5 Temmuz 2025 Cumartesi

Çeyrek Asrın En İyi Filmleri Seçildi

500'den fazla yönetmen, oyuncu, yapımcı ve sektörde ağırlığı olan isme 1 Ocak 2000'den bu yana ABD'de vizyona girmiş en iyi filmleri listelemeleri söylenmiş, sanıyorum ki herkesten 10 film söylemeleri istenmiş böylece adı en fazla söylenen filmler listelenmiş ve bir ilk 100 oluşmuş.

Burada da geçtiğimiz 25 yılda benim en çok beğendiğimi düşündüğüm 10 film var.

Frantz - François Ozon

Kış Uykusu -Nuri Bilge Ceylan

Beyaz Bant - Michael Haneke

6 Numaralı Kompartıman - Juho Kuosmanen

Saklı - Michael Haneke

4 Ay 3 Hafta 2 Gün - Cristian Mungiu

Muhteşem Güzellik- Paolo Sorrentino

Konuş Onunla - Pedro Almodovar

İki Gün Bir Gece - Dardenne Kardeşler

Bir Kahin - Jacques Audiard (Türkiye'de vizyona girmedi !f İstanbul kapsamında Bir Peygamber adıyla sinemalarda gösterildi)






 

24 Mayıs 2025 Cumartesi

Jafar Panahi Altın Palmiye'ye Yakın

Abbas Kiarostami'nin Kirazın Tadı'ndan bugüne 28 yıldır İran'a gitmeyen ödül, bu kez gidebilir. Panahi'nin son filmi Yek Tasadef Sadeh (Sadece Bir Tesadüf) için olumlu yorumlar fazla. Üstelik son yıllarda bir hatta iki filmi hep ana yarışmada olan güçlü bir ülke sineması için bu kadar zaman fazla değil mi? 

Şimdi anlatacaklarımı nasıl tarif etmeli? Belki kaderin cilvesi diyerek, ama uzun tarihi boyunca festivaller de kendi hikayesini oluşturabiliyor... Ve işte onlardan biri bu akşam tamamına erebilir. Bu Jafar Panahi'ye Altın Palmiye getirebilecek bir hikaye. Hemen hafızalarımızı tazeleyelim. Tam 15 yıl öncesine gidiyoruz. 2010 yılındaki Cannes Film Festivali'ne... Jafar Panahi İran hükümetine sanatıyla başkaldırmak suçundan ötürü hapiste, O yılki Cannes jürisi oluşturulurken Tim Burton başkanlığındaki jüri üyelerinden biri de Jafar Panahi olarak belirleniyor. Festival, İran hükümetine Panahi'nin festivaldeki görevini yapabilmesi için çağrıda bulunuyor. İran hükümeti, elbette Panahi'yi jürilik yapması için hapisten çıkarmayacaklarını belirtiyor. Hatta İranlı yetkililer festivalin bunun olmayacağını bile bile Panahi'yi jüri üyesi yaptıkları için Cannes'ın bir sinema festivali değil, siyasi bir festival olduğu suçlamasını getiriyor. Panahi hapisten çıkamıyor hatta o süreçte açlık grevine başlıyor... Ödül töreninde tüm jüri üyeleri koltuklarında otururken, Panahi'nin adının yazdığı koltuk boş kalıyor ve ilgilisi için ikonik bir görüntü verilmiş oluyor ama dahası var tabii. O yıl Aslı Gibidir filmiyle Juliette Binoche, kadın oyuncu
ödülünü kazanıp sahneye çıktığında, eline Jafar Panahi yazan bir kartonu kameralara gösteriyor, Panahi'nin boş koltuğunu işaret ediyor. Sahnede kurduğu cümlelerle de aktivistliğini sürdürüyordu... Ve böylece bir sinemacının hapiste olduğunu daha geniş kitlelere duyurmuş oldu. İşte o Juliette Binoche, bu yıl festivalin jüri başkanı, Panahi ise sadece ana yarışmada olmakla kalmıyor, bu kez bizzat Cannes'da. Geçen sönük yılın politik bilinci sağlam filmi Kutsal İncirin Tohumu'nun yönetmeni Mohammad Rasoulof'u özel bir ödül ile geçiştiren jüri, Panahi'yi bir yan ödülle (Senaryo gibi, -ki bunu 2018'de almıştı) geçiştirir mi? Ya da Büyük Ödül (Grand Prix) yeterli der mi? Her ne kadar Cannes jürilerinin sağı solu belli olmasa da durum bu kez farklı olabilir. Tablolara biraz göz gezdirince, Kleber Mendonça Filho, Oliver Laxe, Joachim Trier, Richard Linklater, Sergei Loznitsa da olası rakipler arasında gözüküyor. Yine Bi Gan da izleyicileri keskin biçimde ikiye bölen filmiyle belki yan ödüllerden birini alabilir (Mizansen veya Jüri). Dardenne Kardeşler ise ödül alsın almasın, hatta gerekirse kötü eleştiriler alsın her daim en çok merak ettiğimiz yönetmenlerin başını çekmeyi sürdürecek... Şahsen Panahi, Altın Palmiye'yi almayacaksa, Dardenne'ler duyargaları gelişkin, yalın, yetkin sinemalarıyla 3. Palmiyelerini niye alamasın ki?

15 yıl öncesi ve bugün, son 15 yılda dünya genelinde demokrasi endeksi kademe kademe geriliyor. Seçimli demokrasiler seçimli otokrasilere, seçimli otokrasiler ise otokrasilere dönüşmeyi arzuluyor. Yükselişe geçen otokrat hükümetler haklı elbette, Cannes aynı zamanda siyasi bir festivaldir. Evet Cannes bir yanıyla Batılı anlamda kapitalizmin önemli bir beşiğidir ve diğer yandan mümkün mertebe sanatçıların ve sanatın özgürlüğünü savunan en büyük sinema platformudur... Sanat ve siyaset nasıl birbirinden ayrıştırılabilir ki zaten. Bugün tüm dünyayı gümrük vergileriyle tehdit eden Donald Trump, son 80 yılın en kötü ABD-Avrupa ilişkisinin de bundan pay alacağını gümrük vergisini Avrupa filmlerinin ithalatına yönelik en sert şekilde uygulama isteğiyle gösterdi. O halde festivalin açılış gecesi konuşan Robert De Niro'ya kulak verelim: Ülkem ABD'de demokrasi için büyük bir mücadele veriyoruz. Demokrasiyi cepte sanıyorduk, bu hepimizi, buradaki herkesi etkiliyor. Sanat kapsayıcıdır, çeşitliliği kucaklar. İnsanları bir araya getirir. Bu yüzden sanat bir tehdittir, o yüzden bizler otokrat ve faşistlere karşı bir tehditiz. Bu durumu arkamıza yaslanıp film izler gibi izleyemeyiz. Harekete geçmeliyiz. Şu an harekete geçmeliyiz...

2010 yılında hapiste olduğu için jüri üyelik görevini yapamayan Jafar Panahi için gözyaşı döken Juliette Binoche. 



Cumhuriyet Gazetesi'nin Panahi'ye ilişkin 2010 yılındaki haberi



25 Mayıs 2024 Cumartesi

Kalplerin Sesi Mohammad Rasoulof'tan Yana

Rasoulof'un olası zaferinin hikayesi kimilerince kaçınılmaz biçimde Yılmaz Güney'in 1982'deki zaferine benzetilecektir.
MeToo protestolarının etkinliği sekteye uğratabilecek kadar yoğun olabileceği düşünülen 77. Cannes Film Festivali'nde beklenen gerçekleşmedi ama Altın Palmiye'yi feministlerin de desteğini rahatlıkla alacak, bir anlamda yarı kurmaca olarak tabir edilen Kutsal İncir Tohumu'nun yönetmeni Mohammed Rasoulof'un kazanması kimseyi şaşırtmayacak. Özgün ve doyurucu bir politik sinema yapıtı olarak alkışlanan Kutsal İncir Tohumu'nun yönetmeni Rasoulof'un 8 yıl hapis cezası almış olması kuşkusuz ki bu ödülü daha anlamlı kılıyor. Yönetmenin İran'dan sınırı yürüyerek kaçtığı büyük olasılıkla Türkiye'den Almanya'ya geçip filmin kurgusunu gerçekleştirdiği söylentiler arasında. Yönetmenin şu an Cannes'da olması ödülü kazanması halinde kendi elleriyle alması anlamına da gelecek. Örneğin geçmişte Jafar Panahi'nin senaryo ödülünü almaya gelemediğini biliyoruz... Filme dair yapılan bir yorumda filmin tıpkı İran sinemasının diğer büyük yönetmenleri Farhadi ya da Kiarostami gibi bir senaryo cambazının işi olduğu yazılmış. Ben de Rasoulof'un Şeytan Yoktur filmini izledikten sonra şöyle bir cümle kurmuştum: "Her öykü dramatik gelişim çizgisiyle, yarattığı merak duygusu, barındırdığı sürprizleri, iç tutarlığı (ve tabii ki dış tutarlığı) ve etkileyici anlarıyla önemli bir bütünlük oluşturuyor, hem anlatımı hem de anlattıklarının son derece önemli bir meseleye dokunması sebebiyle."

Ödüller için adı geçen diğer bazı yönetmenler ise Jacques Audiard, Miguel Gomes, Sean Baker, Payal Kapadia, Coralie Fargeat ve Jia Zhangke. 

Temennim sorulursa Rasoulof ile birlikte çok beğendiğim bir yönetmen olan Audiard'ın da bu akşam eli boş gitmemesini dilerim elbette. Ama yıllarca öngörülmesi zor, tartışmalı kararlar verdikten sonra en sonunda geçen yılki jüri Alexander Baumgarten'ın birkaç yüzyıl önce söylediği o meşhur ifadeyle estetiğin aslında mantığın kız kardeşi olduğunu hatırlamıştı. Bu kez içlerinde Ebru Ceylan'ın olduğu jüri de bu sese kulak verir mi akşama göreceğiz.

1 Mayıs 2024 Çarşamba

43. İstanbul Film Festivali'nden Notlar...

2021'de tarihe geçecek yoğunluktaki Cannes Film Festivali'nden sonra dünya sineması hala toparlanabilmiş değil. İstanbul Film Festivali ise dünya sinemasındaki genel zayıflığın kaçınılmaz bir yansıması olarak 2019'daki zirvesinden hayli uzakta. İzlediğim filmlere baktığımda 3 Fransa, 2 Macaristan, 1 İspanya, 1 ABD, 1 Pakistan, 1 Meksika, 1 Romanya, 1 Güney Kore, 1 Türkiye, 1 İran, 1 Benin, 1 Grönland filmi izledim. Örneğin Grönland'ta (İngilizcesi Greenland) ve kısmen Danimarka'da geçen filmin yönetmeni İsveçli, Benin filminin yönetmeni de Fransa doğumlu, film bir ortak yapım. Ayrıca Türk ve Meksika filmleri eskilerdendi, güncel değildi yani. Şimdi böyle bakınca aslında ne kadar renkli gözüküyor değil mi? Bu filmler içerisinde hiç şüphe yok ki en iyisi Maryam Moghaddam, Bentash Sanaeeha ikilisinin gerçekleştirdiği bir İran filmi olan En Sevdiğim Pastam, 70 yaşında uzun süredir yalnız yaşayan bir kadının bir taksi şoförüyle karşılaşıp onu evine davet ettiği bir geceyi anlatıyor, ikinci yarısı evin içinde geçen film hem ilginç bir öykü yakalamış olmakla kalmıyor, bu öyküyü son derece dengeli ve ustalıklı biçimde aktarıyor ve film gerçekçi bir güldürü olarak akarken finale doğru önemli bir ton değişikliğine gidiyor, şaşırtıyor, adeta bir gerilim filmine dönüşüyor, bu önemli. Geçtiğimiz Berlin Film Festivali'nde Altın Ayı'yı alamaması sürpriz olmuş. Yine festivalde dikkatimi çeken diğer bir örnek Grönland filmi Kalak oldu, talihsiz bir çocukluk geçiren karakterin yetişkinliğine odaklanan film de sinemanın araçlarına önemli ölçüde hakimiyetiyle dikkat çekiyordu. Carlos Reygadas'ın bir tür klasikleşmiş filmi Cennette Savaş da elbette festivalin en önemli filmlerinden biriydi. Arzu ve aile kavramını izleyiciyi zaman zaman yoracak denli ağırbaşlı işleyen en az bir kez daha izlenmesi gereken bir yapım. Kuşku yok ki Reygadas yakın dönem Meksikası'nda birkaç filminde yakaladığı ortak izlerle o sinemanın en dikkat çekici auteurü. Radu Jude'un Dünyanın Sonundan Bir Şey Beklemeyin adlı yapımı ise günümüzde iş yaşamındaki bir kadın ile geçmişteki bir kadının (sanıyorum bir kolaj) hikayesi arasında koşutluklar kurmasıyla dikkat çekti. Filmin son çeyreği ise aynı planda bir filmin çekilmesinin zorluklarını uzun uzun işleyen özgün bir deneme olsa da, bence fazlasıyla dağınıklığıyla hatırlanacak bir film. Victor Erice'in uzun yıllar sonra çektiği Kapa Gözlerini ise internete de uzun süre önce düşmesinden ötürü çok bahsi geçen filmdi. Akıcı, düzeyli bir ana akım filmin özelliklerini taşımaktan ötesi değil kanımca. Bu örnekler dışında Berlin'de Altın Ayı alan Mati Diop'un Dahomey'i ise sömürgeciliği, tarihi eserler üzerinden anlatan bir belgesel. Filmin intak sanatına başvurması ilgiyi arttırmış olabilir. Yine festivalde izlediğim 2 Macar rapsodisi de zor ama dikkate değer filmlerdi. İldiko Enyedi'nin Benim 20.Yüzyılım Batı'daki gelişmelerle Macaristan tarihi arasında koşutluk kurarken, Sinbad daha bireysel ama son derece şiirsel bir örnekti. Yine Hong Song-soo'nun Bir Gezginin İhtiyaçları yönetmenin iyi filmleri arasında sayılmasa da insan ilişkileri arasındaki hoş detayları yakalamasıyla öne çıktı.  

30 Nisan 2024 Salı

Hakan Savaş'ın Anısına...

Anadolu Üniversitesi, Dokuz Eylül Üniversitesi, Hacettepe Üniversitesi, Ankara Üniversitesi ve Marmara Üniversitesi'nde süren  öğrencilik yıllarında sende en fazla iz bırakan hoca kimdir deselerdi herhalde Hakan Savaş derdim. 

Üniversiteyi kazandığım ilk yıl lise sonda okuduğum Dostoyevski'nin Suç ve Cezası dışında, yazarın diğer pek çok eserini okumaya başlamıştım, sonra Albert Camus ve tabii ki Oğuz Atay geldi. Bu isimlerin ortak noktası varoluşçu olmalarıydı. Ne güzel tesadüf ki, okuduğum bölümde Sinema ve Varoluşçuluk diye şahane kitabı olan bir hocayı keşfetmiştim ama 3. ve 4.sınıflara seçmeli dersler veriyordu bu hoca, yani anlayacağınız normal şartlarda 3.sınıfı beklemem lazımdı dersini almak için. Ders seçim döneminde önce 4.sınıflara açılıyor sistem zaten, sonra 3.sınıflar sonra 2'ler en son 1'ler. Ben de 2.sınıftayım o dönem. Benden önce kontenjanlı olan Metin Yazarlığı dersini seçen seçmiş, kontenjan dolu ama ders seçim haftası o dersten çıkıp başkasına giren olabiliyor, ben de bilgisayarım başına oturdum yemeği bile bilgisayar başında yiyiyorum, o derece. Herhalde 2 gün falan bekledim, Metin Yazarlığı'ndan biri çıksın ama kimse çıkmıyor. Ben bekle, bekle, umudu tam yitireceğim, pat 15 kontenjan 14'e düşmesin mi, hemen tıkladım ve dersi aldım. İşte böylece Hakan Savaş ile, 2009 Bahar döneminde Metin Yazarlığı dersinde tanışmış, dersin de müptelası olmuştum. Aslında İstanbul'da da bir ara yaygınlaşan Yaratıcı Yazarlık dersinin bir benzeriydi bu ders, hemen her hafta verilen okumalar, 3 saati bulan dopdolu dersler... Ayrıca bu ders Cesare Pavese'yle tanıştırmıştı beni, Yaşama Uğraşı'yla. Sonraki sene Felsefi Eleştiri ve Sanat ile Çağdaş Edebiyat ve Sinema dersleri de yaklaşık en az 2-3 saat sürüyor ve her dakikası dopdolu geçiyordu. Yarım saat ders işleyen, hatta işlemeyen, bazen dersi olduğunu unutan hocalar nerde, Hakan Savaş nerede? Bu süreçte de Bilge Karasu'yla tanıştım mesela... Hakan Savaş çok iyi bir insan, alanına hakim bir akademisyen ve sanatseverdi, ve evet herhalde sayıları gitgide yok olmanın eşiğine gelen entelektüel bir akademisyen tipiydi. Derste yoklama almasa dahi belki sayıları bir avuç olan ama değerini bilen öğrencinin derslerini  asla kaçırmadığı bir akademisyendi. Öyle ki ben henüz yeni mezunken Metin Erksan hakkında yazdığım bir yazıda katılmadığı çok şey olduğunu söylemiş ama hemen sonrasında benim Bugünden Kültür Sanat Dergisi'nde yazmamı istemişti. Sanıyorum kısa ömürlü bu dergide 6 tane yazım çıktı... Artık Metin Erksan'a da o günden daha olumlu bakıyorum :)). Öyle ki yeri geldi, inandığı değerler uğruna fakültenin dekanıyla da sosyal medya üzerinden -kamuya açık- saatler süren çetin tartışmalara girdi. Yeri geldi inandığı değerler uğruna uzun yıllar hakemli dergilere makale göndermeyi reddetti, öyle ki hakemli dergide yayımlanabilecek bazı makalelerini dahi Sözcükler Edebiyat Dergisi'nde yayımlamayı seçti. Bunu pek çok iş arkadaşı anlamakta zorlandı. Hala da anlayabilmişler midir, emin değilim. İnandığı şuydu, belki daha geç doçent, profesör oldu ama onu en azından daha çok insan okudu. Elbette bu tavrının nedeni daha çok okunmak gibi bir popülizm de değildi, akademideki akıl almaz boyutlara varan pragmatizme ve yozlaşmaya bir tepkiydi. Hakan Savaş; Ünsal Oskay, Ahmet Cemal, Naci Güçhan gibi akademisyenlerin açtığı yoldaki son örneklerden biriydi. Artık hiçbiri yok ama bıraktıkları izler baki... 

Hakan Savaş'ın Kiraz Mevsimi ve Sinema Bileti adlı kitabına dair 11 yıl önce yazdığım yazıyla kendisine veda ediyorum. Yazıyı şöyle bitirmişim:

Belki de yazarın kitabın geneline yayılan ölümün kaçınılmaz olduğu yerde bize nakşettiği onulmaz bir yaşama sevincinin çarpıcı bir finali oluyor bu bölüm. Kim bilir... 

 


31 Ocak 2024 Çarşamba

David Lynch'in Mulholland Çıkmazı'na İlişkin Bir Makalem Yayımlandı

Yok neymiş efendim, Erke Kesova niye Hollywood filmlerini sevmiyomuş da mış da muş da. Kimileriniz niyeyse yıllardır çok laf ettiniz. Alın dostlar size bir Hollywood makalesi, pek de uzunca... 

Makaleye ulaşmak için aşağıdaki linke tıklayabilirsiniz

Kurucu Anlatı Olarak Hollywood ve Hollywood ile Postmodern Karşılaşmalar Bağlamında Mulholland Çıkmazı Örneği



17 Ocak 2024 Çarşamba

6. Sinefilozofi Dergisi Sinema ve Felsefe Sempozyumu'ndan

 8-10 Aralık'ta Ankara CerModern'de gerçekleşen etkinlikte ben de Andre Gide'in Erken Anlatı (Mise En Abyme) Kavramının  Sinemadaki Olanakları Açısından Bergman Adası'nı Değerlendirmek adlı çalışmamı sundum. 


26 Aralık 2023 Salı

Zeki Demirkubuz'dan Güçlü Dönüş

Son filmi Hayat, bazı fazla uzun sahneleri ve dolayısıyla uzun süresi olmasa yönetmenin başyapıtı diyebileceğimiz bir bütünlüğe sahip.

2007 senesinde ilk kez bir Demirkubuz filmi izlemiş ve ilginç bulmuştum. Bir festival kapsamında sinemada izlediğim bu film yönetmenin son filmi Kader'di. Bunun üzerine en iyi filmi olarak addedilen Masumiyeti de bir dvd dükkanından satın almış izlemiştim. Yönetmenin dünyası ilgimi çekmişti bir kere, ardından İtiraf, sonra kızının da ismi olan Yazgı (en iyi filmi olduğunu düşünüyordu) ardından en sevdiklerimden Bekleme Odası sonra ilk filmi C Blok derken tesadüf bu ya o dönem okuduğum Dostoyevski'nin Ev Sahibesi novellasını andırdığını düşündüğüm Üçüncü Sayfa... Her gün dvd satıcısına uğrayan ben bir Demirkubuz filmi alıp izliyordum. Demirkubuz'un tüm filmlerini bir haftada tüketmiş kafamda birkaç filmini izlediğim Nuri Bilge Ceylan ile kıyaslamaya başlamıştım. O dönemler Ceylan'a kıyasla edebiyatla bağı daha güçlü ve daha iyi senaryolar yazdığını düşündüğüm Demirkubuz bir roman uyarlaması olan Kıskanmak, Yeraltı sonra Bulantı gibi filmleriyle sinemasında bir düşüş yaşadı. Kimileri Yeraltı'nın da iyi bir film olduğunu söylese de ben pek o kanaatte değildim -ki blogta kısa bir festival yazısı da mevcuttur. Nitekim yönetmen 7 yıllık bir suskunluğun ardından Hayat ile en iyi filmlerinden birine imza atıyor. Hicran adlı bir kız, yaşıtı sayılabilecek Rıza ile 2 kez görüştü(rüldü)kten sonra İstanbul'a kaçar. Yani temiz yüzlü, işinde gücündeki Rıza'yı beğenmez, bu görücü usulü evlilik ona göre değildir ama böyle bir evliliktense İstanbul'da hayat kadınlığı daha mı caziptir? Bir süre sonra Rıza perişan ! onu aramaya koyulur... Filmin ilk yarısı Rıza'nın ikinci yarısı ise Hicran'ın hikayesi aslında ve pek çok karakter var filme dahil olan. Film büyük ölçüde gündelik dilde ve çok zaman etkileyici diyaloglardan meydana geliyor, gerçekten ilginç diyaloglar var filmde, ülkemizin hal-i pür-melalini ortaya koyan. Daha önemlisi Hayat, ülkemizin kadınlarına ilişkin de önemli gözlemler ve çözümlemeler içeren bir film, belki ilk başta Demirkubuz'un kadın düşmanlığı yaptığını düşünenler de olacaktır ama yönetmenin kıvrak senaryosu ve olgun bakışıyla anlamlı bir fotoğraf çektiğini ve kimseye bir düşmanlık beslemediğini düşünüyorum. Tüm oyuncular çok başarılı, özellikle birkaç sahnede oldukça başarılı bir görüntü yönetmenliği, kendi sinemasının alamet-i farikalarını (açılan kapanan kapı, televizyonda film izleyen insanlar) tazeleyen bakışı da ayrıca değerli ve filmde rüya leitmotivi var ki, gerçekten film bittiğinde bravo ! dedirten cinsten. Hele filmin sonlarına doğru Rıza ve Hicran'ın çay bahçesinde buluştuğu sahne, Rıza'nın tavrı, François Ozon'un, Christian Petzold'un filmlerinde gördüğümüz şıklıkta. Evet Demirkubuz, bazı sahnelerin süresini biraz daha kısa tutsa daha da vurucu bir film olabilirmiş Hayat ama bu haliyle de kesinlikle izlemeye ve üzerine düşünmeye fazlasıyla değer... Evet gençliğimizin Demirkubuz'u geri döndü, hatta belki 60 yaşına varan hayat tecrübesinin katkısıyla ermiş bir seviyede. Kutlu olsun !

Yıldız: * * * *