25 Mayıs 2024 Cumartesi

Kalplerin Sesi Mohammad Rasoulof'tan Yana

Rasoulof'un olası zaferinin hikayesi kimilerince kaçınılmaz biçimde Yılmaz Güney'in 1982'deki zaferine benzetilecektir.
MeToo protestolarının etkinliği sekteye uğratabilecek kadar yoğun olabileceği düşünülen 77. Cannes Film Festivali'nde beklenen gerçekleşmedi ama Altın Palmiye'yi feministlerin de desteğini rahatlıkla alacak, bir anlamda yarı kurmaca olarak tabir edilen Kutsal İncir Tohumu'nun yönetmeni Mohammed Rasoulof'un kazanması kimseyi şaşırtmayacak. Özgün ve doyurucu bir politik sinema yapıtı olarak alkışlanan Kutsal İncir Tohumu'nun yönetmeni Rasoulof'un 8 yıl hapis cezası almış olması kuşkusuz ki bu ödülü daha anlamlı kılıyor. Yönetmenin İran'dan sınırı yürüyerek kaçtığı büyük olasılıkla Türkiye'den Almanya'ya geçip filmin kurgusunu gerçekleştirdiği söylentiler arasında. Yönetmenin şu an Cannes'da olması ödülü kazanması halinde kendi elleriyle alması anlamına da gelecek. Örneğin geçmişte Jafar Panahi'nin senaryo ödülünü almaya gelemediğini biliyoruz... Filme dair yapılan bir yorumda filmin tıpkı İran sinemasının diğer büyük yönetmenleri Farhadi ya da Kiarostami gibi bir senaryo cambazının işi olduğu yazılmış. Ben de Rasoulof'un Şeytan Yoktur filmini izledikten sonra şöyle bir cümle kurmuştum: "Her öykü dramatik gelişim çizgisiyle, yarattığı merak duygusu, barındırdığı sürprizleri, iç tutarlığı (ve tabii ki dış tutarlığı) ve etkileyici anlarıyla önemli bir bütünlük oluşturuyor, hem anlatımı hem de anlattıklarının son derece önemli bir meseleye dokunması sebebiyle."

Ödüller için adı geçen diğer bazı yönetmenler ise Jacques Audiard, Miguel Gomes, Sean Baker, Payal Kapadia, Coralie Fargeat ve Jia Zhangke. 

Temennim sorulursa Rasoulof ile birlikte çok beğendiğim bir yönetmen olan Audiard'ın da bu akşam eli boş gitmemesini dilerim elbette. Ama yıllarca öngörülmesi zor, tartışmalı kararlar verdikten sonra en sonunda geçen yılki jüri Alexander Baumgarten'ın birkaç yüzyıl önce söylediği o meşhur ifadeyle estetiğin aslında mantığın kız kardeşi olduğunu hatırlamıştı. Bu kez içlerinde Ebru Ceylan'ın olduğu jüri de bu sese kulak verir mi akşama göreceğiz.

1 Mayıs 2024 Çarşamba

43. İstanbul Film Festivali'nden Notlar...

2021'de tarihe geçecek yoğunluktaki Cannes Film Festivali'nden sonra dünya sineması hala toparlanabilmiş değil. İstanbul Film Festivali ise dünya sinemasındaki genel zayıflığın kaçınılmaz bir yansıması olarak 2019'daki zirvesinden hayli uzakta. İzlediğim filmlere baktığımda 3 Fransa, 2 Macaristan, 1 İspanya, 1 ABD, 1 Pakistan, 1 Meksika, 1 Romanya, 1 Güney Kore, 1 Türkiye, 1 İran, 1 Benin, 1 Grönland filmi izledim. Örneğin Grönland'ta (İngilizcesi Greenland) ve kısmen Danimarka'da geçen filmin yönetmeni İsveçli, Benin filminin yönetmeni de Fransa doğumlu, film bir ortak yapım. Ayrıca Türk ve Meksika filmleri eskilerdendi, güncel değildi yani. Şimdi böyle bakınca aslında ne kadar renkli gözüküyor değil mi? Bu filmler içerisinde hiç şüphe yok ki en iyisi Maryam Moghaddam, Bentash Sanaeeha ikilisinin gerçekleştirdiği bir İran filmi olan En Sevdiğim Pastam, 70 yaşında uzun süredir yalnız yaşayan bir kadının bir taksi şoförüyle karşılaşıp onu evine davet ettiği bir geceyi anlatıyor, ikinci yarısı evin içinde geçen film hem ilginç bir öykü yakalamış olmakla kalmıyor, bu öyküyü son derece dengeli ve ustalıklı biçimde aktarıyor ve film gerçekçi bir güldürü olarak akarken finale doğru önemli bir ton değişikliğine gidiyor, şaşırtıyor, adeta bir gerilim filmine dönüşüyor, bu önemli. Geçtiğimiz Berlin Film Festivali'nde Altın Ayı'yı alamaması sürpriz olmuş. Yine festivalde dikkatimi çeken diğer bir örnek Grönland filmi Kalak oldu, talihsiz bir çocukluk geçiren karakterin yetişkinliğine odaklanan film de sinemanın araçlarına önemli ölçüde hakimiyetiyle dikkat çekiyordu. Carlos Reygadas'ın bir tür klasikleşmiş filmi Cennette Savaş da elbette festivalin en önemli filmlerinden biriydi. Arzu ve aile kavramını izleyiciyi zaman zaman yoracak denli ağırbaşlı işleyen en az bir kez daha izlenmesi gereken bir yapım. Kuşku yok ki Reygadas yakın dönem Meksikası'nda birkaç filminde yakaladığı ortak izlerle o sinemanın en dikkat çekici auteurü. Radu Jude'un Dünyanın Sonundan Bir Şey Beklemeyin adlı yapımı ise günümüzde iş yaşamındaki bir kadın ile geçmişteki bir kadının (sanıyorum bir kolaj) hikayesi arasında koşutluklar kurmasıyla dikkat çekti. Filmin son çeyreği ise aynı planda bir filmin çekilmesinin zorluklarını uzun uzun işleyen özgün bir deneme olsa da, bence fazlasıyla dağınıklığıyla hatırlanacak bir film. Victor Erice'in uzun yıllar sonra çektiği Kapa Gözlerini ise internete de uzun süre önce düşmesinden ötürü çok bahsi geçen filmdi. Akıcı, düzeyli bir ana akım filmin özelliklerini taşımaktan ötesi değil kanımca. Bu örnekler dışında Berlin'de Altın Ayı alan Mati Diop'un Dahomey'i ise sömürgeciliği, tarihi eserler üzerinden anlatan bir belgesel. Filmin intak sanatına başvurması ilgiyi arttırmış olabilir. Yine festivalde izlediğim 2 Macar rapsodisi de zor ama dikkate değer filmlerdi. İldiko Enyedi'nin Benim 20.Yüzyılım Batı'daki gelişmelerle Macaristan tarihi arasında koşutluk kurarken, Sinbad daha bireysel ama son derece şiirsel bir örnekti. Yine Hong Song-soo'nun Bir Gezginin İhtiyaçları yönetmenin iyi filmleri arasında sayılmasa da insan ilişkileri arasındaki hoş detayları yakalamasıyla öne çıktı.  

30 Nisan 2024 Salı

Hakan Savaş'ın Anısına...

Anadolu Üniversitesi, Dokuz Eylül Üniversitesi, Hacettepe Üniversitesi, Ankara Üniversitesi ve Marmara Üniversitesi'nde süren  öğrencilik yıllarında sende en fazla iz bırakan hoca kimdir deselerdi herhalde Hakan Savaş derdim. 

Üniversiteyi kazandığım ilk yıl lise sonda okuduğum Dostoyevski'nin Suç ve Cezası dışında, yazarın diğer pek çok eserini okumaya başlamıştım, sonra Albert Camus ve tabii ki Oğuz Atay geldi. Bu isimlerin ortak noktası varoluşçu olmalarıydı. Ne güzel tesadüf ki, okuduğum bölümde Sinema ve Varoluşçuluk diye şahane kitabı olan bir hocayı keşfetmiştim ama 3. ve 4.sınıflara seçmeli dersler veriyordu bu hoca, yani anlayacağınız normal şartlarda 3.sınıfı beklemem lazımdı dersini almak için. Ders seçim döneminde önce 4.sınıflara açılıyor sistem zaten, sonra 3.sınıflar sonra 2'ler en son 1'ler. Ben de 2.sınıftayım o dönem. Benden önce kontenjanlı olan Metin Yazarlığı dersini seçen seçmiş, kontenjan dolu ama ders seçim haftası o dersten çıkıp başkasına giren olabiliyor, ben de bilgisayarım başına oturdum yemeği bile bilgisayar başında yiyiyorum, o derece. Herhalde 2 gün falan bekledim, Metin Yazarlığı'ndan biri çıksın ama kimse çıkmıyor. Ben bekle, bekle, umudu tam yitireceğim, pat 15 kontenjan 14'e düşmesin mi, hemen tıkladım ve dersi aldım. İşte böylece Hakan Savaş ile, 2009 Bahar döneminde Metin Yazarlığı dersinde tanışmış, dersin de müptelası olmuştum. Aslında İstanbul'da da bir ara yaygınlaşan Yaratıcı Yazarlık dersinin bir benzeriydi bu ders, hemen her hafta verilen okumalar, 3 saati bulan dopdolu dersler... Ayrıca bu ders Cesare Pavese'yle tanıştırmıştı beni, Yaşama Uğraşı'yla. Sonraki sene Felsefi Eleştiri ve Sanat ile Çağdaş Edebiyat ve Sinema dersleri de yaklaşık en az 2-3 saat sürüyor ve her dakikası dopdolu geçiyordu. Yarım saat ders işleyen, hatta işlemeyen, bazen dersi olduğunu unutan hocalar nerde, Hakan Savaş nerede? Bu süreçte de Bilge Karasu'yla tanıştım mesela... Hakan Savaş çok iyi bir insan, alanına hakim bir akademisyen ve sanatseverdi, ve evet herhalde sayıları gitgide yok olmanın eşiğine gelen entelektüel bir akademisyen tipiydi. Derste yoklama almasa dahi belki sayıları bir avuç olan ama değerini bilen öğrencinin derslerini  asla kaçırmadığı bir akademisyendi. Öyle ki ben henüz yeni mezunken Metin Erksan hakkında yazdığım bir yazıda katılmadığı çok şey olduğunu söylemiş ama hemen sonrasında benim Bugünden Kültür Sanat Dergisi'nde yazmamı istemişti. Sanıyorum kısa ömürlü bu dergide 6 tane yazım çıktı... Artık Metin Erksan'a da o günden daha olumlu bakıyorum :)). Öyle ki yeri geldi, inandığı değerler uğruna fakültenin dekanıyla da sosyal medya üzerinden -kamuya açık- saatler süren çetin tartışmalara girdi. Yeri geldi inandığı değerler uğruna uzun yıllar hakemli dergilere makale göndermeyi reddetti, öyle ki hakemli dergide yayımlanabilecek bazı makalelerini dahi Sözcükler Edebiyat Dergisi'nde yayımlamayı seçti. Bunu pek çok iş arkadaşı anlamakta zorlandı. Hala da anlayabilmişler midir, emin değilim. İnandığı şuydu, belki daha geç doçent, profesör oldu ama onu en azından daha çok insan okudu. Elbette bu tavrının nedeni daha çok okunmak gibi bir popülizm de değildi, akademideki akıl almaz boyutlara varan pragmatizme ve yozlaşmaya bir tepkiydi. Hakan Savaş; Ünsal Oskay, Ahmet Cemal, Naci Güçhan gibi akademisyenlerin açtığı yoldaki son örneklerden biriydi. Artık hiçbiri yok ama bıraktıkları izler baki... 

Hakan Savaş'ın Kiraz Mevsimi ve Sinema Bileti adlı kitabına dair 11 yıl önce yazdığım yazıyla kendisine veda ediyorum. Yazıyı şöyle bitirmişim:

Belki de yazarın kitabın geneline yayılan ölümün kaçınılmaz olduğu yerde bize nakşettiği onulmaz bir yaşama sevincinin çarpıcı bir finali oluyor bu bölüm. Kim bilir... 

 


31 Ocak 2024 Çarşamba

David Lynch'in Mulholland Çıkmazı'na İlişkin Bir Makalem Yayımlandı

Yok neymiş efendim, Erke Kesova niye Hollywood filmlerini sevmiyomuş da mış da muş da. Kimileriniz niyeyse yıllardır çok laf ettiniz. Alın dostlar size bir Hollywood makalesi, pek de uzunca... 

Makaleye ulaşmak için aşağıdaki linke tıklayabilirsiniz

Kurucu Anlatı Olarak Hollywood ve Hollywood ile Postmodern Karşılaşmalar Bağlamında Mulholland Çıkmazı Örneği



17 Ocak 2024 Çarşamba

6. Sinefilozofi Dergisi Sinema ve Felsefe Sempozyumu'ndan

 8-10 Aralık'ta Ankara CerModern'de gerçekleşen etkinlikte ben de Andre Gide'in Erken Anlatı (Mise En Abyme) Kavramının  Sinemadaki Olanakları Açısından Bergman Adası'nı Değerlendirmek adlı çalışmamı sundum. 


26 Aralık 2023 Salı

Zeki Demirkubuz'dan Güçlü Dönüş

Son filmi Hayat, bazı fazla uzun sahneleri ve dolayısıyla uzun süresi olmasa yönetmenin başyapıtı diyebileceğimiz bir bütünlüğe sahip.

2007 senesinde ilk kez bir Demirkubuz filmi izlemiş ve ilginç bulmuştum. Bir festival kapsamında sinemada izlediğim bu film yönetmenin son filmi Kader'di. Bunun üzerine en iyi filmi olarak addedilen Masumiyeti de bir dvd dükkanından satın almış izlemiştim. Yönetmenin dünyası ilgimi çekmişti bir kere, ardından İtiraf, sonra kızının da ismi olan Yazgı (en iyi filmi olduğunu düşünüyordu) ardından en sevdiklerimden Bekleme Odası sonra ilk filmi C Blok derken tesadüf bu ya o dönem okuduğum Dostoyevski'nin Ev Sahibesi novellasını andırdığını düşündüğüm Üçüncü Sayfa... Her gün dvd satıcısına uğrayan ben bir Demirkubuz filmi alıp izliyordum. Demirkubuz'un tüm filmlerini bir haftada tüketmiş kafamda birkaç filmini izlediğim Nuri Bilge Ceylan ile kıyaslamaya başlamıştım. O dönemler Ceylan'a kıyasla edebiyatla bağı daha güçlü ve daha iyi senaryolar yazdığını düşündüğüm Demirkubuz bir roman uyarlaması olan Kıskanmak, Yeraltı sonra Bulantı gibi filmleriyle sinemasında bir düşüş yaşadı. Kimileri Yeraltı'nın da iyi bir film olduğunu söylese de ben pek o kanaatte değildim -ki blogta kısa bir festival yazısı da mevcuttur. Nitekim yönetmen 7 yıllık bir suskunluğun ardından Hayat ile en iyi filmlerinden birine imza atıyor. Hicran adlı bir kız, yaşıtı sayılabilecek Rıza ile 2 kez görüştü(rüldü)kten sonra İstanbul'a kaçar. Yani temiz yüzlü, işinde gücündeki Rıza'yı beğenmez, bu görücü usulü evlilik ona göre değildir ama böyle bir evliliktense İstanbul'da hayat kadınlığı daha mı caziptir? Bir süre sonra Rıza perişan ! onu aramaya koyulur... Filmin ilk yarısı Rıza'nın ikinci yarısı ise Hicran'ın hikayesi aslında ve pek çok karakter var filme dahil olan. Film büyük ölçüde gündelik dilde ve çok zaman etkileyici diyaloglardan meydana geliyor, gerçekten ilginç diyaloglar var filmde, ülkemizin hal-i pür-melalini ortaya koyan. Daha önemlisi Hayat, ülkemizin kadınlarına ilişkin de önemli gözlemler ve çözümlemeler içeren bir film, belki ilk başta Demirkubuz'un kadın düşmanlığı yaptığını düşünenler de olacaktır ama yönetmenin kıvrak senaryosu ve olgun bakışıyla anlamlı bir fotoğraf çektiğini ve kimseye bir düşmanlık beslemediğini düşünüyorum. Tüm oyuncular çok başarılı, özellikle birkaç sahnede oldukça başarılı bir görüntü yönetmenliği, kendi sinemasının alamet-i farikalarını (açılan kapanan kapı, televizyonda film izleyen insanlar) tazeleyen bakışı da ayrıca değerli ve filmde rüya leitmotivi var ki, gerçekten film bittiğinde bravo ! dedirten cinsten. Hele filmin sonlarına doğru Rıza ve Hicran'ın çay bahçesinde buluştuğu sahne, Rıza'nın tavrı, François Ozon'un, Christian Petzold'un filmlerinde gördüğümüz şıklıkta. Evet Demirkubuz, bazı sahnelerin süresini biraz daha kısa tutsa daha da vurucu bir film olabilirmiş Hayat ama bu haliyle de kesinlikle izlemeye ve üzerine düşünmeye fazlasıyla değer... Evet gençliğimizin Demirkubuz'u geri döndü, hatta belki 60 yaşına varan hayat tecrübesinin katkısıyla ermiş bir seviyede. Kutlu olsun !

Yıldız: * * * *

4 Aralık 2023 Pazartesi

Asya'dan İki Film, Biri Japonya'dan Diğeri İran'dan...

Geçtiğimiz hafta biri Başka Sinema kapsamında diğeri İstanbul Modern'de iki film izledim. İlki dünya sinemasının yükselen değeri dediğim Ryusuke Hamaguchi'nin Aku Wa Sonzai Shinai (Kötülük Diye Bir Şey Yok) adlı son çalışmasıydı. Viktor Apalaçi'nin aktardığına göre Nuri Bilge Ceylan'ın sıkılıp sonunu getiremeden salondan çıktığı söylenen o film... Yönetmen Drive My Car ile Oscar ödülü de alınca, adeta şerit değiştirmiş, bırakın Oscar'da bir şey almasını (ihtimal dahi yok), Venedik'te aldığı ödüller bile sürpriz olarak değerlendirilebilir. He ! bu filmi kötü mü yapar, asla ama şunu söyleyebiliriz, yönetmenin bugüne kadarki en muğlak hatta ağırbaşlı filmi bu. Güzel mi güzel bir köyde kızıyla yaşayan bir baba-kız hikayesi olarak başlıyor. Kapitalistler durur mu hiç; dağı, ormanı ve geyikleriyle bu güzel köye göz koyuyorlar tabii, bir Glamping tesisini hayata geçirmek istiyorlar ama yerliler tarafından bunun ekolojik dengeyi bozacağı da anlaşılıyor, böyle olunca şirketin iki çalışanı o babaya gidiyorlar ve onu yanlarına çekmek için bekçilik teklif ediyorlar, yetmiyor onlardan biriymiş gibi odun kırmaya falan çalışıyorlar. Bir araçsal aklın hafif eleştirisi olarak yorumlanabilecek film finale doğru biraz ivme kazanıyor ve görece vurucu sayılabilecek şekilde bitiyor. Özellikle yerli yerinde müziklerle mevcut şiirselliği destekleyen yönetmenin daha önceki filmlerini bu blogta yazmıştım ve son yazımda yönetmenin imzası niteliğindeki temasının kadın-erkek ilişkilerinde kadının üstünlüğü olduğunu söylemiştim. Aslında burada da az da olsa, iki şirket çalışanı arasındaki diyalog ya da filmin finalinde yapacağı patinajı belirleyenin yine bir dişi olması boşuna değil. Niye doğa ana diyoruz da doğa baba demiyoruz değil mi, daha ileri gidelim anavatan diyoruz da babavatan niye demiyoruz, devam edelim anadil diyoruz da babadil diyenimiz yok. Özetle Hamaguchi'nin diğer filmleri ölçüsünde olmasa da doğurgan doğaya dolayısıyla dişiye hürmet bu filmde de kendini gösteriyor. Yıldız: * * * Locarno Film Festivali'nde Altın Leopar'ı kazanan Mantagheye Bohrani (Kritik Bölge) filmi bugüne kadarki İran filmlerinden oldukça farklı bir görünüm sergiliyor. Ali Ahmadzadeh'nin filmi Tahran'daki uyuşturucu trafiğine el atıyor. Hem bakım merkezindekilere yaptığı keki sunan, hem türlü türlü otları satan, su içer gibi içki içen özgür kadın arkadaşlarıyla belli ölçüde zaman geçiren bir tuhaf karakterin kabaca bir gecesini ele alıyor. Öyle ki bir noktadan sonra adamın doktor olduğunu görüyoruz. Hani önce hasta edip sonra iyileştiren diye bir deyiş vardır ya onun karşılığı gibi bir adam bu. Sansüre takılmamak için türlü yaratıcılıklar deneyen o kadar İran filminden sonra böyle bir filme biraz şaşırdım doğrusu, filmden çıktıktan sonra hemen filmin lokasyonuna baktım, İran ve Almanya diyor. Yani pek çok sahnesi Almanya'da çekilmiş yer yer pek gürültülü ve aslında deneysel denebilecek bir film. Yıldız: * * 

11 Kasım 2023 Cumartesi

Son Derece Etkileyici Bir Fransız Psikolojik Gerilimi

Ve sonunda Cannes turnayı gözünden vurmuş, hem tam bir kadın filmine hem bir Fransız filmine, hem de önemli ölçüde tür sinemasının kodlarını kullanan olgun bir filme Altın Palmiye'yi vererek. Bir Düşüşün Anatomisi, ticari/tür sineması ve sanat sinemasının mükemmel bir sentezi.

27 Mayıs'ta ödüller açıklanmadan önceki sabah ödül için adı geçen 5 filmden biriydi Anatomie D'Une Chute ve o filmler arasında Kuru Otlar Üstüne de vardı ama pek çoklarınca Sandra Hüller'in kadın oyuncu ödülünün favorisi olarak görüldüğü festivalde jüri, filme ilişkin kanaatini daha büyük olandan, en büyük olandan, Altın Palmiye'den yana kullanınca, kadın oyuncu ödülü Kuru Otlar Üstüne'nin özellikle bir sekansta devleşen yan rolü Merve Dizdar'a gitti. Ama Bir Düşüşün Anatomisi de Cannes'daki pek çok kişiyi fevkalade sevindirmiş olsa gerek. Bunu yukarıdaki hem...hem...hem bağlacıyla belirttiğim üç maddeyi açarak anlatayım. Birinci olarak Cannes, öyle veya böyle son kertede bir Fransız etkinliği ve Fransız kültürel elitlerinin göz bebeği, bu ödülü bir Fransız'ın almasını neden istemesinler ki? Ki bu, Fransa güçlü bir sinema ülkesi olmasına karşın pek çok zaman mümkün olamıyor. Fransa'da düzenlenen Avrupa Kupası ya da Dünya Kupası'nı Fransa alabiliyor mu? Ya da yıllardır Şampiyonlar Ligi'nde boy gösteren Paris Saint Germain'in kaç tane Avrupa Kupası var? (1 tane, oysa bizim Galatasaray'ın bile 2 tane). Altın Palmiye tarihinde durum o denli vahim olmasa da 1988'den 2023'e kadar sadece 3 tane safkan Fransız filminin 2 tane de Avrupa ortak yapımı Fransız filminin bu ödülü kazanmış olduğu gerçeği var. İkinci olarak tarihte sadece 2 kez kadın yönetmene bahşedilmiş bu ödül radikal demokrat damarın karşılık bulduğu La Croisette'te daha büyük anlamlar taşısa gerek. 2018'de Me Too hareketinin temsilcilerinin Cannes'ın meşhur merdivenlerinde verdiği görüntüden sonraki 4 etkinlikte bir kadına giden 2. Palmiye bu. 2021'de Julia Ducournau'ya giden ödül bence talihsizlikti ve sinema kamuoyunda geniş bir uzlaşı sağlaması mümkün değildi ama Justine Triet'ye giden ödül bu uzlaşıyı rahatlıkla sağlayabilir. Üçüncü olarak da benim yıllar önce Alin Taşçıyan'dan ödünç aldığım, sevdiğim bir ifade var. Cannes ödül vereceği filmin mümkünse müzelik değil seyirlik olmasını ister. Onun da yöntemleri aşağı yukarı bellidir. Bir Düşüşün Anatomisi öyle bir film işte. Aslında üçüncü ve son madde Atilla Dorsay'ın aktardığı bir Fransız yazarın cümlesinde de gizli, yazar film için Fransız sinemasının pek yanaşmadığı mahkeme filmi türünde diyor, yetkin örneklerini Hollywood'un gerçekleştirdiği tür sineması örneği olarak özetleyebiliriz sanırım bu cümleyi.

Film henüz açılış sahnesinden itibaren ilginç bir film olacağının izleriyle dolu. Başrol romancı Sandra bir gazeteci okuruyla kısa görüşme yapmaktadır, o arada merdivenden bir top düşer, harika köpek Snoop (gözetleyen) hamle eder (gerçek adı da Messiymiş bu arada ve kredilerin ilk sırasına konması ne hoştu). Evde misafirleri kaçırmak için müziğin sesini son ses açmak gibi huylara sahip birileri vardır. Nitekim müzik biz izleyicileri de rahatsız edecek düzeyde bir süre çalar, misafir gitmektedir. Daniel ve Snoop karların içinde kısa bir yürüyüşe çıkarlar müzik beynimizi zonklatacak şekilde tekrarlı biçimde çalmaya devam eder, döndüklerinde Daniel'in babası Samuel'in cansız bedeni evin girişindedir. Bu bir kaza mıdır yoksa cinayet mi ya da intihar olabilir mi? Bu gizemli olay filmin merkezine yerleştiriliyor. Ortamda o sırada Sandra dışında kimse yok, işin ilginç yanı olayın bir biçimde tanıdığı olabilecek Daniel de 4 yaşındayken kaza sonucu kör kalmış bir çocuk ama işitme yeteneği üst seviyede. Filmin ikinci yarısı çok büyük oranda mahkeme salonunda geçen bu örnek, senaryonun katman katman açıldığı, bazı yeni unsurlarla ivme kazandığı izleyicinin sanığa bakışını da yer yer değiştirebilecek paraboller çizdiği mükemmel bir psikolojik gerilim olarak tanımlanabilir. Film sinema dilini tazeleyen bazı yönetmenlik tercihleri, bazı işlevsel animasyon kullanımı, yine bazı sahnelerde kamera, ses kayıtlarını kullanışıyla etki gücünü büyütüyor. Film bu yılki Cannes'ın adı konmamış temasının kurmacalığın kendisi hakkında olduğunu tescilliyor adeta... İzleyici olmak, bir izleyici olarak tanık olmak, filmdeki talihsiz çocuk tanık Daniel'in kör olduğu için göremeyip, duydukları ve hatıralarından yola çıkması, biz izleyicilerin de filmin sonlarına kadar, o ölüm anını görmediğimiz sadece bir takım işitsel öğelere maruz kaldığımız için Daniel ile benzer bir konumda olmamız filmi doğrudan sinemanın olanakları ve doğası üzerine de düşünmeye itiyor. Zaten sanığın bir roman yazarı olması yazdıkları ve hayatı arasında aranan paralellikler bir noktadan sonra mahkemeyi de kurmaca üzerine tartışmaların içine çekiyor. Bu nokta oldukça önemli aslında bugün bazı sinema yazarları bile örneğin kurmacanın içindeki kurmacaya, gerçekten kurmacaya geçiş ifadesini kullanabiliyor, ne yazık ki! Kurmaca kurmacadır, kurmacanın içinde başka bir kurmacaya üstkurmaca denir. Hatta Terry Eagleton'ın güzel bir ifadesi vardır, romancı yazdıklarım gerçektir dese, daha ileri gidip altına imzasını atsa bile, yazdığının bir roman (yani kurmaca düzlemi, sinema olarak da düşünülebilir) olması hepsini geçersiz kılar...
Tüm anlattıklarımızla birlikte Bir Düşüşün Anatomisi aynı zamanda bir hukuk filmi, demokrasisi oturmuş ülkelerde hukukun nasıl işlediği, işlemesi gerektiğinin de önemli bir örneği oluyor. Kuşkusuz Fransızlar cinsellik, intihar ve hatta ötenazi gibi kavramlara özel önem atfediyorlar. Burada da cinsellik ve intihar önemli bir yer ediniyor. Sandra'nın eşini aldatması, eşinin bilgisi olması, Sandra'nın aynı zamanda biseksüel olması vs. Öyle ki filmde mahkemenin bir ses kaydını dinlediği, bu arada biz izleyicilerin o anlara gözümüzle de tanıklık ettiğimiz Sandra-Samuel tartışma sekansı benzerini Bergman filmlerinde görebildiğimiz çapta Bir Evlilikten Manzaralar örneği ve Triet, Bergman'dan farklı olarak bir sürpriz ekliyor ve ilginç bir işe imza atıyor. Tartışmayı dakikalarca izlettikten sonra görüntüyü kesip kavganın finalinde bizi de sadece işiten ve sadece işittikleriyle yorum yapabilecek filmdeki diğer insanlar ile aynı konuma getiriyor. O sahne aynı zamanda bir Alman olan Sandra ve bir Fransız olan Samuel arasındaki dil tartışmasıyla da ilginç. Samuel, Fransa'da yaşadıklarını ama neden Sandra ile İngilizce konuşmak zorunda olduklarını soruyor. Bu soruya Sandra ben Almanım sen Fransız, orta noktada buluştuk şeklinde cevap veriyor. Bu diyalog bir anlamda filmin tür sineması ve sanat sineması arasında bir sentez olduğunun dilde ifası değil de nedir?

27 Mayıs'taki ödül gecesinde Merve Dizdar'ın eleştirisinden daha fazlasını üstelik doğrudan adres göstererek -Fransız hükümeti- yüksek perdeden dile getiren ve bizdekinin aksine daha olgunlukla karşılanan Justine Triet'nin bundan sonra yapacağı filmler daha bir merakla beklenecektir. Bir önceki filmi Sibyl için 2019'da yazdığıma baksanıza!

...Keza Justin Triet'nin Sibyl'ını ele alalım. Bugün ile geçmiş arasında oldukça sert bir kurgu anlayışıyla mekik dokuyan film, orta yaşlı psikolog bir kadının aşk acıları, bazı hastalarıyla diyalogları ve içinde bulunduğu bir film setindeki komikliklerden bir kolaj oluşturmuş, baş karakterin zihnini takip etmesi açısından bir yönüyle biçem denemesi olarak görülse de yine de sözü olan bir film demek zor...

                                                    Bir Düşüşün Anatomisi'nin finalindeki müzik. 


 

Yıldız: * * * * *