30 Ocak 2020 Perşembe

Ne Çektin Be Çocuk !

Jerzy Kosinski'nin aynı adlı romanından uyarlanan Boyalı Kuş, 2. Dünya Savaşı yıllarında her ne kadar açıkça dile getirilmese de Polonya'da başlayan bir hikaye. Ailesinin onun daha güvende olacağını düşündükleri için terk ettikleri Yahudi bir çocuğun başına gelenleri anlatıyor... Romanını üniversiteye başladığım ilk haftalarda okuduğumda bu kadarı da olmaz, pes demiş sonra romanı büyük ölçüde unutuvermiştim ama birkaç sahne de aklımda kalmıştı doğrusu... Çek Yönetmen Vaclav Marhoul bir çok tarihi filmde olduğu gibi siyah beyazı kullanmayı tercih etmiş ve görsel olarak başarılı sayılabilecek bir filme imza atmış. Romanın bu ilk uyarlaması elden geldiğince romana sadık kalmaya çalıştığı için uzayan süresini çok fazla hissettirmeyecek bir akıcılıkta da ilerledi açıkçası ama o çocuğun başına gelenler gerçekten yenilir yutulur şeyler miydi? Ona bakan ilk kadının ölümüne şahit olup daha sonra bir köle olarak oradan oraya savrulan hayatında hemen her yerde şiddet görüyor, kimisinde tecavüze uğruyor, kimisinde farelerle dolu bir lağıma atılmaktan son anda kurtulurken tecavüzcüsünün lağıma düşmesini sağlıyor. Kimisinde gözleri oyulan bir adama sonra onun gözlerini oyanın intiharına şahit oluyor... Gerçekten insanın sabrını zorlayan ve bazen de abartılı sahneler bunlar, yazarının gördüğü biçimde resmedilen ama savaşın nasıl bir cehenneme yol açtığını göstermeye çalışan bir tarafı da olan. Ve üzerine düşünülesi bir kaç sahne de var, mesela yönetmen, bir kadının küçük çocuğa tecavüzünü gösterip bir erkeğin o çocuğa tecavüzünü göstermeyip ima ediyor ve dahası kadının bir hayvanla birlikte oluşunu gösteriyor. Düşünmek için yetmez mi? Peki çocuğun o hayvanın başını kesip kadına camdan fırlatması, bir erkekliğe geçiş ritüeli değilse nedir? Ve çocuk o sahneden sonra ilk kez insanlara da şiddet uygulamaya başlar hatta öldürür ama ilk denemeyi bir hayvan üzerinde gerçekleştirmiştir, pek çok katil gibi... O dönemki Avrupa'nın totaliter rejimlerini bir Yahudi çocuğun gözünden anlatan film 169 dakika gibi uzun bir süreye sahip olmasa ve bazı sert sahneleri törpülense kesinlikle Oscar'a aday olur, Parazit gibi özünde Amerikan karakteristiklere sahip bir filmin olmadığı Uluslararası Film Dalı'nda bu ödülü kucaklayabilirdi. Üstelik Venedik Film Festivali'nde yarışmış bir film Boyalı Kuş, ne hikmetse yıllardır çıkardıkları filmler bu kadar çok Oscar kazanan başka bir festival yokken... Sonuçta sinema açısından biraz kısır geçen son dönemde İstanbul Modern'deki gösteriminin hemen ardından Başka Çarşamba'ya konuk olan film 28 Şubat'ta vizyona girecek.

Yıldız: * * *   

12 Ocak 2020 Pazar

Onat Kutlar Anmasındaydık

25 yıl önce 12 Ocak tarihinde günlerce verdiği yaşam mücadelesini kaybetmişti Onat Kutlar, kör bir şiddet eylemine kurban gitmişti. Ben ilk olarak henüz üniversite yıllarındayken İshak adlı öykü kitabıyla tanımıştım onu. Daha 23 yaşındaymış yazdığında. Cevat Çapan'ın anlattığına göre o dönem edebiyat çevrelerinde Sait Faik'le kıyaslayanlar dahi olmuş Kutlar'ın öykücülüğünü, daha sonra Fransa'ya giden ve orada sanat sinemasının kurumsal olarak yükselişine çıplak gözle tanık olan Kutlar oradan aldığı ilhamla 1965 yılında Sinematek Derneği'nin kuruluşuna da öncülük etmiş bir isim ve o noktadan sonra çoğunlukla film eleştirmeni ve insan hakları savunucusu olarak bilinen Kutlar'ın anmasında çeşitli demeçlerinin yer aldığı videolar, Cevat Çapan ve Adnan Özyalçıner'in Kutlar hakkında anlattıkları, Genco Erkal'ın, Kutlar'ın Bahar İsyancıdır kitabından okuduğu bir bölümün yanı sıra, Hülya Uçansu'nun Kutlar için günümüzde yazdığı bir mektuba şahit olduk, ki belki de anmanın en etkileyici bölümüydü. Bir de Çapan'ın Kutlar için söylediği o ne ürettiyse akıllı bir kalp ile üretti cümlesini değerli buldum. Gece, Kutlar'ın 1993 yılında hakkında olumlu bir eleştiri yazdığı İdil Biret'in piyano resitaliyle sona erdi. Uzun yıllar sonra Kutlar'ın anısına yeniden canlandırılan Sinematek Derneği'nin Kadıköy Belediyesi'yle ortaklaşa düzenlediği, Zeynep Oral ve Cem Davran'ın sunuculukları üstlendiği Süreyya Operası'nda gerçekleşen gecede küçük teknik aksaklıklar ve biraz metne bağlı kalınmasından kaynaklanan monotonluk da göze çarptı.  

27 Aralık 2019 Cuma

2019'un En İyi Filmleri *



1-Les Fréres Sisters / Jacques Audiard

2-Portrait de la Jeune Fille en Feu / Celine Sciamma

3-Le Jeune Ahmed / Dardenne Kardeşler

4-Sorry, We Missed You / Ken Loach

5-Elisa y Marcela / Isabel Coixet

6-Peterloo / Mike Leigh

7-Mi Obra Maestra / Gaston Duprat

8-A Hidden Life / Terrence Malick

9-Gangbyeon Hotel / Hong Sang-soo 

10-Der Goldene Handschuh / Fatih Akın

11-Les Misérables / Ladj Ly

12-In Fabric / Peter Strickland

13-Alpha: The Right to Kill / Brillante Mendoza

14-Rojo / Benjamin Naishtat

15-Dylda / Kantemir Balagov

16-Synonymes / Nadav Lapid

17-Om Det Oandliga / Roy Anderson

18-La Paranza Dei Bambini / Claudio Giovannesi

19-Gisaengchung / Bong Joon Ho

20-It Must Be Heaven / Elia Suleiman 


* Listedeki filmler daha önceki yıllarda da olduğu gibi 2019 yılı içerisinde sadece sinema salonunda izlediğim 'güncel' filmlerden oluşmaktadır, yine aynı yıl içerisinde sinema salonunda izlediğim klasikleri hak verirsiniz ki listeme almadım. 


7 Aralık 2019 Cumartesi

Celine Sciamma'dan Yalın Bir Aşk Filmi

Bence Celine Sciamma'nın filmi son yıllarda gördüğüm en yakıcı final sekanslarından birine sahip. Yönetmenin filmin son planında insan ruhunun derinliklerindeki o yüce duygunun, aşkın, nasıl bir şey olduğunu yansıtışından etkilenmemek zor.

Cannes'daki gösteriminden bu yana, tabii benim için seçkiye girdiğinden bu yana da demek mümkün, yılın en merak ettiğim filmiydi Celine Sciamma'nın Portrait de la Jeune Fille en Feu'sü (Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi). Nedeni Cannes ödül töreninin hemen öncesinde yazdığım yazıda vardı: Kadınların romantik dönem filmleri konusundaki hünerleri. Mesela Jane Campion, Nicole Garcia ya da Isabel Coixet'inin filmlerinde az mı yüreğimiz dağlanmıştı? Ama Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi, Filmekimi sonrasında öyle bir övüldü ki, ister istemez beklentimi biraz düşürmek durumunda kaldım... Hep söylemişimdir aşırı övgünün olduğu yerde filmler ortalama beğeniye yaklaşacak karakteristiklere sahip olduğunun işaretlerini verir. Bunun belki istisnaları vardır ama ezici çoğunlukla dediğim gibi olur... Açıkçası filmi izlerken de işte iyi ki beklentimi biraz düşürmüşüm dedim, bu film aşka bakışımızı darmaduman edecek kadar derinliğine sahip mi pek sanmıyorum açıkçası, çok da entelektüel çaba isteyen sahneleri yok, elbet ağırbaşlı yine de izlemesi kolay mı kolay bir film ve bir şerh düşeyim, diyaloglarına biraz daha dikkat kesilmek gereken bir tarafı da var... Şimdi hemen bunlar mı problem demeyin. Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi'nin biçimiyle ya da içeriğiyle sinemaya çok da yeni bir şey kattığını düşünmüyorum, yani o abartılı övgüleri mecburen bir kenara bırakalım ama sonra bu söylediklerimi de bir kenara bırakalım çünkü film son derece yalın anlatımının ardında kırık bir aşk hikayesi anlatıyor ve ben aşkı anlatan iyi niyetli her filmin değerli olduğu kanısındayım ve bunu sinema sanatının sunduğu imkanları oldukça iyi kullanarak yapıyor. Üstelik aşıkların ikisinin de hiçbir suçu olmayan, tam zaman ya da mekan yanlıştı, biz ne yapalım filmi bu, ah etmenin mümkün olmadığı türden... 1700'lü yıllarda geçen hikaye, bizim bugünkü toplumumuzdan bile daha geri kalmış bazı özelliklere sahip. Bir genç kadının hiç tanımadığı bir adamla evliliğe zorlandığı dönemin Fransa'sında adam bu kızla evlenmek için onun yağlı boya bir portresini görmeyi şart koşar. Bugünkü gibi whatsapp ya da instagram ne arasın! Ve bunun için ressamlar çağrılır, ama kızımız poz vermez çünkü böylesi bir evliliğe haklı olarak isteksizdir. Ta ki ressamların sonuncusu gelene kadar, ona karşı da ilk başta isteksiz olacağı düşünülür ya, neyse ki yavaş yavaş alevlenmeye başlayan aşkın etkisiyle bir süre sonra portresini çizmesine izin verir. İlk başta ressam gizli gizli gözlemlediklerini tuvale aktarmaya çalışmış, pek de başarılı olamamıştır. Aşkın alevlenen ateşine koşut olarak tamamlanan ikinci tablo bir yanda adeta çiftin aşklarının dışavurumu gibidir, diğer yandansa kaçınılmaz bir ayrılığın habercisi... Filmin öncelikle aşkla sanat arasında paralellik kuran bir savunusu var, ayrıca dönemi yansıtışı ve aşkın nasıl da güçlü bir duygu olduğunu ve bazen aşık olunacak kişinin cinsiyetinin beklenilenden farklı olabileceğini, başroldeki ikilinin (Adele Haenel ve Noemie Merlant) başarılı yorumunun ardında büyük özenle yazılmış bir senaryo ve harikulade görüntü yönetimi eşliğinde aktarıyor. Kuşkusuz filmdeki kadrajların çoğu, ünlü bir ressamın tablolarından çıkmış izlenimi veriyor. Bunun sinemanın resim sanatıyla ilişkisini ön plana çıkardığını da düşünebiliriz, hem biçim içerik uyumu açısından da resim sanatına bir övgü taşımış olur. Filmin yalın görünümünün ardındaki zarafet diyelim biz ona ya da filmi izledikten sonra geçen sürede bir miktar daha derinleşiyor hissi, bu açıdan biraz Michael Haneke'nin Amour'u da öyle değil miydi dedirtiyor sanki. Biraz zaman geçtikçe biraz üzerine düşündükçe içimizde büyüyüp başyapıt bölgesine girebilecek, her anlamda tam bir kadın filmi.  

Ve her şeyin ötesinde Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi, günümüzde içi epeyce boşaltılan aşkın iç ateşinin yüze nasıl vurduğu ve bazen bir müzik parçasının (Vivaldi'nin Dört Mevsimi'nden Yaz) bile o ateşi nasıl alevlendirebildiğiyle neticelenen muhteşem final sekansıyla bence daha da büyük bir filme dönüşüyor... Ki filmin ilk yarısında bunun işaretini verdiği bir piyano sahnesi var, bu ve bunun gibi detaylar filmin neden senaryosuyla bu kadar ön plana çıktığını aktarıyor bize.

Yıldız: * * * *

7 Kasım 2019 Perşembe

Parazit: Pragmatizmin Dehlizlerinde Kaybolmak

Ve evet konumuz Bong Joon-ho'nun Parazit'i... Aslında kimi yönlerden hayli ilginç bir film Parazit ve zengin de bir film. Ama derin bir film değil. Günümüzün Amerikan uydusu yaşamlarına yoksulluğun farklı tezahürleri açısından bakan bir film. Hollywood'un dünyaya armağan ettiği tür sinemasıyla yaratıcı sinemanın bir bireşimi sanki. Evet Parazit tür sinemasının kodlarıyla ilerleyen bir film hem de birden fazla türün (komedi, gerilim, fantastik, aksiyon dram, ne ararsanız). Ama en fazla da komediyi kullanan bir film ve bana kalırsa komediyi kullanış biçimi bazı noktalarda ilgi çekici olsa da çoğu yerde de oldukça sığ ve ortalama izleyiciyi güldürme amacı taşıyor ve izlerken içimden yazık diyorum, al işte bir tane daha yere göğe konamayan Güney Kore filmi! Özetle bodrum katta yaşayan bir ailenin oğlunun zengin bir ailenin yanında işe girerek önce kız kardeşini ardından kız kardeşin ailenin şoförünü zan altında bırakacak bir hareket yaparak babayı işe soktuğu, son noktada üçlünün evin veteran hizmetçisini saf dışı ederek annelerini işe aldıkları organize bir kötülük filmi bu. Evet alt sınıfların da ne kadar kötüleşebileceğini gösteren, belki kimilerince gerçekçi ama yine de pragmatizmin ileri boyutlara gittiğinde ortaya çıkardığı kötülük üzerinden insanları güldürmeye çalışan bir film. Üstelik bu dörtlünün bu yöntemle eve sızacağı daha filmin başlarında kendini o kadar belli ediyor ki, her şeyi geçtim bari bu kadar öngörülebilir bir film yapmasaydınız diyorum içten içe... Aslına bakarsanız ne oluyorsa ondan sonra oluyor, kovulan hizmetçi bir gece vakti ansızın eve dönüyor ve evin gizli mahzenindeki bir sır açığa çıkıyor ve bu noktadan sonra film başka türlerin sularına girmeye başlıyor, elbette ilk yarıdaki komediyi tamamen bırakmadan... Filmin son yarım saati ise duygusal yoğunluğu da olan bir bölüm, ikinci yarıda senaryoya ivme kazandıran yaratıcı unsurların farklı düğümlerden geçip filmi adeta başyapıt havasına soktuğu, hayatımda izlediğim en keskin ton değişikliklerinden birine giden bir son yarım saat, olumlu anlamda pes doğrusu! Sonuçta Kapitalist Kore'deki sınıfsal farklılıkların derinleştirdiği makası çeşitli metaforlar ve satır arası cümlelerin de desteğiyle anlatan ve sinemanın verili araçlarının tümüne hakimiyetiyle öne çıkan ve bu yüzden pek çoklarını etkileyen filmdeki karakterlerin kötülüklerini meşrulaştıran dokuyu doğru bulmasam da, filmi çok beğenenlere de bir şey diyemem herhalde... Belki de biçim-içerik uyumu olarak görülebilecek bir yanı var. Zengin ailenin annesi bahçedeki çadırda yatmak isteyen oğullarının çadırının su almayacağını çünkü onu Amerika'dan aldıklarını söylüyor mesela ve sürekli konuşmalarının arasına İngilizce cümleler serpiştiriyor. İşte böyle bir ortamda bir Güney Kore filmine ama senin karakterlerin de aşırı pragmatist ve anlatın biraz fazla mı Hollywood'un etkisinde desek ne olur demesek ne olur... 

Yıldız: * * * 

21 Ekim 2019 Pazartesi

Almodovar'ın Son Filmi

Pedro Almodovar son filmi Dolor y Gloria (Acı ve Ün) Elia Suleiman'ın It Must Be Heaven ile düştüğü açmazın farklı bir versiyonu aslında. Orada açık biçimde dış etkenlerden ötürü istediği filmi bir türlü çekemeyen yönetmenin yerini bu kez, film çekme tutkusu körelmiş ve çeşitli hastalıklardan muzdarip bir yönetmen almış. Ne kadar da tanıdık, beylik bir anlatı ama... Elbet sinema tarihinde de sanatçılar yolun sonuna geldiklerini sezerler ve bazen vedaları böyle olur ya da dönemsel bir durum da olabilir bu. Yani nasıl bir film çekeceklerini bilemezler en sonunda film çekememe halinin kendisi film olur çıkar, yaratıcılıklarının tükendiğinin dışavurumu ya da kimilerinin dediği gibi post-modernizm... Gerçi yönetmen sadece film çekememe halini anlatmıyor. Bugünkü hayatından, başta çocukluk anılarından sonra aşklarından, dargın bir oyuncusuyla ilişkisinden bir toplam sunuyor bize. Antonio Banderas'ın başarılı yorumunun yanı sıra dingin ve ılık bir anlatımdan güç alan filmde ne can alıcı, özgün bir detay yakalanabilmiş ne de yeterince dramatik etki yaratacak bir öykü tasarlanabilmiş. Oldukça tekdüze bir film Dolor y Gloria. Üstelik bize önemli ne söylüyor olabilir: Yaratıcılığın ve cinselliğin çocukluktan kök alan bir arzu olduğunu mu? Yönetmenin çekimlerine başladığı İlk Arzu adlı filmde olduğu gibi mi? En fazla bu olabilir herhalde. Yine de filmin belki de tek etkileyici sahnesi finalde, izlediğimiz çocukluk anılarının, İlk Arzu adlı filmden ibaret olduğunu gördüğümüz şu sahne işte, gerçekle kurmacanın silikleştiği, izlediğimiz bütünün ne kadarı yönetmenin hayatı ne kadarı değil sorusunun belirsizleştiği sahne. 

Yıldız: * * *

14 Ekim 2019 Pazartesi

Filmekimi 2019

İstanbul Film Festivali'yle beraber Dünya Sineması'na kapılarını açan diğer önemli etkinlik olan Filmekimi'nde yine vizyona girmesi kesin gözüken bazı filmleri es geçtim, ki bunlar içinde Cannes'ın en gözde filmleri vardı.

Dardenne'lerden Yakıcı Bir Film Daha

Evet şöyle başlayalım: Le Jeune Ahmed, Cannes'da aldığı Mizansen Ödülü'nü hak eden bir film, hani kimilerinin dediği gibi nesine ödül vermişler bunun diyen tarafta elbette değilim. Dardenne'ler yakıcı gündeme dair öyle bir konuyu öylesine olgun bir sinema diliyle işliyorlar ki valla benden şapka... Yakıcı, çünkü bu kez filmlerinin merkezindeki 13 yaşındaki Ahmet, radikal islamın pençesinde. Belçika'ya göçmüş seküler bir Arap aileden gelmesine rağmen mahalledeki imamın etkisiyle günden güne rasyonelitesini yitirmekte ve şiddete meyletmektedir. Kadın hocanın elini sıkmaz, onu yalayacağından korktuğu hayvanın salyası murdardır der, bir kız tarafından öpülünce abdest almak zorunda hisseder ve daha bir sürü şey... Cemaat üzerindeki etkisi yitireceğinden korkan imamın etkisiyle de Arapçayı Kuran okumanın ötesinde günlük yaşamda kullanmak için kurs düzenlemek isteyen hocasını öldürmeye teşebbüs eder, sonra ıslah evine gönderilir, zamanla Ahmet'in düşüncelerinde küçük bir değişim gözlenir gibi olsa da, ruhunun en karanlık yerlerine işleyen radikal islami öğretilerin gencecik bu insanı bırakması o kadar da kolay değildir... Dardenne'ler her zaman oldukları gibi yine hiç uzatmadan, lafı dolandırmadan, yarattıkları çeşitli karakterleri hiç de gözümüze gözümüze itelemeden dertlerini anlatıyorlar. Tıpkı Ken Loach gibi anlatsalar güzel olacak değil anlatmak zorunda oldukları hikayeleri seçmeye devam ediyorlar ve bazı izleyicilerin aksine ben, içi kof biçemsel denemeler yerine böyle bir sinemayı yeğliyorum. Özellikle, biraz uzunca süren final sekansı sadece yönetmenlerinin mizansen kurma becerisini öne çıkarmakla kalmıyor, baş karakteri özelinde Avrupa'nın çaresizliğine de dokunuyor. Evet belki de toplumsal çaresizliğin çölünde bir şeylerin değişmesi için en acı bireysel tecrübeleri yaşamamız gerekiyor.  

Ken Loach'tan Duyguları Pataklayan Bir Film


83 yaşındaki usta yine her zamanki gibi politik ve bu kez politik olduğu kadar da duygusal. Hafta içi 11.00 seansı olmasına rağmen neredeyse boş koltuğun olmadığı bir salonda izlediğimiz Sorry We Missed You ile içinde ufacık da olsa hümanizma kırıntıları olan herkesin etkilenebileceği-etkilenmesi gereken bir filme imza atıyor. Serbest piyasa ekonomisinin küresel dönüşüm sürecinde objektifini bu kez ev almak isteyen orta sınıfa çeviren yönetmenin kadrajına öncelikle bir aile babası giriyor, öyle ki yeni işe giren babaya kendi işini yaptığı söylenmekte ama yeri geldi mi verimliliği düşürebilecek her durumda uyarılar, dahası sert maddi yaptırımlar uygulanabilmektedir. Üstelik sıfır saat iş sözleşmesi, bizim için çalışmıyorsun, bizimle çalışıyorsun, aldığın maaş değil ücret gibi zırvalıklarla da sömürü düzeninden çıkan işçiden bir tür kendi kendini sömürme simülasyonu yaratan sistemin çarkları son derece keskindir. Böyle bir durumda yapılan fazla mesailerin ve benlikte oluşan psikolojik tahribatın da ailenin bütün üyelerini etkilemesi kaçınılmaz olacaktır. Bakıma muhtaç insanlar için ev ev koşturan bir anneyle günde 14 saat trafikte boğuşan, idrarına tuvalete yapabileceği zamanı bile bulamayan babanın biri lise çağında diğeri daha küçük iki çocuğu da bu durumdan şiddetli biçimde etkilenecektir. Ken Loach, Paul Laverty ile beraber kaleme aldıkları senaryoda son derece gerçekçi bir dil yakalarken, günlük yaşamın tüm parabolleri de dozunda ve etkili aktarılmış, melodramın tuzaklarına düşme riski barındıran hikayesinde Loach, soğukkanlı tavrından bir an olsun taviz vermiyor ama Sorry We Missed You yönetmenin duygusal yoğunluğu en yüksek filmlerinden biri olmayı da başarıyor. Bana kalırsa politik sinemanın başyapıtları arasında görmenin pek de yanlış olmayacağı bu örnek, bir kez daha izlenmeyi hak ediyor.

Malick'ten Savaş Karşıtı Film

Terrence Malick'in A Hidden Life'ı izleyenlere ne kadar da tanıdık geliyor değil
mi? Sanatın evrensel gücü bu. Bambaşka mekan ve zamanda yaşanan diyalogların bu kadar içimizden olabilmesi. Vicdani retçi Franz Jagerstatter'ın gerçek hayat öyküsüne odaklanan filmin henüz başları sayılabilecek bir noktada Franz, işgalciyiz biz diyor. Savaş için bağış toplayan Nazi subaylarına para vermiyor, mahalle baskısına uğruyor, sonra da savaşa çağrılıyor ve gitmeyip hapse düşüyor, türlü işkencelerden geçiyor ve öyle bir nokta geliyor ki zaten savaş bitmeye yakın Hitler'e bağlılık yemini et ve idamdan kurtul diyenlere de aldırmıyor ve bildiği yoldan dönmüyor. Kuşkusuz Franz ve onun gibi azınlığın direnişi özünde dünyayı değiştiremese de dünyanın biraz olsun daha iyi bir yer olmasında pay sahibi. Malick 3 saatlik filminde yine kendine has hareketli kamerasıyla oldukça şiirsel bir anlatım tutturuyor ve yine tanrı inancından kopmadan onun inayetini yücelten ama din kurumu ve kiliseyi eleştirmekten de kendini alıkoymayan bir yaklaşım sergiliyor. Önemli oranda Franz'ın ölmeden önce yazdığı mektubu dış sesi olarak işittiğimiz ve görece az sayıda diyalogla ilerleyen film İngilizce ama Almanca konuşulan yerlerde de kasten altyazı eklenmemiş. Almanca'yı ya da Nazileri duymazdan gelmek gibi yorumlanabilecek bir sinema dili tercihi bu. Özelde Nazizmi vurgulamakla beraber, militarizmin nasıl bir bela olduğu ve kitleleri kolayca peşinden sürüklediği ve her şeye rağmen bu saçmalıklara inançlı bir insanın her koşulda direnebilmesinin yüceliğini vurguluyor. Adeta Dardenne'lerin Le Jeune Ahmed'inin çift yumurta ikizi bir film, en nihayetinde inançlı ve inançsız insan olmanın o kadar bir önemi yoktur, iyi ve kötü insanlar vardır. Başka ülkelerde de dönem dönem yoğunlaşan savaş atmosferinde başka zamanda demokrat görünenlerin bile kana susadığı, ufacık ses çıkaranların linç edilmekten, işini kaybetmeye, gözaltına alınmaya kadar korkuyla yaşadığı iklimin benzeri değil de nedir bu? Malick'e belki de getirebileceğimiz tek eleştiri, bazı noktalarda karakterlerine fazlaca poz verdiren alabildiğine ağdalı bir anlatımdan ötürü süreyi daha efektif kullanamaması olurdu herhalde. Sonuçta savaş karşıtı mesajı net, kayda değer bir politik sinema örneği A Hidden Life.


Yukarıda kaleme aldığım üç filme karşın festivalin ilk günlerinde izlediğim filmlerse birer birer hayal kırıklığı yarattı bende. Gerçi ne kadar hayalin vardı da diyebilirsiniz. Ancak Cannes'da Altın Palmiye için yarışmış filmlerden daha iyi bir toplam beklemek de hakkımız olsa gerek. Dünyadaki dört binin (evet doğru 4.000) üzerindeki film festivalinin bir numarası değil mi o? En büyük yönetmenlerin ve en fazla sayıda yönetmenin yarışmak için başvurduğu festival. Diao Yinan'ın Nan Fang Che Zhan De Ju Hui filmi mesela, son derece estetize edilmiş pek çok sahneye sahip ama ne esaslı bir gerilim yaratabiliyor ne de adına hikaye denebilecek bir şey sunuyor. Çok az aşk, fazlaca kovalamaca-çatışma... Sahi bu adam ne anlatıyor? Keza Arnaud Desplechin de Oh Mercy ! de çok farklı değil, evet burada az buçuk bir hikaye var da, alelade bir polisiyeden hallice, öyle bir gizem duygusu falan da ne arasın. En önemlisi bu filmlerin insana, topluma, hayata karşı ne bir duruşları ne de bir sözleri var. Ira Sachs'ın Frankie'si de rahat izlenmesine rağmen neredeyse hiçbir şey anlatmayan bir film, Sintra denen Portekiz sayfiye yerinde geçen bir gezinti filmi. Karakterler karşılaşıyor biraz konuşuyor sonra başka karakter bir diğeriyle konuşuyor sonra bir diğeriyle, biraz yürüyorlar konuşuyorlar, etkileyici bir doğa da onlara eşlik ediyor. Hepsi bu kadar. Keza Justin Triet'nin Sibyl'ını ele alalım. Bugün ile geçmiş arasında
oldukça sert bir kurgu anlayışıyla mekik dokuyan film, orta yaşlı psikolog bir kadının aşk acıları, bazı hastalarıyla diyalogları ve içinde bulunduğu bir film setindeki komikliklerden bir kolaj oluşturmuş, baş karakterin zihnini takip etmesi açısından bir yönüyle biçem denemesi olarak görülse de yine de sözü olan bir film demek zor. Bir başka biçem denemesi de Corneliu Porumboiu'nun La Gomera'sı, bu denemeyi filme kattığı karakterlerin isimlerini filmin belirli noktalarında perdeye getirerek yapmaya çalışıyor, bunu yapmasa filmin değerinden ne eksilirdi? Bir yabancılaşma efekti anlayacağınız... Makul yazılmış bir ajan filminden öteye gidemiyor. Yine seyircilerden belli ölçüde olumlu tepkiler alan, hani acaba bir sözü var mı denilebilecek Kleber Mendonça Filho'nun Bacurau'su da görece zayıf bulduğum bir film. Bilimkurgu ve savaş filmi türlerinden izler barındıran, bir köy yaşamını tehdit eden dış güçlere karşı köylülerin yeri geldi mi en sert şekilde cevabı verebileceğini gösteren bu anti-emperyalist film, bazı yerel motiflere ve hafif mizahına karşı en nihayetinde bir tür filmi, şu dış güçlerle uzaylıları anıştıran cinsten. Elbette akıcı, izlemesi kolay, kitleselleşebilme potansiyeli olan bir film. Bu örneklere karşın Filistinli usta sinemacı Elia Süleyman'ın It Must Be Heaven'ı ise yönetmen kendi kişisel deneyimlerinden yola çıkarak gerçekleştirmiş. Filistin, Fransa ve ABD'de geçen, yönetmenin yaşadığı traji-komik halleri yansıtış biçiminin içtenciliğiyle dokunaklı hale gelen film, evet biraz dağınık, evet birkaç diyalog dışında yeterince etkileyici anlara sahip değil ama biraz da niye öyle olamadığını anlatıyor zaten yönetmen ve bu sese kulak vermek gerekiyor. Salondaki seyircilerden ciddi bir alkış almasına karşın benim o kadar da etkilenmediğim bir film ise Marco Belloccio'nun Il Traditore'si. Devlet ile anlaşıp İtalya'daki mafya yapılanmasını çökerten Tommaso Buscetta'nın hikayesi etkileyici sahneleri, başroldeki oyuncunun başarısı ve epik anlatımıyla dinamik ve seyri rahat bir film olsa da sonuçta son derece klasik bir mafya filmi. Evet mafya-asker-hükümet birbirinden ayrılmaz bir bileşimdir ama sanki filmin buralara girmeye o kadar da niyeti yoktur.

Yıldız Tablosu

Le Jeune Ahmed  * * * *

Sorry We Missed You * * * *

A Hidden Life  * * * *

It Must Be Heaven * * *

Les Belles Annees D'Une Vie * * *

La Gomera  * * 

Il Traditore  * *

Bacurau  * *

Sibyl   * *

Frankie  *

Roubaix, Une Lumiere *

Nan Fang Che Zhan De Ju Hui  *

Saturday Fiction *

Le Belle Epoque * 

24 Eylül 2019 Salı

Emin Alper'in En Hafif Filmi

Belki de Nuri Bilge Ceylan'dan sonraki en iyi yönetmenimiz olarak görülebilecek Emin Alper'in son filmi Kız Kardeşler yönetmenin en hafif ve en az politik filmi olmuş. Önceki iki filminde politik alegorinin başarılı örneklerini sergileyen yönetmen bu kez bu toprakların gerçeğine, 'besleme' kızlar mevzuna parmak basmak istemiş. Hani şu köylü, fakir, eğitimsiz ailelerin kentli, zengin ve görece daha eğitimli ailelerin yanına hizmetçi olarak verdikleri kızlar... Orada daha iyi şartlarda yetişsin ve mümkünse kendisinden çok daha iyi özelliklere sahip kentli bir erkekle evlenebilsin diye... Yalnız film bu mevzuyu derinlemesine incelemek yerine köylerine geri dönen bu kızlar ve köy ahalisinin gündelik yaşamından kesitler sunmakla yetiniyor. Ne öyle ahım şahım bir toplumsal analizi var ne de makro bir perspektifi, gayet bireysel diyaloglardan mütevellit. Yine artık ezbere bildiğimiz taşranın-taşralıların çıkışsızlığı, insanların içindeki, hatta sanki özellikle kadınların içindeki kötücüllüğün izlerini göstermekten başka yeni bir sözü yok. Ancak mükemmele yakın oyunculuklar ve bana kalırsa birinci sınıf denebilecek bir oyuncu yönetimine, mizah dozu yüksek oldukça başarılı diyaloglara ve neredeyse bir o kadar başarılı bir görüntü yönetimine sahip. Yine de Emin Alper'den daha fazlasını beklemek hakkımızdı.

Yıldız: * *