27 Nisan 2019 Cumartesi

Fatih Akın'dan Bir Başka Almanya

Son dönemde İstanbul Film Festivali sayesinde Berlin'de Altın Ayı adayı olmuş birçok filmi izleme şansına sahip oldum. Berlin'deki seçkinin, festivalin uzun tarihindeki en zayıflardan biri olduğu da yazıldı, çizildi. Yine de bazı filmler fazlaca ön plana çıktı ve bunların hiçbiri beni kesinlikle doyurmadı. Oysaki seçkinin belki de en kötüsü olarak lanse edilen iki film; Elisa ve Marcela'nın yanı sıra Der Goldene Handschuh (Altın Eldiven) da önemli bir film... Kuşkusuz zevkler ve renkler çeşitli ama yine de bu kadarına insan hayret ediyor, gerçekten izlediğim bu filmler oradaki eleştirmenlerin izlediği filmler mi? Fatih Akın Duvara Karşı ve Yaşamın Kıyısında gibi oldukça yetkin iki filmden sonra kariyerinde düşüşe geçmiş ve beklenen sıçramayı bir türlü gerçekleştirememişti ve bence hiç şüphe yok yönetmenin son filmi Altın Eldiven bu iki filmin altına yazılabilecek çapta... 1970'li yıllarda Hamburg'ta yaşanmış gerçek bir seri katil hikayesinden yola çıkan yönetmen, genel geçer güzellik algısının oldukça dışında üstelik kambur bir yalnız adamı anlatıyor. Bu adam da pek çok erkek gibi genç ve güzel kadınlarla birlikte olmak istiyor ama hiçbiri ona yüz vermiyor. O da ancak yaşlı ve şişman kadınları eve atabiliyor ama onlara karşı da bir cinsel istek duymuyor, duyamıyor, pek tabii olarak. Bu durum onu öfkelendiriyor ve bu kadınlar bir bir onun kurbanlarına dönüşüyor. Kurbanlarını kesip paketleyip önce evin dışına atıyor ama elbette yakalanma korkusuyla daha sonra evindeki bir köşeye saklıyor. Evet film belli ölçüde rahatsız edici sahnelere sahip, bazı sahneleri de özellikle uzun tutmuş yönetmen ama yine de eleştirmenlerdeki bu muhafazakarlığı anlamak ne mümkün, abartıldığı kadar kan yok, bakmaya dayanılamayacak iğrençlikte sahneler de, yoksa bu gözler neler gördü neler...  Aynı şekilde korkunç derecede kötü bir senaryo da yok, filmin başarılı başrolü Fritz Honka rolündeki Jonas Dassler'den rol çalabilecek kadar olmasa da eli yüzü düzgün bir senaryo bu. Film, siyaset tarihinin her daim laboratuvarı olmuş o büyük kitlelerce sahiplenilen Nazizm tecrübesinin sonrasında geçiyor. Özellikle yaşlı erkeklerin duygusuz, sadist cinsel fantazilerini ortaya döktüğü Altın Eldiven adı verilen barda toplanılıyor diğer yandan genel olarak erkeklerin kadınsızlığı, yaşlı kadınların ise parasızlığı, evsizliğine paralel içkinin gırla gidişi, bir ergenin tuvalette ona selam vermediği için üzerine işemeyi hak gören muhtemelen eski bir Nazi subayı, işinden kovulan ya da istediği işi bulamayan insanlar ve dahası üst katları gerçek anlamıyla leş kokmasına karşın son ana kadar kılını kıpırdatmayan göçmen bir aile bence Akın'ın filmini alelade bir seri katil filmi olmaktan öteye taşıyor, ve seri katilin babasının bir komünist oluşu yine finaldeki manidar yangın sahnesi de üzerinde düşünmeye değmiyor mu sizce sevgili izleyiciler? Pek çok Akın filmi gibi makul bir tempoda ilerleyen ve gişe filmleri dışında pek çok filmi görmüş ve sevmiş insanlar için seyri zor olmaması gereken bir film ve çok çaktırmasa da daha mütevazı ölçekte Michael Haneke'nin Beyaz Bant'ta Nazizmin köklerine bizi götürmesi gibi bu kez küllerine götürüyor Akın ve Almanya'da o kadar yıldan sonra değişen ne oldu diye soruyor? Ve bu soru yabana atılacak gibi değil. 

Yıldız: * * * * 

16 Nisan 2019 Salı

İstanbul Film Festivali'nin Ardından

Geçenlerde bilgisayarın başına geçmiş, ittifaklar arası geçişin çok sınırlı olduğu, AKP'nin taşrada gücünü korurken merkezde başlayan kan kaybının devam ettiği, HDP'nin bölgede kan kaybederken başta İstanbul olmak üzere, Mersin ve Adana gibi illerde sonucu tayin ettiğini, İyi Parti'nin Iğdır'da HDP lehine olacağı için aday çıkarmamasının ona Balıkesir'i kaybettirdiğini, CHP'nin ise Uşak'taki oylarına güvenip İyi Parti'nin karşısına aday çıkarmasının İyi Parti'ye Uşak'ı kaybettirdiğini, Kırşehir'de ise MHP'nin oylarına güvenip AKP'nin karşısına aday çıkarmasının Kırşehir'i AKP'ye kaybettirdiğini yazıyordum. Siyasi gündem bizleri öylesine kuşatmış ki esasen her ne kadar sanatın alanında kalem oynatan biri de olsanız böyle bir gerçeklik yokmuş gibi davranmak olamıyor işte, üstelik hangi sanat siyasetten tamamen bağımsız olarak değerlendirilebilir ki? Bu yoğun gündemin üstelik de İstanbul tarihinin en çekişmeli yarışlarından birine sahne olan bu seçimin hemen ertesinde İstanbul Film Festivali başladı. Ama insanların aklı biraz başka yerdeydi sanki, şimdi ne olacak diye soruyorlar, oyların yeniden sayımı ne zaman bitecek, mazbatayı ne zaman verecekler, ellerinden telefon düşmüyor, haliyle festivali takip eden hemen herkes muhalefet bloku. Zaten birkaç saat içinde biten oy sayımı yeniden başladığında nasıl günlerce bitemiyor, tüm matematiksel hesaplamalara göre sonuç belli değil mi diyorum kendi kendime ve filmden filme koşturmaya devam ediyorum.

Mike Leigh'den Peterloo Katliamı

Biz sanat siyasetten ne kadar ayrıştırılabilir ki diye sorup, bunun mümkün olmadığını anlatmaya çalışırken öyle bir film çıkageliyor ve adeta aklından geçirmen bile hata diyor. İngiliz sinemasının veteran yönetmenlerinden Mike Leigh Peterloo'da tam 200 yıl öncesine götürüyor bizleri, Peterloo Katliamı'na... Bir röportajında şöyle demiş: ''Manchester'da büyüdüm, Peterloo Katliamı'nın yaşandığı kentte, okuduğum okullarda bir öğretmen bile çıkıp bu katliamdan bahsetmedi, o kadar insanın öldüğü o meydana bizi götürmedi, öyle ki film ekibinde bu olayı bilen hiç kimse yoktu.''İşçi ve işsizlerden oluşan yaklaşık 60 bin kişi 16 Ağustos 1819 tarihinde 'bir insan bir oy' sloganıyla Manchester'ın St. Peter meydanında toplanır. İstedikleri, sadece mülk sahiplerine tanınan, bugünse çok basit bir hak olarak gördüğümüz seçimlerde herkesin oy kullanmasıdır. Ama ne kadar manidar ki, insanlar gizli oy diye haykırırken, kraliyet onları bölücülük yapmakla suçlar. Kraliyetin kendi iktidarının getirdiği ayrıcalıkları böylesine saçma bir istekle kaybetmeye hiç niyeti yoktur ve emrindeki güvenlik güçlerini barışçıl taleplerini dile getiren halkın üzerine salar, 18 kişi ölür 650 kişi yaralanır, birçok kişi de tutuklanır. Mike Leigh bir anlamda egemen tarih anlayışına da savaş açtığı bu filmde, en basit demokratik hakların bile arkasında ne kadar büyük mücadeleler olduğunu, demokrasinin gökten gelmediği arkasında kan ve gözyaşını beraberinde getirdiğini klasik bir roman tadında ama ustalıklı bir mizansenle perdeye taşıyor. Evet film bittiğinde bir oy bir oydur diyoruz, o hakkı insanlığa canlarıyla armağan edenleri, büyük insanlığı yâd ederek...

Isabel Coixet'den Bir Netflix Başyapıtı

Başka bir politik sinema örneği de dünya sinemasının saygın kadın yönetmenlerinden, Isabel Coixet'den geldi. Devletin ve onun koyduğu kuralları insan için iyi olup olmadığına bakmaksızın holiganca savunan bir halkın tüm kısıtlamalarına karşın özgürlüklerinin, aşklarının peşinden giden iki güzel kadının öyküsü bu.... Koca festivalde sadece iki seans ayrılan Elisa ve Marcela, aslında bir Netflix orijinal yapımı ama ne güzel ki onu sinemada izleyebildik. Diyebilirsiniz, ille de sinemada izlenmesi gereken bir film mi diye? Belki değildir ama ben yine de her tür filmi sinemada izlemeyi tercih ediyorum, ne yapalım ki böylesi daha çok haz veriyor bana. Ve inanır mısınız Elisa ve Marcela'nın belki de bugüne kadar yapılmış en iyi Netflix yapımı film olduğuna. Nereden bu yargıya vardım derseniz, neredeyse herkesin başyapıt olduğuna hemfikir olduğu Alfonso Cuaron'un Roma'sından net olarak daha iyi olduğunu düşünüyorum da ondan. Evet Roma gibi ölçülmüş biçilmiş kadrajları ve ışık kullanımı olmayabilir, sesin çok etkili kullanıldığı bir dalgalı deniz sahnesine de sahip değil. Bunlara karşın klasik ama çok akıllıca tasarlanmış bir senaryosu var, kendi meselesinin dışına çıkmayan, dolayısıyla dokunduğu hiçbir noktanın altını boş bırakmayan, çok tutkulu, gerçekten yaşanmış farklı bir aşk var ve son kertede aşkın farklı bir tezahürü olan annelik içgüdüsünün yüceliği de var. Daha ne olsun... Birbirine aşık iki kadın, Elisa ve Marcela 19.yüzyılın sonu ve 20.yüzyılın başlarında aşklarını yaşayabilmek için büyük mücadeleler veriyorlar ama ne mümkün, toplum böyle bir ilişkiyi kabullenemiyor. Onlar da bir plan yapıyorlar, Elisa bir süre ortalıktan kayboluyor ve erkek kılığına girip Elisa'nın kuzeni olarak köye geri dönüyor ve bu sayede Marcela ile evleniyor. O sırada yine planın parçası olarak Marcela da bir süredir ona ilgi gösteren bir köylüyle beraber olup hamile kalıyor. Ancak planları fazla işlemiyor ve Elisa'nın kadın olduğu anlaşılıyor, ardından İspanya'dan Portekiz'e sürgün orada da hapse atılma derken Marcela çocuğunu doğuruyor. Bir yetimhanede büyümüş olan Marcela, aşkı uğruna kızının da kendisini gibi gerçek annesinden yoksun büyümesini isteyip istemeyeceği sorusuyla karşı karşıya kalıyor? Coixet burada anlatmaya çalıştıklarımın bir kısmını perdede doğrudan göstermiyor bile, bir takım başka sahneler aracılığıyla izleyicinin benim gibi bir yargıda bulunmasını sağlayacak işaretler veriyor, izleyiciye karşı asla ukalalık yapmadan, onu fazla zorlamadan. Tam bir olgun sinemacı tavrı değilse nedir bu? Sonuçta aslolan aşktır. Aynı cinsten insanlar da tarih boyu birbirini sevmişler, sevecekler üstelik ne de büyük zorluklara katlanmışlar. Bu mücadeleler İspanya'da eşcinsel evliliklerini ancak 100 yıl kadar sonra, 2005 yılında yasalaştırmış. Henüz bu evlilikler sadece 25 ülkede yasal, 14 tane ülke ise bırakın yasalaştırmayı hala eşcinsel birliktelikleri idamla cezalandırıyor... Evet 'Queer Sinema'nın bugüne kadar yapıla gelmiş en iyi örneklerinden biri olarak gördüğüm Elisa ve Marcela'yı sinemada izlediğim için çok mutluyum. Keşke vizyona da girebilse...

Mendoza'nın Politik Filmi

Brillante Mendoza kuşkusuz çağımızın önemli yönetmenleri arasında,
Filipinler'deki suç dünyasını eşelediği filmlerine bir yenisini daha ekliyor. Alpha: The Right to Kill (Alfa)'de hareketli omuz kamerasının yanı sıra bir miktar da olsa gerilim unsurunu hikayeye yediren yönetmen yine akıcı bir anlatım yakalamış. Alfa 10 yıl önceki filmi Kinatay ölçüsünde bir atmosfer filmi değilse de yönetmenin daha aksiyonel sahneler sergilediği söylenebilir... Her ne kadar estetik kaygılara sahip olduğunu söylemek zor olsa da yönetmeni önemli kılan da tüm bunların ötesine giden eleştirel hatta can alıcı bir içerik oluşturabilmesi, ülkesine hatta çağına ayna tutabilmesi... Ülkedeki uyuşturucu ağına bakarken, merkezine bir polisi yerleştirebilmesi ve aslında polis teşkilatının da uyuşturucu işinin içinde olduğunu bu kadar da olmaz dedirtecek bir takım ayrıntılara da dikkat çekecek bize gösterebilmesi... Film bittiğinde her şey hayal ürünüdür, filmdeki kişilerin bazı gerçek kişilere benzemesi tamamen tesadüf eseridir diyor yönetmen ve salonda ufak bir kahkaha patlıyor. Ve bence o an film tam anlamıyla bütünleniyor. Mesaj yerine ulaşıyor. 

İki Modern Klasik: 2001: Uzay Yolu Macerası ve Rosemary'nin Bebeği

Hollywood sanat sineması mı yoksa İngiliz-Amerikan ortak yapımı mı demeli acaba? Stanley Kubrick'in 2001: Uzay Yolu Macerası'nın her ne kadar Hollywood menşeli bir yönetmenin elinden çıkmış olsa da Hollywood'un hiçbir kolaycılığına prim vermeyen bir 'arı sinema' örneği olduğunu kabul etmeliyiz ve hala ötesine geçilememiş bir bilimkurgu zirvesi olduğunun da. Kuşkusuz bu film üzerine çok daha uzun yazılar yazılabilir, yazılmıştır da. İstanbul Film Festivali'nin yıllar sonra sinema perdesinde izleyiciyle buluşturduğu bu yapıtı yıllardır sinema salonunda izlemek için sabırsızlanan ben, film hakkında hiçbir bilgiye sahip olmasaydım ve film bana 2019 yapımı olarak gösterilseydi de bunun bir zirve olduğunu söylerdim, oysaki Kubrick'in filmi 1968 yapımı. Şaşmamak elde değil. İnsanevladının uzaydaki biz neredeyiz biz kimiz gibi sorularına kendi penceresinden flu yanıtlar vermeye çalışan film kimi açılardan birbirinden epey farklılaşan bazı epizotlardan oluşuyor. İnsanın en ilkel atalarından başlayıp 2001 yılına ve elbette çok sonrasına uzanacak bir yolculuğun farklı kademelerine geçiş yapan film, insanın yarattığı teknolojinin esiri olması ama onu aşacak gücü de kendinde bulabildiği oranda ilerleyeceği üzerinden bir denklem kuruyor. Neredeyse her yıl gerçekleştirilen aksiyona boğulmuş Hollywood bilimkurgularından her anlamda farklı; mizanseni, sesi, zamanı, diyaloğu ve rengi kullanışı bakımından son derece özgün, incelikli ve bazı sekanslarda tempoyu oldukça düşüren bir anlatıya sahip. İçeriğiyle de bence önemli bir spekülasyonda bulunuyor. Biz, bizim dünyamız, bizden daha önce gelişmiş bir uygarlığın tohum ektikleri tarlalar, onların deney sahası olabilir mi? Zaten filmin Arthur Clarke'ın Deney ve Gözcü isimli öyküleriyle paralelliği de bu spekülasyonu güçlendiriyor kanımca. Kuşkusuz filmde bu aşamaya ulaşmanın ışık hızına ulaşmakla ilişkili olduğuna dair upuzun, hipnotik bir sahne var, Jüpiter'e gerçek zamanlı bir yolculuk yaptığımız, aynı zamanda Einstein'ın ışık hızına ulaştığımızda zamanda yolculuğa başlamış olacağız görüşünü de içeren. Yine Ay'a henüz ayak basmadan, Voyager 1-2'nin henüz yıldızlararasına da uzanacak yolculuğuna başlamadan filmde resmedilen Ay ve sonra Jüpiter'in farklı açılardan görüntülerine hayran olmamak elde değil. Ayrıca bugünün çift yönlü tele-vizüel iletişim gibi nimetlerini ta o zamandan kusursuz bir öngörüyle tahmin etmiş Kubrick. Yine şapka ! 2001: Uzay Yolu Macerası özellikle astronomiye biraz olsun ilgi duyan hemen herkesin soluksuz izleyeceği bir başyapıt. Elbette Hollywood'a endeksli yerleşik sinema algımızı biraz olsun kenara bırakmak şartıyla.

Ben korku türünü pek beğenmem, nedeni şu: Gerçek hayatla ilişkisi oldukça zayıftır ayağı yere basmaz ama gerilim öyle mi? Dario Argento'nun Suspiria (1977)'sından çıktıktan sonra ağzımda buruk bir tat kalmasının nedenlerinden biri herhalde oydu, vasat bir film olması değil, korku filmi olması. İşte kimilerince Suspiria ile karşılaştırılan Rosemary'nin Bebeği eğer gerilim diye bir üst türün varlığı kabul ediliyorsa o türün sinema tarihindeki en iyi birkaç örneğinden biri. Ruhunu şeytana satmanın alegorisi olarak da okunabilecek filmde yönetmen Roman Polanski, Barok tarzı bir eve taşınan evli bir çiftin yaşamı ve tanıştıkları yaşlı komşularıyla ilişkileri olağan seyrinde gidiyor gözükse de aslında hiçbir şeyin öyle olmadığını ilmek ilmek işler, film çok çaktırmadan hikayenin içinde atladığı kademelerle de şaşırtıcı bir noktaya doğru evrilir. Beylik Hollywood gerilimlerinden daha farklı, vakur bir anlatıma sahiptir. Hikayesiyle eşine çok az rastlanacak bir gerilim yaratma şeklinin yanı sıra görsel dünyasıyla da oldukça iyi tasarlanmıştır. Bir rüya sahnesi var örneğin, bir an acaba rüya değil de gerçek mi diye şüphelendiğimiz... Başka sahneler de var. Rosemary rolündeki Mia Forrow'u ve Krzyzstof Komeda'nın müziklerini özellikle 'la-la-la-la-la...' şeklinde ilerleyen Lullaby'sinin farklı versiyonlarını da bu toplama eklediğiniz de ortaya bir 'tür başyapıtı' çıkıyor... Sinemadan çıkanlardan biri deli işi bu diye haykırıyordu, haksız da sayılmaz.... Rosemary'nin Bebeği aynı zamanda geçtiğimiz yıllarda yine İstanbul Film Festivali'nde gösterilen ve oldukça beğendiğim Saverio Costanzo'nun Aç Kalpler (2015)'inin de ilham kaynağı, izleyenler hatırlayacaktır. Film müziği için tıklayınız.

İzleyiciyi İkiye Bölen Bir Film

Peter Strickland'ın In Fabric (Lanetli Kumaş) isimli filmi kimilerince festivalin en iyileri arasında gösterildi. Bir kırmızı bluzun lanetini anlatan film bu bluzu giyen farklı insanları (hepi topu 4 kişi) uzun iki blok halinde takip ediyor, gerilimi ve mizahı iç içe geçiren, ustalıklı, kişisel anlatımının yanı sıra her ne kadar yer yer ivme kaybetse de güçlü senaryosuyla dikkat çekiyor. Kapitalizme karşı eleştirel bir alt metni de barındıran film, hem indirim adı altında elden çıkardıkları ürünleri satmaya çalışan mağazalara hem de o tüketim kültürünün parçası olan insanlara oku yöneltiyor. Evet kapitalistlerin ekonomi tanımı budur: Kaynaklar kısıtlı, oysa ki insanların ihtiyaçları sınırsız (yani insan doğası gereği açgözlü). Peki ya, kaynaklar çoğalırsa ne olur? Yani talep arzın altında kalırsa, insanların ihtiyaçları o kadar da sınırsız bir görüntü vermediğinde o zaman tam da filmdeki gibi mallar ucuza elden çıkarılmaya çalışılır, o da yapılamazsa imha yoluna kadar gidilir, böylece kapitalizm işlerliğini sürdürür.

Gaston Duprat ve Hong Sang-soo'nun Filmleri

Gaston Duprat'ı, Mariano Cohn ile birlikte çektikleri bir önceki filmi Saygın Vatandaş ile tanımıştım, Nobel ödüllü bir yazarın uzun yıllar sonra çocukluğunun taşrasına dönüşünü dört başı mamur bir öykülemeyle aktarmıştı. Son derece ustalıklı diyalog yazımının da desteklediği akıcı bir üslubun ardında, sanatçı-toplum ilişkisi üzerine birçoğumuzun kendi hayatından az ya da çok izler bulabileceği bu pek hoş filmden sonra Duprat bu kez yönetmen koltuğunda tek başına. Duprat için acaba nasıl bir ifade kullanmalı? Mesela bir hiciv virtüözü diyebilir miyiz? Aynı zamanda kesinkes bir senaryo ustası? Ya da televizyon filmi estetiğini rafine kılan sinemacı... Yeni filmi Mi Obra Maestra (Başyapıtım)'da bu kez bir sanat simsarının ağzından başlatarak anlattığı öykünün ilk yarısı Saygın Vatandaş ile kıyaslandığında biraz yerinde sayan bol diyaloglarıyla hedefi tutturamayacak gibi bir görüntü çiziyordu ama film ikinci yarıda aldığı manevrayla bambaşka bir hüviyete bürünüyor ve haliyle şaşırtıyor. Evet bu bir tüketim toplumu hicvi, son derece nüanslı bir eleştiri getiriyor üstelik, sanatı özünden koparan onu bir 'gösteriş değer'ine indirgeyen toplumdan son derece yaratıcı bir intikam alma öyküsü bu. Hani kör ölür badem gözlü olur düsturu vardır ya, hele ki ölen bir sanatçıysa yere göğe konulamaz, yönetmen karakterlerine oradan hareketle çok yaratıcı bir sahtekarlık yaptırmayı düşünmüş işte ve komik olduğu kadar düşündürücü bir filme imza atmış. Mariano Cohn'nun yanı sıra Gaston Duprat da bundan sonraki filmlerini merakla bekleyeceğimiz önemli bir
anlatıcı... Diğer yandan Hong-Sang-soo da her filmini merakla beklediğimiz diğer bir isim. Sanat filmlerinin eski zamanlara göre gösterim imkanlarının arttığı günümüzde yönetmenin filmleri vizyona girmemeyi sürdürüyor. Bir süredir yılda en az bir filmini festival(ler) sayesinde izleyebildiğimiz usta bu kez siyah-beyaz, karlar altında bir filmle karşımıza gelmiş, Gangbyeon Hotel (Nehir Kıyısındaki Otel) ölmek üzere olduğunu hisseden bir yazarın oğullarıyla son gününü konu ediniyor, öyküye aşk acısı sonucu otele uğramış bir kadın ve yine onun kadın arkadaşı da katılıyor. Tesadüf bu ya, üstelik o kadın arkadaş o oğulların kullandığı arabayla ölümden dönen biri ve belli ki o kazadan sonra arabayı elden çıkarmış... Yönetmenin önceki filmlerine kıyasla biraz daha sarih bir anlatımı yeğlediği filmi, yaşamlarımızın birbirine görünmez iplerle bağlı olduğuna ve elbet yaşam sevincine, yine karşılıksız sevgiye, aşka ve de bir erkeğin gözünden kadınların hayata kattığı güzelliğe dair yönetmenin en zarif en şiirsel dokunuşlarından biri. 

Ve Bir Avuç Film Daha...

Benjamin Naishtat'ın Rojo (Kırmızı)'su da yine kimilerince festivalin en iyi filmleri arasında gösterildi. 1975 Arjantin'inde, darbenin hemen öncesinde bir avukatın çevresinde dönen hikaye, adeta çok uzak bir coğrafyada bir ikizim var benim diyor, siz anladınız! Yönetmen ülkedeki hukukun eksikliği, bölgenin kayyımla yönetilmesi gibi makro meselelere bireysel ilişkiler üzerinden değinip ülkenin ruh haline şöyle bir dokunmak istemiş. Biri başroldeki avukat olmak üzere iki adamın restauranttaki atışmasıyla son derece etkileyici bir giriş sekansına sahip filmin, bence zaman zaman mesafeli diyaloglarıyla etki gücünü bir miktar yitirse de başlarda yakaladığı gerilimi bütüne yaymaya çalıştığını söyleyebilirim. Nadav Lapid'in Synonyms (Eş Anlamlılar)'i kafaları biraz karıştırdı sanki. En azından benim için öyle oldu. Film, İsrail'den nefret edip Fransa'ya giden birinin ülkeye entegrasyon sürecini kentin farklı noktalarına uğrayarak, aslında ilk yarıda hikayeyi biraz dağıtarak anlatıyor. Ama ikinci yarıda ritim, duygu ve odaklandığı konu

bakımından oldukça etkileyici bir bütünlüğe kavuşuyor. Yalan yok. Üstelik bütünden bağımsız olarak filmin farklı noktalarında, başlangıcı da dahil ilginç anların yakalandığı çeşitli sahneler de mevcut. Kültürlerarası çatışma üzerinden uygarlık tarihinin öncü ülkelerinden Fransa'ya üst perdeden bir eleştiri getirmeye çalışan yapmacık üslubu yine de bana biraz zorlama geldi, dahası The Square ve Entre Les Murs gibi ödüllü filmlerden alınmış gibi duran bazı sahneler de cabası. Bilmem yanılıyor olabilir miyim?
Claudio Giovannesi'nin La Paranza Dei Bambini (Piranhalar) ise Gomorra'nın küçük kardeşi olarak anılabilecek filmlerden çünkü o da Roberto Saviano romanı uyarlaması. Yeni ergen gençlerin Napoli mahallerindeki bitmek bilmez iktidar mücadelesinin köklerini irdelemese de ölümün kıyısındaki bu yaşamları oldukça akıcı bir senaryo eşliğinde ele alıyor, aksiyonun ve müziğin de kararında ve etkili kullanıldığı bu mafyacılık filminin seyir zevki gayet yüksek ama hepsi bu. François Ozon, Grace a Dieu (Yüzleşme) ile Spotlight'ın ABD'de ya da El Club'ın Şili ortaya dökmeye çalıştığı trajedinin Fransa ayağına imza atmış. Kilisenin pedofili rahibinin çok sayıda çocuğu taciz etmesi buna devlet ve kilisenin hiçbir şey yapmamasını kurbanların gözünden irdeleyen film, yönetmenin diyaloğa yaslanan akıcı anlatımının izlerini sürüyor ama yine de Ozon'un sinema duygusu biraz zayıf kalan filmlerinden biri olarak kayda geçiyor. Açıkça kurum olarak dinin zehrini masaya yatırmasıyla değerli ve üstelik filmde yaşananlar güncel bir dava sürecini konu alıyor... Sanatçıların yeri geldiğinde toplumsal duyarlılık ve kamuoyu oluşturmak için angaje bir sinemaya yönelebileceğini gösteriyor ve haliyle düşündürücü oluyor, farklı kıtalardan bu kadar ülkenin kiliseden gelen aynı kötülükle boğuşmasını nasıl değerlendirmek gerek diye? Marie Kreutzer'in The Ground Beneath My Feet (Kaygan Zemin) adlı filmi, Avrupa'nın kanıksadığımız yalnızlık ve iş yaşamının ağırlığı gibi temaları bir kadının yetimliği ile birleştirip merak unsurunu sonuna kadar koruyan bir psikolojik gerilim olsa yine de içeriğiyle pek bir şey vaat etmeyen bir yapım olduğunu sanıyorum ki söylemek gerek. The Mountain (Dağ) Rick Alverson'un yönetmenliğini gerçekleştirdiği bir Amerikan filmi, inanması gerçekten zor ama öyle. Bir gencin akıl hastanesindeki günlerini sanki gerçekle hayalin içi içe geçtiği bir üslupla ele alan yönetmen o kadar kapalı bir anlatım tutturmuş ki hayret etmemek mümkün değil ve sonra özellikle sanat filmlerinde sıkça gördüğümüz 'Freudyen' emareler, genç bir erkeğin annesiyle görüşmesine izin vermeyen baba, hemen ardından babanın ölümü (!), gencin film boyunca tuhaf biçimde annesini arayışı, karımın çocuğuyum gibi afili cümleler, daha sonra kadın ve erkeğin tek bedende yaratılıp kopartılması ve sürekli diğer parçasını aradığı efsanesine dokunuşu gibi karakteristikleriyle oldukça sırıtan bir film. System Crasher (Oyunbozan) ise Alman usulü bir problem çocuk filmi, elbet eğlenceli olmayan, sert, aile boyu izlenemeyecek türden. Alman toplumunda ailesiyle sorun yaşayan çocukların sisteme nasıl kazandırılmaya çalışıldığı, aslında kazandırılamadığını anlatıyor, başroldeki kızın kısa aralıklarla bitmek bilmez sinir nöbetleri geçirdiği film, bence fazlasıyla yorucu ve izleyiciye belli başlı gerilimler yaşatmak haricinde eleştirel bir bakış açısı sunmaktan da uzak, yine de küçük oyuncusunun yansıttığı karaktere tam anlamıyla bürünmesi filmin güçlü yönü. Makedon yönetmen Teona Srugar Mitevska'nın Onun Adı Petrunia adlı çalışması geçtiğimiz Berlin Film Festivali'nin beğenilen filmleri arasındaydı, sosyal medyada kimilerince garip biçimde Altın Ayı avcısı olarak lanse edilen film merak uyandıracak biçimde başlıyor aslında, biraz şişmanca olduğundan ve tarih mezunlarının ülkede istihdam alanı bulamaması nedeniyle 32 yaşına kadar düzenli bir işi olmayan Petrunia'nın ataerkil düzende var olma çabasına odaklanıyor, ne oluyorsa filmin bu odağı tamamen kaybetmese bile istikametini değiştirmesinden sonra oluyor, sadece erkeklere bahşedilen denizden haç çıkarma törenine Petrunia da katılıyor ve cesurca köprüden atlayıp haçı çıkarıyor, elbet ataerkil düzenin korucuları, devlet ve kilise bunu kabul etmiyor ve artık film bu kabulsüzlüğün etrafında sadece dönüp durmakla geçiyor, öykü oracıkta tıkanıp kalıyor. 

Yıldız Tablosu

2001: Uzay Yolu Macerası  * * * * *

Rosemary'nin Bebeği  * * * *

Elisa ve Marcela  * * * *

Peterloo  * * * *

Başyapıtım  * * * *

Nehir Kıyısındaki Otel  * * * *

Lanetli Kumaş  * * *

Alfa  * * *

Kırmızı  * * *

Eş Anlamlılar  * * *

Piranhalar  * * *

Yüzleşme  * * *

Kaygan Zemin  * *

Dağ  *

Oyunbozan  *

Onun Adı Petrunia  *  

Evdeydim Ama X