29 Kasım 2016 Salı

Gezici Festival'in Düşündürdükleri...

Ankara menşeli festivalin ilk ve haliyle en uzun gösterimleri yine Ankara'daydı ve yine Çağdaş Sanatlar Merkezi'nde.... Burası konser, konferans, tiyatro gibi etkinlikler için hazırlanmış çok amaçlı bir mekan. Her ne kadar bir sinepleks değilse de (Büyülüfener de değil ama handiyse aynı konforu yaşatıyor çünkü sadece sinema gösterimleri için inşa edilmiş) ses sistemi, perdenin yüksekliği gibi asgari şartları karşılayan hiç fena sayılmayacak bir deneyim yaşattı, hakkını verelim. İzlediğimiz filmlerden biri de Jim Jarmush'un Paterson'ı ve vizyona girip girmeyeceği belirsizliğini koruyan, yılın en iyileri arasında gösterilen Maren Ade imzalı Almanya-Avusturya ortak yapımıydı.

Jim Jarmush'un Geri Dönüşü


Amerikan bağımsız sinemasının günümüzdeki en dikkat çekici isminden biridir herhalde Jim Jarmush, yeni filmi Paterson ile varoluşçu sularda gezinmeyi sürdürüyor. Paterson, New Jersey eyaletinin ufak bir kenti, hatta kasaba görünümde. Filmin kahramanının adı da Paterson ve otobüs şoförü, dahası bir şair, yazdığı şiirleri defterinde saklı tutan.

Bir kız arkadaşı var Paterson'un, birlikte yaşıyorlar evli gibi. O da sanatçı ruhlu ama bazı farklılıklara da sahip Paterson'dan, Paterson telefon bile kullanmazken, onun tableti bile var mesela ama hiç problem değil. Bir de köpekleri var. Her günü birbirine benzeyen bir hayat yaşıyorlar ama hayatlarından o kadar memnunlar ki anlatılmaz, izlenir ancak.


Film enikonu basit; Paterson'un 7 gününü anlatan bir hikayeye sahip olsa da büyüsünü de buradan alıyor Genelde sinema hayatın ilgiye değer minicik parçalarını törpüleyip gösterme sanatı olarak anılır (Hitchcock'un da buna yakın bir ifadesi vardır). Oysa Jarmush rutinin kendisine eğiliyor. Hayat biraz böyle bir şeydir diyor aslında ama gücü, biteviye bir hayatı, hayatın ta kendisini anlatırken hiç de sıkıcı olmamayı başarmasından geliyor. Üstelik sıkıcı ne kelime, ziyadesiyle sempatik. Az çok aynı mahalleli, birbirine yakın muhabbetler ve gerçekten imrenilecek çıkarsız, güçlü bir aşk var perdede.

Başkarakterinin yazdığı şiirlerin yanında, filmin kendisinin sahip olduğu yoğun şiirsellik ardında hem son derece dokunaklı hem de komik olmayı başaran bir film, hatta aşağıda okuyabileceğiniz Toni Erdmann'dan bile komik.

Ve komik olmak için hiç bir çaba göstermeden karakterlerinin en doğal hallerinden geldiği görüntüsü veren çok değerli bir komedi bu. Paterson kentinin naif insanları... mesela kız arkadaşı canlandıran Golshifteh Farahani'nin o şeker mi şeker saflığı...

Ve bugünün bozulmuş dünyasında o saflığa duyulan ihtiyaç, onla paralel biraz da şiire duyulan ihtiyaç. Bugün kaçımız şiir kitabı alıyoruz allah aşkına. Gitgide daha az okunmuyor mu şiir. Film bir yandan şiir okuma istediğini de tetikliyor.

Başta Adam Driver olmak üzere oyunculukların ve müziğin de önemli katkıda bulunduğu içtenlikli bir film Paterson. Benim Cannes'da olsam Altın Palmiye vermeyi düşünebileceğim bir film.

Yıldız: * * * *

Toni Erdmann henüz Cannes'daki basın gösteriminde daha bitmeden, hem de birkaç kez alkışlanmış, sonrasında da eleştirmenlerin büyük övgüsüyle dikkati çekmişti. Bir de oradan Fipresci ödülü aldı.

Evet Toni Erdmann iyi bir film hem de oldukça ama bu kadar tufan koparılacak kadar mı çok emin olamıyorum. Koparılabilir ama. Kendine Toni Erdmann ismini takan yaşını başını almış bir baba (Winfried), kızı Ines'i (görüldüğü üzre o da o kadar genç değil) Bükreş'e ziyarete gelir. Kızı orada bir 'consulting' şirketinin önemli bir pozisyonunda çalışmaktadır. İşi başından aşkın, babasına hiç zaman ayıramayan bir iş kadını. Kapitalizmin yoğun tempoda öğüttüğü ve bunu başarılı olarak yutturduğu bireyi yani..

Ancak babası kızına yük olduğunu düşününce oradan ayrılmak yerine yepyeni kılıklara bürünüp, üstelik statüsü yüksek görevlerde kendini tanıtıp eğlenmeye bakar, bu şekilde kızının dibinden de ayrılmamış olur.

Film 162 dakikalık süresini gerçekten hissettirmiyor. Senaryosuyla ön plana çıkıyor ve iki başrol oyuncusuyla, bence en çok baba rolündeki Peter Simonischek döktürüyor. Alaycı tavrı gerisindeki eleştirel duruşu, günümüzün koşuşturmasında mutlu musun sorusuna cevap veremeyen bireyleri için önemli şeyler söylüyor.

Filmin son derece hafif dokulu bir anlatımı var belki, bu da başyapıt demeyi zorlaştıran, filmi sitcom'lara yakınlaştıran bir yön. Film yönetmenlik marifetiyle ön plana çıkmıyor ama bu anlamda dikkat çekici birkaç sahne de yok değil. Çeşitli kereler Erdmann'ı çerçeveye kızının arkasında ansızın sokuveren...

Hele ki sonlara yakın çıplak parti sekansına ne demeli. Belki tüm filmin özünü ortaya çıkaran, fevkalade bir mizah yükü... Mayıs ayında beni sinemada güldürmek o kadar kolay değildir, hah Toni Erdmann bunu başarırsa ne ala diye yazan ben, çeşitli sekanslarda defalarca tebessüm etsem de, evet kabul ediyorum burada güldüm. Tek eleştirim böylesine bir sekans biraz daha uzun tutulamaz mıydı üzerine...Tadımlık olmuş.

Kısaca mizah ile hafif bir hüznü iç içe geçirme başarısı da gösteren, çağdaş!!! insana dair bir şeyler söyleyen değerli bir film Toni Erdmann.

Aynı zamanda bu yıl Cannes'da ana bölümde yarışan 2 Romanya filmine bir 3. olarak dolaylı açıdan eklenebilir, filmin neredeyse tamamı Romanya'da geçiyor, kısmen de olsa yaşamlarına yine konuk oluyoruz çünkü. Böylece bugünkü Avrupa'nın Romanya aşkı da ayrı bir dikkati gerekli kılmıyor mu sizcede?

Yıldız: * * * *

Aquarius ve Albüm Beklentileri Karşılayamadı

Festivalin yoğun programı içerisinde farklı beklentilerle koltuğa oturduğum 2 filmden de kısaca bahsetmek istiyorum. Özellikle Aquarius'tan beklentim epey yüksekti. Bu da bazen ters tepiyor işte. Küçüklüğünden beri aynı binada yaşayan orta yaşı geçkin Clara'nın onu evinden çıkarmak isteyen kentsel dönüşüm mafyasına direnişi ilgi çekici olsa da ve gerçekten yönetmen incelikli bir mizansen oluşturmaya çalışsa da film gerektiğinden çok uzundu ve odak noktasını sık sık kaybediyordu, ilginç ve çok değerli bir konu biraz heba edilmiş burada bence. Yıldız: * * *  Albüm ise düpedüz kötü bir film desem, haksızlık mı ederim acaba. Filmde az da olsa çoşkulu anlar da yok değil ama bütüne yansıyamıyor ne yazık... Yıllarca uğraşıp çocuk sahibi olamayan çiftin evlatlık edinme ve bunu çevrelerinden gizleme çabasına odaklanıyor. Hani denir ya; Batılı izleyicinin ilgisini ne çeker, ona göre film yapar bazı yönetmenler. Burada biraz onu gördüm. Bunun çok kötü bir şey olduğunu da düşünmüyorum ayrıca. Yeterki çok çaktırmadan, iyi bir filmin içinde kotarılabilsin. Çiftin bebek beğenirken, yok bunu almayalım Suriyeli'ye benziyor, yok Kürt gibi bu deyişleri, televizyondaki tartışma programında (Ahmet Hakan'ın Tarafsız Bölgesi) çok kısa bağrış çağrış ve Kürt sorunu bıdı bıdısı, erkek muhabbetinde Avrupa takımlarından bahsetmeleri vs. Bunlar filmde olmasa film ne kaybederdi acaba. Dahası filmde İngilizce altyazı vardı da oradan bir biçimde takip edebildik. Karakterlerin çoğu sözleri tam anlaşılmıyor bile, işte Batılı izleyici için sorun teşkil etmeyen ama bize filmi uzaklaştıran bir detay daha. Ve evlatlık konusunun toplumuzda bu çapta gizlenen bir şey olduğunu da sanmıyorum (belki de öyledir gerçekten burada yanılıyor olabilirim). Sevgili Mehmet Can umarım bana kızmazsın. Daha gençsin ve çok daha iyi filmler yapacağına inanmak istiyorum. 

Yıldız: *


6 Kasım 2016 Pazar

Verhoeven'den Gerilim, Cinsellik ve Sanki Ruhun Dehlizleri

Paul Verhoeven'in Elle'sinden çıktıktan sonra salonu oldukça yoğun bir sinemasal haz alarak terkettiğimi düşündüm, tıpkı Cristi Puiu'nun deneysel filmi Sieranevada'da olduğu gibi ama filmi şöyle bir demlenmeye bırakınca 'sanki bir tür başyapıt' mertebesinden de uzaklaşıyor mu diye sordum kendime. Yanıtı basit aslında, bu filmlerin dertleri ne tam olarak, o kadar da ciddiye alınacak bir dertleri mi var? Tartışılır.

Elle'de yaşadığım bu durum aslında geçen hafta Almodovar'ın Julieta'sında yaşadığımın biraz tersi, o gün filmden çıktığımda Almodovar'a göre biraz kuru mu ne demiştim. Sonra o kuru görünümün içinde de bir değer vardı bana kalırsa. Buradaysa zaman geçince o ilk çok büyük çoşku biraz sönümleniyor mu ne deme noktasındayım, belirtmiş olayım.

Yönetmen aslında Hollywood içinde de çok sayıda film üretmiş Paul Verhoeven ve 10 yıl sonraki ilk uzun metrajı karşımızda olunca farklı bir ilgiyi hak ediyor. Çocukluğumuzun Robocop ve Temel İçgüdü (onun da Altın Palmiye için yarışmışlığı vardır) filmlerinin yönetmeni aynı kişi, düşünün. Bu kez yer Paris, ve senarist David Birke ile beraber kısmen daha bir arthouse anlatı modeli seçtiği söylenebilir.

Elle, Philippe Dijan'ın Türkçeye de geçen yıl kazandırılan Vay... (Orjinali Oh... olan) adlı novellasının alabildiğine sadık bir uyarlaması. Isabelle Huppert'ün başarıyla canladırdığı Michel kitapta 40'lı yaşların sonunda çekici bir kadın, burada yaşı daha büyük, ne gam. Huppert'in adeta zamanı durdurmuş, Fransız kadınının sade güzelliğini canlandırışı az şey mi?

Evinde maskeli birinin tecavüzüne uğramasıyla açılıyor film, Michel tuhaf biçimde polisi işin içine katmıyor ve kendi yöntemleriyle kendini korumaya karar veriyor. Birçok karakter mevcut: eski eşi, oğlu, oğlunun zirzop eşi gibi, bir de sevgilisi var Michel'in, Robert, ilginç olan yakın arkadaşı Anna'nın eşi o da ve Anna, Michel'le aynı zaman doğum yapmış, ama çocuğu o zaman ölüverdiği için birkaç kez Michel'in oğlunu emzirmiş ve aralarında yıllara varan güçlü bir bağ oluşmuş Anna ve oğlan arasında (yeterince ilgi çekici değil mi?). İşte kitapta biraz irdelenen bu mevzu filmde inanılmaz üstün körü atlanmış, bir şey diyemiyoruz. 

Bir yandan da Michel'in geçmişinde psikopatça cinayetler işlemiş akıl hastanesindeki babası var ve azgın bir annesi dahası Michel'in babasından kök alan problem bu yaşadığı tecavüz olayı ve sonrasına bir referans olabilir diye düşünüyorum.

Ama bu kadar çok karakteri göstermenin ardına taşıyamıyor film bizi, yeterince derinleşemiyor. Michel'in kedinin fareyle oynadığı gibi izleyiciyle oynamasını sağlıyor ancak. Kitap tamamen Michel'in iç sesiyle -hem de yoğun biçimde- ilerlerken burada kamera Michel'i bir an terketmese bile öyle bir yöntem tercih etmiyor yönetmen.

Sonuç olarak, çok iyi oynanmış, çok iyi çekilmiş bana kalırsa ana esere ille de sadık kalma takıntısında doğan küçük kusurlarına rağmen yine de son derece sürükleyici bir psikolojik gerilim. Ve Batı basınının ifade ettiği bir rape comedy alt türüne girer mi bilemiyorum ama doğrudan tecavüzle alakalı olmayan ince bir güldürü film boyunca ara ara sezdiriliyor.

Yıldız: * * * *