5 Ağustos 2016 Cuma

Gözü Olanın Gözü Çıksın ya da Neon Şeytan

Kof bir pırıltı mı desek yoksa albenili bir zırvalık mı kararsız kaldım, en iyisi belki de gözü olanın gözü çıksın demek. The Neon Demon-Neon Şeytan, özellikle Drive filmiyle çok iyi bir 'zanaatkar' olduğunu kanıtlayan Nicolas Winding Refn'in Cannes'da bolca yuhalanan, skandal filmi ve Türkiyeli eleştirmenler, özellikle genç kesim filmi başyapıt mertebesine çıkaracaklar, kalıbımı basarım. O kadar da değil ama ya, her ürünün alıcıları adeta holiganları oluyor işte, ve zevkler kolay kolay tartışılmıyor. Filmin bir genç kadının (Elle Fanning) moda dünyasında yükselişini ve onu çekemeyen diğer kadınları anlattığını söyleyebiliriz. Ancak filmin Drive'daki kadar bile örülmüş bir senaryosu yok. Bir yanıyla konvansiyonel sinemaya bir başkaldırı olarak da okunabilir bu durum, oldukça kendine has bir tasarım. Türler arası yolculuk, kimi yerde gerilim, zaman zaman korku, biraz da fantastik ögelerle dolu ve alabildiğine kösnül bir yapım. Sanat sineması içinde kolaylıkla değerlendirilemeyecek ama kitle sinemasına da katiyen ait olamayacak türde, ikisinin bireşimi ifadesinin en uygun kaçtığı filmlerden. Drive da öyle değil miydi? Meselesiyle David Cronenberg'in Maps to Stars'ını ve sanki biraz da David Lynch'in Mulholland Drive'ını andırmıyor diyemem. Fazlasıyla bir biçimsel şov var karşımızda, bazen neredeyse bir müzik klibine bazen de ağdalı bir anlatıma meyleden gerçekten çok kabusu andıran sekanslarıyla hayatın kendisini iç içe geçiriyor film, çokça görsel-işitsel bir hipnoz seansı gibi, o açıdan Gaspar Noe filmlerini, tabii ki Enter the Void'ini akla getiriyor, Noe'nin son filmi Love'ın başrolündeki Karl Glusman da Fanning'in flörtözü olarak yan rolde yer alıyor ayrıca. Fiziksel güzellik algısının ön planda olduğu her sektöre rahatlıkla uyarlanabilecek bir intikam ve tükenişi resmetmeye çalışıyor bu film. Finali de benim yazımın başlığının nedeni oluyor, mesajı bu olsa gerek.

Yıldız: * *

4 Ağustos 2016 Perşembe

Veronik'in İkili Yaşamı 25 Yıl Sonra Beyazperde'de

Ben bu blogta takip ettiğim festivalleri veya mutlaka bir takım festivallerin radarına girmiş vizyon filmlerini yazdım. Yani hep güncel filmleri yazdım çünkü sinema salonunda izleyebildiğim filmler onlardı. Blogun normal akışı dışında -sayfalar sekmesinde- biri 2009 diğeri 2010 yılına ait Michelangelo Antonioni ve Beyaz Bant üzerine yazdığım, öbür yazılarıma pek benzemeyen 2 yazı da var elbet ama onlar lisans yıllarımda farklı derslerin sunum ödevlerinden ibaretti, o da benim 'sinema yazını' geçmişime ait bir anı olduğundan blogu açtığımda koydum, hala duruyor... Kısaca şunu demek istiyorum: Üzerine yazdığım filmlerin ezici bir çoğunluğu benim tarafımdan sinema salonunda izlenmiştir. Tabii ki diyebilirsiniz laptopta izlesen yazsan ne var, çok kişi öyle yapıyor, film aynı işte. Hayır bu bir ilke sorunu, ben sinema filmlerini sadece o filmlerin gösterilmesi için inşa edilen salonlarda izleme taraftarıyım. O filmlerin aurası orası (Eskişehir'deki Sinema Anadolu'yu bilen bilir, orada bile mecbur kalmadıkça film izlemeyi tercih etmezdim çünkü o salon tiyatro gösterimleri için yapılmıştı ama film de gösteriliyordu). Daha önceki yazılarımda da ilk elde çok fark etmiyor gibi gözükse bile bu farka değinmeye çalışmıştım, hem de defalarca. İlk kez şimdi bu blogun olağan akışında sinema salonunda izleyebildiğim eski bir filme değineceğim ama.

Başka Sinema sayesinde Çarşamba gecemiz renklendi. Krzysztof Kieslowski'nin ölümsüz eseri Veronik'in İkili Yaşamı izleyicilerle buluştu. Kısa süre sonra vizyona girecek filmlerin ön gösteriminin yapıldığı Başka Çarşamba bu kez eski bir yapıma (1991) ev sahipliği yapmış oldu. Büyülüfener'in 30 kişilik mini salonu en ön sıradaki birkaç koltuk dışında tamamen doluydu. Aslında kült film geceleri olarak tabir edilen bu gösterimler daha önceki yıllarda da yapıldı keşke daha sık yapılsa. Bu talebi buradan da bir kez daha yineleyelim. 

Kieslowski ne kadar Polonya asıllı da olsa Fransızca (İsviçre'de vuku bulan ya da Fransa'da) filmlere imza attı. Fransa bayrağındaki renklerin anlamını (Özgürlük-Eşitlik-Kardeşlik) günümüz toplumsal yaşamına uyarladığı üçlemesi en sevdiklerimdendir. Keza Dekaloglar'ın da yeri ayrıdır. Veronik'in İkili Yaşamı'nda başrolde fetiş oyuncusu demek ne kadar doğru bilemiyorum ama yine kökü Helvet topraklarından gelen arı güzelliğin temsili aktrist Irene Jacob bulunuyor. Biri Polonya'da (Weronika) diğeri Fransa'da (Veronik) yaşayan müziğe eğilimi olan iki genç kızı canlandırıyor. İkisi de dünyada yalnız olmadıklarını hissediyorlar ve ara sıra dile getiriyorlar. Weronika öldükten sonra Veronik anlamlandıramasa da içinden bir şeylerin koptuğunu, yapayalnız kaldığını çok iyi biliyor. Weronika, Veronik'i Varşova'ya bir geziye geldiğinde fotoğraf çekerken sadece birkaç saniyeliğine görüyor. Tabii Veronik de çok daha sonra o çektiği fotoğraflarda ansızın Weronika'yı fark ediyor. 

Bir önceki yazımda etnik kökenleri Fransız olmasa bile Fransa'da yaşayan, Fransız yapımı filmler çeken yönetmenlerin ne de güzel aşk filmleri yaptıklarından bahsetmiştim. Kieslowski de onların yukarılarına rahatlıkla yerleştirilebilir. İzlediğimiz tam bir aşk filmi. Platon'a atfedilen kadın-erkek tek bir vücutta kendine yetiyormuş da bir gün tanrı onları ikiye ayırıp farklı yerlere yollamış ve bu ikili ömrü boyunca bir diğerini aramış durmuş, bazen bulduğunu sanmış, buna da aşk demişiz ya hani, işte böylesi bir ruhun eseri bu film. Yoksa neden Veronik başka bir erkekle seviştikten sonra ağlasın! 

Kieslowski'nin kader veya tesadüf, aldatma, yalnızlık gibi temalarından izler yine mevcut. Mizanseni kurma biçimi ise olağanüstü; her ışık taneciğine dikkat edişine, her dekoru tasarlayışına her çerçeveyi konumlandırışına hayranlık duymamak elde değil, ve belki en çok da sesi kullanışı hayranlık uyandırıyor. Yine Zbigniew Preisner'in fevkalade bestelerinin desteğiyle başlı başına bir duygu halinin katıksız ifadesi sanki, yalnızlığımızın çaresizliği üzerine, her ne kadar bazen yalnız olmadığımızı hissetsek de.

Rahatlıkla 'transandantal sinema' bağlamında değerlendirilebilecek bu eser 12 Ağustos'ta en azından İstanbul ve Ankara'da vizyona girecek, her zaman böyle bir fırsatla karşılaşmayacağımızı düşünerek kaçırmayın diyorum.

Yıldız: * * * *