalia Anela'...* Türün bağrında üretim yapan Garrone bu kez Dogman adlı filmiyle şiddet olgusuna daha bireysel bir perspektiften bakıyor. Marcello (Marcello Fonte) bir köpek kuaförü olarak mahallesinde sevilen biri olarak çizilmiş. Arkadaşı Simeone ise her istediğini iri cüssesiyle elde etmeye çalışan kaba saba bir kötü adam. Simeone'nin Marcello'yu kirli işlerine kademe kademe bulaştırmasıyla da işler çığrından çıkıyor ve Marcello hem mahallelinin sevgisini kaybediyor hem de arkadaşını ispiyonlamamak uğruna bir yıl hapis yatıyor. Filmin başlarında mahalleli, Simeone'yi öldürmek için dışarıdan adam getirmeyi bile tartışıyorlar. Nasıl olsa bir gün biri öldürecek diye düşünüyorlar, nereden bilsinler ki içlerindeki en cılız ve iyi niyetli görünenin istemeden de olsa bunu gerçekleştireceğini... Ben Marcello'nun iç dünyasına çok giremediğimizi düşünsem de Marcello'nun psikolojik açılımları olan bir karakter olduğunu söyleyebilirim. Yönetmenin filmin pek çok noktasında Marcello'nun yüzünü yakın planda göstermesinin yanı sıra son sahnede ilginç biçimde filmin plan sürelerinin çok ötesinde, uzunca bir süre Marcello'yu yakın plana almasının bizi karakterin iç dünyasına dahil etme isteğiyle ilintili olduğu ortada. Kısaca insanoğlunun nesnesi olduğu şiddetten ne kadar kaçmaya çalışsa da bir şekilde o şiddetin öznesine dönüşmesinin aktarımı olarak da özetleyebiliriz Dogman'ı. 

Yıldız: * * * 

* Bu konuda geniş bir metin okumak isteyenlere Tarık Dursun Kakınç'ın 100 Filmde Başlangıcından Günümüze Gangster Filmleri kitabını önerebilirim.