Anadolu Üniversitesi, Dokuz Eylül Üniversitesi, Hacettepe Üniversitesi, Ankara Üniversitesi ve Marmara Üniversitesi'nde süren öğrencilik yıllarında sende en fazla iz bırakan hoca kimdir deselerdi herhalde Hakan Savaş derdim.
Üniversiteyi kazandığım ilk yıl lise sonda okuduğum Dostoyevski'nin Suç ve Cezası dışında, yazarın diğer pek çok eserini okumaya başlamıştım, sonra Albert Camus ve tabii ki Oğuz Atay geldi. Bu isimlerin ortak noktası varoluşçu olmalarıydı. Ne güzel tesadüf ki, okuduğum bölümde Sinema ve Varoluşçuluk diye şahane kitabı olan bir hocayı keşfetmiştim ama 3. ve 4.sınıflara seçmeli dersler veriyordu bu hoca, yani anlayacağınız normal şartlarda 3.sınıfı beklemem lazımdı dersini almak için. Ders seçim döneminde önce 4.sınıflara açılıyor sistem zaten, sonra 3.sınıflar sonra 2'ler en son 1'ler. Ben de 2.sınıftayım o dönem. Benden önce kontenjanlı olan Metin Yazarlığı dersini seçen seçmiş, kontenjan dolu ama ders seçim haftası o dersten çıkıp başkasına giren olabiliyor, ben de bilgisayarım başına oturdum yemeği bile bilgisayar başında yiyiyorum, o derece. Herhalde 2 gün falan bekledim, Metin Yazarlığı'ndan biri çıksın ama kimse çıkmıyor. Ben bekle, bekle, umudu tam yitireceğim, pat 15 kontenjan 14'e düşmesin mi, hemen tıkladım ve dersi aldım. İşte böylece Hakan Savaş ile, 2009 Bahar döneminde Metin Yazarlığı dersinde tanışmış, dersin de müptelası olmuştum. Aslında İstanbul'da da bir ara yaygınlaşan Yaratıcı Yazarlık dersinin bir benzeriydi bu ders, hemen her hafta verilen okumalar, 3 saati bulan dopdolu dersler... Ayrıca bu ders Cesare Pavese'yle tanıştırmıştı beni, Yaşama Uğraşı'yla. Sonraki sene Felsefi Eleştiri ve Sanat ile Çağdaş Edebiyat ve Sinema dersleri de yaklaşık en az 2-3 saat sürüyor ve her dakikası dopdolu geçiyordu. Yarım saat ders işleyen, hatta işlemeyen, bazen dersi olduğunu unutan hocalar nerde, Hakan Savaş nerede? Bu süreçte de Bilge Karasu'yla tanıştım mesela... Hakan Savaş çok iyi bir insan, alanına hakim bir akademisyen ve sanatseverdi, ve evet herhalde sayıları gitgide yok olmanın eşiğine gelen entelektüel bir akademisyen tipiydi. Derste yoklama almasa dahi belki sayıları bir avuç olan ama değerini bilen öğrencinin derslerini asla kaçırmadığı bir akademisyendi. Öyle ki ben henüz yeni mezunken Metin Erksan hakkında yazdığım bir yazıda katılmadığı çok şey olduğunu söylemiş ama hemen sonrasında benim Bugünden Kültür Sanat Dergisi'nde yazmamı istemişti. Sanıyorum kısa ömürlü bu dergide 6 tane yazım çıktı... Artık Metin Erksan'a da o günden daha olumlu bakıyorum :)). Öyle ki yeri geldi, inandığı değerler uğruna fakültenin dekanıyla da sosyal medya üzerinden -kamuya açık- saatler süren çetin tartışmalara girdi. Yeri geldi inandığı değerler uğruna uzun yıllar hakemli dergilere makale göndermeyi reddetti, öyle ki hakemli dergide yayımlanabilecek bazı makalelerini dahi Sözcükler Edebiyat Dergisi'nde yayımlamayı seçti. Bunu pek çok iş arkadaşı anlamakta zorlandı. Hala da anlayabilmişler midir, emin değilim. İnandığı şuydu, belki daha geç doçent, profesör oldu ama onu en azından daha çok insan okudu. Elbette bu tavrının nedeni daha çok okunmak gibi bir popülizm de değildi, akademideki akıl almaz boyutlara varan pragmatizme ve yozlaşmaya bir tepkiydi. Hakan Savaş; Ünsal Oskay, Ahmet Cemal, Naci Güçhan gibi akademisyenlerin açtığı yoldaki son örneklerden biriydi. Artık hiçbiri yok ama bıraktıkları izler baki...
Hakan Savaş'ın Kiraz Mevsimi ve Sinema Bileti adlı kitabına dair 11 yıl önce yazdığım yazıyla kendisine veda ediyorum. Yazıyı şöyle bitirmişim:
Belki de yazarın kitabın geneline yayılan ölümün kaçınılmaz olduğu yerde bize nakşettiği onulmaz bir yaşama sevincinin çarpıcı bir finali oluyor bu bölüm. Kim bilir...