21.YY'IN ŞAHESERLERİNDEN ''BEYAZ BANT'' ÜZERİNE...

''BİR FİLMİN BİÇEMSEL ANALİZİ''

DAS WEİSSE BAND/THE WHİTE RİBBON (BEYAZ BANT) 2009


Yönetmen: MİCHAEL HANEKE


1- Anlatı Yapısı

Beyaz Bant senaryosu ve yönetmenliği Michael Haneke tarafından gerçekleştirilen bir filmdir. Filmde Almanya’nın bir köyünde (Eichwald) 1.Dünya savaşı arifesinde yaşamış bir öğretmenin günümüzdeki yaşlı sesinden o dönemde (1913) bizzat gördüğü veya duyduğu bir takım tuhaf şiddet olayları anlatılır.

1.1. Sergileme:
Film henüz perde karanlık iken yaşlı anlatıcımızın, sizlere bir şeyler anlatmak istiyorum demesiyle başlar ve anlatıcı anlatacaklarının ülkede ileriki yıllarda yaşanacak bazı olaylar ile (nazi vahşeti olduğunu biz çıkarıyoruz) bağlantısı olabileceğini söyler, anlatacaklarının bazılarının da kulaktan dolma bilgiler olduğunu söyleyerek filmde kendisinin bizzat bulunmadığı sahnelerin de böylece ‘mantığa uygun’ olmasını sağlar. İlk tuhaf olayı anlatmaya başladığında perde açılır ve doktorun atıyla giderken çitler arasına tel gerilmesi sonucu düşerek yaralandığını görürüz, anlatıcı ilk onu kızının gördüğünü sonra komşularının geldiğini ve anlam veremediği şekilde ‘’çocukların hep beraber hareket ettiklerini anlatır’’ ve görüntülerde bu dış sese eşlik eder. Ardından bu olayın nasıl gerçekleştiği araştırılırken bir çiftçinin karısı öldürülür, bu arada çocuklara kimi kurallara uymadıkları gerekçesiyle tuhaf tuhaf cezalar verilir, kollarına da masumiyetin ne olduğunu unutmasınlar diye beyaz bantlar takılır, mesela bir gün öğretmen Rahibin oğlunu köprüde tehlikeli bir şekilde yürürken görür, neden böyle yaptığını sorduğunda oğlan Tanrıya karşı masum olup olmadığımı sınadım, köprüde beni düşürmedi demek ki beni seviyor diye cevaplar, doktorun oğlunun ablasına insanlar neden ölür konusundaki sorusuna ablası tedirgin cevaplar verir. ''Baron, Rahip ve Doktor'un'' (yaralandığı için belli bir süre filmde yok) öncülüğündeki totaliter, acımasız baba figürleri çocuklarına karşı ceza ritüelleri düzenlemeye devam ederlerken köydeki gizemli şiddet olayları alır başını gider.
1.2. Çatışma:
Filmin her ne kadar klasik bir havası olsa da geleneksel anlatı kalıplarına sokulamayacağı için alışıldık çatışmalardan farklı bir yapı bizi bekler. Şayet filmde ceza ritüellerini anlamlandırmaya çalışırken bir yandan da gizemli şiddet olayları süregelir, temel çatışma tuhaf şiddet olaylarının arkasında kimler olduğu yönündedir. Köydeki otoriteryenizmi temsil eden Rahip mi, yoksa Baron mu yoksa Barones (Baronun karısı) mi yoksa köyden başka biri mi, ama kim…yoksa çiftçinin tuhaf bir kazada ölü bulunan karısının oğlu mu ki o oğlan belki de köydeki en masum şiddet olayına başvurur, annesinin ölümünden Baronu sorumlu tutarak onun lahana tarlasına girip mahveder tarlayı ve başka bir insanı veya canlıyı hedef almayan bu şiddet olayı gösterilir.



1.3. Gelişme:
Filmin klasik anlatı çizgisine uymadığını belirtmiştik, şiddet olaylarının arkasındakileri bekleyeduralım, film bütün soğuk ve tedirgin bekleyişimize karşın köydeki öğretmenimizin Eva adındaki genç bir kızla yakınlaşmasına da tanık eder bizi, filmin romantizme göz kıptığı tek yan öyküde burasıdır, filmin ilerleyen bölümlerinde öğretmenimizin kızı ailesinden istemesi ve reddedilmesi gibi yine bir gece Eva’nın Baron’un oğluyla hiç ilgilenmediği ve o yüzden kaybolduğu gerekçesiyle kovulup öğretmenimizin yanına gelmesi gibi filmin bütün soğukluğunun içinde yönetmen bu küçük yan öyküyle de içimizi ısıtır ama asıl öykü, kısa süreli duraklamalar dışında sürekli bir yenisi eklenen şiddet olaylarıdır mesela Baron’un oğlu Sigi bir gün kaybolduğunda onu aramaya koyulurlar, ciddi bir arayıştan sonra kereste fabrikasında baş aşağı asılı şekilde bulunur, yine ona bunu kimin yaptığını bilemeden filmi izlemeye devam ederiz, bu arada filmin başında atıyla iki çit arasına gerilen tele çarpıp yaralanan Doktor da hastaneden taburcu olur ve öyküye dahil olur ancak çocuklarının ona karşı soğukluğu dikkat çeker, özellikle de küçük oğlunun. Nitekim daha sonraki bir sahnede gece ablasını yanında bulamayıp arayan bu küçük çocuk babasının ablasıyla ensest bir ilişkiye girdiğini görür. Aynı Doktor onların evinde kalan ebeyle de cinsel ilişkiye girmektedir ve onun ağzının koktuğunu, onu beğenmediğini söyleyerek hiçbir insanın hak etmediği şekilde onu da aşağılar. Aynı zamanda diğer bir tarafta Rahip oğlunu yanına çağırıp günaha girmemesi konusunda uyarır, ve bununla ilgili gerçeklikle alakası olmayan bir hikaye anlatır, kastettiği ergenliğin henüz başlarında olan oğlunun cinsel organıyla mastürbasyon yapmasıdır, geceleri mastürbasyon yapmasın diye oğlunun ellerini bağlayarak uyutur onu, çocuğun üzerine gider, kabul ettirir bu suçu! bu arada gizemli olaylara bir yenisi eklenip durur, bir gece vakti ahır yanar, oğlunun Baronun lahanalarına zarar verdiği için işinden olan çiftçi de intihar eder, dinsel ayinlerde çocuklara kan içirilir.

Yaşanan olayların da Tanrının arzusu olduğu şeklinde yorumlandığını öğretmenin yaşlanmış dış sesinden öğreniriz. Yine Baron’un evinde kalan ebenin özürlü oğlu feci şekilde dövülür, işin ilginç olanı çocuklardan birinin bu olayın olacağını daha önce rüyasında gördüğünü öğretmene söylemesidir. Rahibin küçük oğlu bir kuşu besleyip bakar ama bir gün ablası makas alır çekmeceden, ne yaptığını görmeyiz daha sonra çocuğun kuşuna makas geçirilip öldürülmüş halini Rahip babası görür, bu sahne filmde canlılara karşı işlenmiş şiddetin faili ilk belli olan eylemdir, yani bizim bizzat gördüğümüz ve bütün eylemleri kimlerin yapmış olabileceğine dair de yeni bir ışık açar, yine bir sahnede çocuklar nehir kenarında otururken birkaçı flütü çalmayı beceremezken bir tanesi başarınca o nehre atılır, onu nehre atan çocuk da evde babası tarafından feci şekilde kırbaçlanır, ileriki sahnelerde Barones'in de kocası Barondan ayrılmak istediğini ilişkilerinin kötü olduğunu öğreniriz, özellikle de köyde yükselen kaotik ortam nedeniyle köyden ayrılmak istediğini belirtir, aynı zaman da başka bir adama aşık olmuştur. Baron sorunlara dair konuşmaz, o adamla yattın mı der sonuca bakar ve suçlayıcıdır. O an Baron’a bir haber gelir, Arşidük Ferdinand’a Sarayevo’da suikast düzenlenmiştir aslında bu haber ilkokuldan beri tarih kitaplarında okuduğumuz 1.Dünya Savaşı’nın ateşini fitilleyen olaydır.
1.4. Doruk Nokta:
Ve öğretmenimiz Eva ile savaş durumunda ne yapacaklarını düşündüğü bir gün Baron’un evindeki ebeyle (Wagner) karşılaşır ve kadın ona özürlü oğlunun faili söylediğini ve kendisinin bütün olayların sorumlusunu bildiğini ve polise gideceğini söyler ama öğretmene söylemekten çekinir, öğretmen çocukların özürlü çocukla fazla ilgilendiğini görür, üstüne üstlük polise giden ebenin çocuğunu evde kilitli bıraktığını anlar, çocuklarla konuşur ama bir sonuç alamaz, Rahip ile konuşur ve ona bütün olayların sorumlusunun ‘’ÇOCUKLAR’’ olabileceğini söyler. İşte filmin doruk noktası burasıdır. Olayların sorumlusu hakkında birinin ağzından yapılan ilk öngörüdür burası, Rahip kabul etmez bu suçlamayı, benim çocuklarımın da içinde olduğu bir grup yapamaz bunu der, öğretmenin söylediklerinin saçmalık olduğunu ve defolmasını söyler. Kanımca Rahip de diğer babalar da olayların faillerinin çocuklar olduğunu bilirler, ancak ceza ritüellerine devam ederler, onların ahlak anlayışı bu denli çarpıktır, ceza ritüelleriyle daha masum, iyi çocuklar yaratacaklarını sanırlar, halbuki nazizmin kökenlerini inşa ettiklerinin farkında değillerdir, yarattıkları çarpıklığı sezdikleri anda ise görmemezlikten gelirler, çünkü bu düpedüz onları asıl suçlu durumuna getirecektir, suçlu olmayı kabul edemezler.
1.5. Sonuç:
Öğretmen ebenin evine girdiğinde oğlunun evde de olmadığını görür, artık ebe de doktor da yoktur köyde. Ondan sonra sabit pastoral köy görüntülerine öğretmenin dış sesi eşlik eder, ondan sonraki süreçte dedikoduların arttığını, özürlü çocuğun da aslında Doktor'un çocuğu olabileceğini, Doktorla ebe ilişkileri ortaya çıkmasın diye bu çocuğu düşürmeye çalıştıkları ama beceremedikleri için çocuğun bu hale geldiği iddialarının olduğunu, hatta buna dayanarak diğer olayların zanlılarının da onlar olabileceği iddialarının da bulunduğunu belirtir. Ondan sonraki Pazar günkü ayinde bir ümit ve ayrılık havasının olduğunu belirtir.

1.Dünya Savaşı’nın giderek büyüdüğünü ardından 1917’de askere çağrıldığını döndükten sonra da Eva ile evlenip bir terzi dükkanı açtığını ve o köylüleri de bir daha görmediğini belirtir. Olayların faili çocuklardır ama filmin sonunda kimse bunu bağıra bağıra söylemez, fakat öğretmenin tespiti bir yana dursun filmdeki çocukların davranışlarına dikkat edilirse, üstelik Rahip’in kızı Clara’nın filmin sonlarına doğru evdeki kuşun böğrüne makas geçirip masanın üzerine bırakması göz önünde bulundurulursa ortalamanın biraz üzerindeki sinema izleyicisi bile suçluların kimler olduğunu anlar. Yönetmen tespitini hiç bağırmadan, illa bir şeyleri kanıtlama çabasına girmeden son derece yalın bir şekilde göstererek izleyicilerle buluşturur.
1.6. Karakterler:
Filmimiz bir modern sinema örneği olduğu için alışıldık şekilde ana karakter yan karakter ayrımına gitmedik, filmde karakter çok; filmin anlatıcısı öğretmen aslında biraz da Haneke’nin kendisi, yaşadığı çevreye ve insana karşı duyarlı, aydın güdüleri olan üzerinden bunca yıl geçmesine rağmen (1913’te 31 yaşında filmin çekildiği 2009’da 127 yaşında) bir ihtiyar olan bu öğretmen tecrübe ve tespitlerini bizlerle paylaşıp geçmişte yaptığımız hatalara düşmeyelim, uyarıyorum sizi, geçmişten ders çıkaralım, daha güzel bir dünya için yaşayalım der gibidir, Rahip dinin akıl dışı totaliter ve bağnazlığıyla çocuklarını ahlaklı yetiştirdiğini sanan, eleştiriye kapalı bir adam, Baron sevgiden yoksun, eşiyle bile doğru dürüst iletişim kuramayan bir adam, Doktor ise cinselliğe düşkün, ama bununla sınırlı kalmış, fiziksel anlamda tatmin olmadığında partnerini hakir gören, fiziksel zevki için kızıyla bile cinsellik yaşayabilecek bir adam, özellikle rahibin çocukları, sonra doktorun kızı ve köyde grup halinde gezen üç beş çocuğu daha ekledik mi onlar da acımasız baba baskısına maruz kalan, biraz da anlamsızca ezilen ve özellikle filmin sonlarına doğru bir şeyler bildiklerine dair bir şeyler sezdiren kişiler, burada Baron’un ve Doktor’un küçük oğlu ve de ebenin özürlü oğlu henüz belli bir eylem yaratma potansiyeline sahip olmadıkları için ister istemez dışarıda tutulmaktadırlar.Yine filmdeki kadın karakterlerin daha iyi niyetli belki nötr olduklarını söyleyebiliriz, onlar da bir anlamda ezilen olabilmektedirler, sonuç olarak filmin merkezinde erkek egemen dünyanın, ve sınıfsal anlamda güçlü öncülerinin çeşitli nedenlerle yarattıkları, benmerkezci de olsa dini bağnazlık ya da saçma ahlak anlayışları veya başka bir nedenle de olsa uyguladıkları her türlü ‘totaliter eğitimin’ çocuklar üzerinde yarattıkları kötü etkidir bize duyumsatılan.
Not: Anlatıcımız 127 yaşındayken bunları anlatıyor, belki de filme dair ufak eleştirinin getirilebileceği yer burası, çevremizde hatta dünyada bu yaşa gelmiş üstelik akıl sağlığı yerinde, böyle şeyler anlatabilecek kaç kişi var sizce, burası biraz tuhaf ama % 100 olmayacak, gerçekliğe tamamen darbe indirecek şey de değil, biraz olayın geçtiği tarihin çok eski oluşundan kaynaklanan bir zorunluluk olarak da düşünülebilir. Ayrıca anlatıcımız öğretmenin adını film boyunca öğrenemiyoruz, öğretmen işte o kadar, bu da kuşkusuz Haneke’nin bilinçli tercihi, öğretmenlik mesleğine verdiği önemin, öğretmenlerin nasıl olması gerektiğinin bir kanıtı, adı mühim değil, o bir eğitimci, öğretmen, önemli olan bu.
1.7. Tema:
1930’lar ve akabinde 2.Dünya Savaşını da bir noktada körükleyen Almanya’da Nasyonal Sosyalizm (Nazizm) adı verilen ideolojidir, bu ideoloji milyonlarca insanın büyük Alman devletinin kurulmasına engel olduğu için öldürülmesine neden olan, son derece ırkçı, kendinden olmayanlara akıl almaz vahşetler uygulayabilen, insanoğlunun içselleştirmesi çok da kolay olmayan bir ideolojidir ki, İtalyan faşizminden de kimi yönlerden farklılaşır, bu ideoloji Alman toplumunda olabildiğince fazla benimsenmiş ve hayata geçirilmiştir. Soru şudur böyle bir şeyin kitlesel olarak benimsenmesinin kökeninde neler yatmaktadır, hadi diyelim Hitler bir piskopattı, peki koskoca bir toplum da mı piskopattı.
Tarih içerisinde bununla ilgili sosyal bilimciler çeşitli tezler ortaya atmışlardır, aslında Haneke de bu tezlere kendi savunduğunu ekler (ayrıca üniversitede de psikoloji eğitimi aldığını unutmayalım), tez basittir, hangi sebeple olursa olsun çocuklar üzerinde yaratılan baskı ve şiddet onları gelecekte birer katliam makinasına dönüştürebilir, Almanya’nın 1930 sonrasında yaşadığı nazi terörünün yaygın bir şekilde kabul görmesinin altında yatanlardan biri de nazi teröründen yaklaşık 20-30 yıl önce filmin geçtiği köyde olduğu gibi Almanya’nın bir çok yerinde çocuklara uygulanan baskıdır, temada budur, o çocuklar Nazi döneminin yetişkinleri olacaktır en nihayetinde, çocukluk da uygulanan baskı o çocuklara kat kat fazlasını yaptırabilmektedir ve filmdeki gibi şiddet olaylarını çıkarabilen çocukların ileriki yıllarda Nazizm’i de kolay bir şekilde benimsememesi için bir neden kalmamıştır.
Kuşkusuz Haneke bir bilim adamı değildir, ancak bir bilim adamı soğukkanlılığıyla ortaya attığı tezini sinema sanatının büyüsüyle insanlara aktarmaya çalışmıştır, bunu nasıl başardığını alttaki sinematografi, mizansen gibi başlıklarda anlamaya devam edeceğiz, sonucunda Haneke bir sanatçıdır, bunu da yarattığı sinema dili ve estetiğiyle kanıtlamıştır.

2. Sinematografi:

Bu başlıkta acilen cevaplandırmamız gereken bir soru var, yönetmenler 2009 yılında RENKLİ filmlerin en kaliteli çeşitleri kullanabilme olanağına sahipken, Haneke de bugüne kadar görüntüsü çok kaliteli renkli filmler çekmişken (Bkz: Cache’Saklı’) neden bu filmi SİYAH-BEYAZ çekmiştir. Daha önce belirttiğimiz gibi film 1913 yılında geçer ve yaklaşık 1 yıl sürer, Avusturya-Macaristan veliahtının öldürülmesinden kısa bir süre sonra da film sona erer.
Kuşkusuz O tarihlerde sinema diye bir şey vardı, henüz emekleme dönemindeydi, 1895’in ilk gösterim olduğunu düşündüğümüzde filmin geçtiği tarihte, tam tamına 18 yıldır bu deneyimi yaşıyordu insanoğlu ya da belirli bir kesim de diyebiliriz, birileri vardı bu deneyimi yaşayan yani.
Bu film aslında günümüzde anlatılan ve bizi günümüzden geçmişe götüren bir filmdir, aslında izlediklerimize komple flashback bile diyebiliriz. Haneke anlattıklarını yoğun okumalar, araştırmalar sonucu bulmuştur, Yani filmde anlatılanlar kesinlikle toptan hayal ürünü değildir. İşte burada, filmin bir ölçüde belgesel olduğunu bile söyleme noktasına gelebiliriz. Ama günümüzde tekrar kurulan, dramatik bir filmin içinde o güne tanıklık ettirir bizi, anlattıklarının gerçekliği sinema dilini de durağan, minimalist bir çizgiye getirir, ancak o günün insanının (1913) hareketli görüntüyü, sinemayı deneyimleme biçimi ‘’siyah-beyazdır ’’ filme o günün koşullarında filme alınmış, şu an gün yüzüne çıkan bir belge niteliğinde yaklaştığımızda renkli olması bütün doğallığı, gerçekliği, bozar, bugünün içine hapseder bizi, örneğin Hollywood ele alsa büyük olasılıkla renkli çekerdi çünkü o sinemanın gerçeklikle pek bir derdi yok günümüzde. İşte 1913’ün sinema deneyimlemesinin siyah beyaz olmasıdır tüm mesele. Zaten oyunculukların minimalistliğinden tutun da sinema dilindeki bütün sadelik, yalınlık bu amaca; gerçekliğe hizmet eder. Tabii diyebilirsiniz ki renk açısından anladık, o dönemin sinema algısıyla uyuşuyor da, o dönemin tekniği bu kadar üst düzey değil ki, kamera kullanımı, kalitesi, kurgu, ses doğal olarak siyah-beyaz gördüğümüz renk kalitesi bile bugünün çok çok altında, sinema hiçbir şekilde sanat olarak bile değerlendirilemiyor, görüntüler silsilesinden başka bir şey değil. (sinemasal dili olan ilk örnek Bir Ulus’un Doğuşu bile 1915) İşte bu nokta da Haneke tekniği de o günün koşullarına uydurup basite indirgeseymiş gerçekliği tam gözünden vurmuş olmaz mıymış, neden yapmamış, diye sorabilirsiniz. Cevap şudur; o kadarını yaparsa film gerçeklik adına izlenebilirlikten çıkar, daha ötesi estetiğini, tüm sanatsal değerini yitirir çünkü olanakları en üst düzeyde kullanmamız gerekir günümüzde. Örneğin 1925 yapımı Potemkin Zırhlısı kendi koşullarında çok önemli sanatsal bir değer taşırken bugünün koşullarında aynı teknik kapasiteyi kullanıp benzer bir filmi çekmenin en ufak bir sinema değeri bile olamaz, çünkü devir değişti, sinema büyüdü, 7.sanat oldu, modern dünyanın başat sanatsal ifade biçimi oldu. İşte Haneke içerik uğruna kendi sinema anlayışında önemli biçimsel değişiklikler yaparken, bizlere tam bir gözlemci olarak olayları adeta ‘’anında’’ izlettirir ve kendi biçemine sık sık yedirdiği, günümüze ait yabancılaştırıcılar olarak kullandığı video görüntüsü gibi unsurları defederken, diğer yandan da filmin kalitesini en üst düzeyde tutup bizlere dört dörtlük bir sinema şöleni yaşatması gerekir, yaşatır.
O yüzden de filmin görsel kalitesinden, kamera hareketlerine, oyunculuğa, bütün sinemasal olanaklardan yararlanması şarttı, problem bir denge problemiydi, filmi izleyince anladık ki bu denge probleminden başka bir deyişle biçim-içerik kalitesi ve uyumundan alnının akıyla çıkmıştı.
2.1. Kamera Hareketleri:
Film kamera hareketleri açısından bir Hollywood filmiyle kıyaslandığında alabildiğine durağandır, karşımızda son derece yalın bir film olduğunu söylemek mümkün, yalnız ‘’minimalist sinema’’ bağlamında değerlendirildiğinde durum çok da öyle değildir, örneğin bir Bresson (ki nedense içeriği bana L’argent’ini çağrıştırır) filmine nazaran bir çok kaydırma ve çevrinme hareketiyle karşılaşırız filmde, kişiler arası diyalogların önemli olduğu yerde kamera sabit iken, olay örgüsünün ilerlediği, yeni bir şeylerin meydana geldiği, karakterlerin bir yerden başka yerlere gittiği sahnelerde kamera hareketlerine başvurmuştur yönetmen, ama abartmadan son derece tutarlı bir şekilde.
Örneğin rahibin, oğluna uygulayacağı ceza seansında çocukların annesi beyaz bir bant kestiğini gördükten sonra oğlu ve kızıyla birlikte bir odaya doğru ilerlerler, kamera da önce yukarı sonra sağa çevrinmeyle izleyici olarak bize devingenlik sağlar, filmi izlerken tam olarak başlarına neler geleceğini bilemeyiz, çocuklar odaya girdiğinde kamera sabittir, erkek çocuk (Martin) odadan çıkar, ve biz onu izleriz başka bir odaya girer bir şey alır, kamera onu izlemeye devam eder ve ilk çıktığı odaya girmek üzereyken elindeki kırbacı görürüz, büyük olasılıkla rahip babaları onları kırbaçlayacaktır ve yine kamera kapalı kapının gerisinde sabit durur. Biz çocuğun inleyişlerine bir süre tanıklık ederiz, işte o zaman anlarız ki bu çocuklara ceza ritüelleri uygulanıyor
Filmin gerçekçiliğini karşılayacak durağanlığın bir Bresson ya da Ozu düzeyinde olmamasını da şöyle açıklayabiliriz, bir yandan ‘sadece’ yönetmenin mizansen kurma yeteneği, estetik tercihleri/biçemsel anlayışıyla ön plana çıkmayan, ciddi anlamda bir senaryo başarısı olan, olay örgüsünün çok güçlü olduğu bir film var karşımızda, durum öyküsünden çok olay öyküsüne yakın bir anlatıya sahip Beyaz Bant, filmin sonlarına kadar hatta çağdaş sinemaya pek de alışkın olmayan sinema izleyicileri için film bittikten sonra bile önemli bir merak unsurunu içinde taşıyor, son derece iyi yazılmış bir roman kurgusu hakim filme, zaten kimileri acaba uyarlama mı bu film diye sormuştur, Haneke de hayır demiştir, özgün senaryo bu, işte içeriğe uygun biçemin kamera hareketlerini nasıl etkilediğini de görmüş olduk böylece, filmin ‘’öykü anlatabilme’’, aslında biraz da ‘’izlenebilirlik’’ gücünü sağlayan unsurlar, kameraya da belli ölçüde de olsa devinim kazandırmıştır.
2.2. Çekim Ölçekleri:
Fotoğraflardaki gibi filmin bir çok karesinde yönetmen genel çekimlere, uzak çekimlere başvurur. Amacı katmanlı hikayesindeki bir çok insanı veya bir köy halkını topluca gösterebilmektir, ayrıca içerikle zıtlık oluşturacak güzel köy görüntülerini bu yolla gösterir, film bir açıdan tümevarım filmi olarak da düşünülebilir çünkü köydeki bir çok insan filmin konusudur ve de hepsiyle ilgili küçük öyküler filme dahil edilmiştir, ancak bu öykülerin içine girdiğinde yönetmen, iki kişi arasındaki etkileşimi göstereceği zaman orta çekimlere, karakterlerinin psikolojilerinin önemli olduğu yerlerde yakın veya omuz çekimlere başvurur, tek bir karakteri takip sahnesinde ise boy çekimleri kullanabilir. Zaten filmin son sahnesinde filmin tümevarımlığını kanıtlarcasına tek bir planda sabit duran kamera genel çekimde koroyu gösterir ve olayların faili olan çocuklar koroda şarkı söylemektedir.

3. Mizansen

3.1. Çerçeveleme:
Filmin anlattığı bütün kaotik köy cehennemiyle paradoks oluşturacak, fotoğraf değeri olan, kartpostal tadında çerçevelerle karşılaşırız, pastoral köy görüntüleri sık sık bizlere eşlik eder, aslında Rahip gibi Doktor gibi, Baron gibi gerçekleri görmek istemeyen kişilerin ironik bir metaforudur bu güzel görüntüler, yine bazı zamansal sıçramaların olduğu yerlerde Haneke bu sıçramaları köy öğretmeninin dış sesinin önüne sabit, çoğunlukla ıssız köy görüntüleri koyarak yapar, bu görüntülerde mevsimin giderek değiştiği de gözlerden kaçmaz, ‘’mevsimsel geçişleri’’ bu şekilde göstererek bir yılın yaratıcı bir şekilde adım adım bittiğini gözler önüne serer Haneke .Yazın başlayan hikayesi bir diğer yaz sona erer. Ama sinemasal olanakları en optimum düzeyde kullanarak yapar bunları, mesela bir popüler film zaman sıçramalarını, kolaycılığa kaçıp altyazıyla gözümüze sokabilirdi, ama bir sanat sinemasında olmaz bu. Yine orta çekimlerde, özellikle de genel çekimlerde ‘’alan derinliğini’’ çok iyi kullanarak herkesi gösterir bizlere. Dış çekimlerde köyün kendine has yapılarını kadrajın dışına çıkarmaz, görsel algımızı zorlamayan, insanın içinde bulunmak isteyeceği kareler oluşturur, yine iç mekanlarda karakterleri çerçevenin dışına taşmayacak şekilde oturtarak görsel bir dinginlik hissini devam ettirir, olgun bir sinemacının elinin değdiğini hissettirir, tabii görüntü yönetmeni Christian Berger’e de teşekkürü borç bilmek lazım.
3.2. Aydınlatma:
İç çekimlerde karakterlerin görünmesi gerektiği ama 1913’teki bir evin ışıklandırma şartlarını düşündüğümüz kimi yerlerde orta kontrastlı ışık kullanılırken gizemin önemli olduğu ayrıca gerçeklik duygusundan birşeyler kaybetmemek adına bazı sahnelerde düşük ışık kullanır.

mesela; ortam karanlıktır gerçekte, gece kalkmışlardır, bir mum ışığı gelir ortam biraz aydınlanır, mum ışığı da yoksa gözümüz biraz daha zorlanabilir, ancak dış sahnelerin oldukça fazla olması aydınlatmaya fazla ihtiyaç bıraktırmaz. İç sahnelerde her şeyin net ve capcanlı bir şekilde görünmesini isteğinde yüksek kontrastlı ışığa da sıkça başvurmuştur. Örneğin klisedeki ayin,vaaz sahneleri gibi.
3.3. Dekor ve Kostüm:
İzlediğimiz kuşkusuz bir dönem filmi, dolayısıyla ciddi bir sanat yönetmenliği katkısı gerektiriyor. Film Almanya’nın Saksonya eyaletindeki Eichwald adı verilen Protestan kasabasında geçer, o günün köylüsüyle bugünün köylüsü arasında ister istemez büyük farklar vardır, o döneme özgü ev dekorasyonu, bir miktar çevre düzenlemeleri ve o dönemin Alman köylüsünün kıyafetleri aynen tasarlanmış, diktirilmiş ve kullanılmıştır. Mesela o dönemin perdeleri araştırılıp bulunmuş takılmış, masa örtüleri, masalar, örneğin okul sıraları bile değiştirilip birebir o günkü koşullarda kullanılan sıralar okula taşınmıştır, salonda bulunan daha modern avize bile eskisiyle değiştirilmiştir, günümüzdeki Eichwald evlerindeki daha modern pencereler bile eskisiyle değiştirilmiş, üstelik televizyon bir yana, evlerdeki bilgisayar ve çeşitli teknolojik aletler toplatılmıştır, kısacası kostümler için terzilere ödenen ücretlerin dışında dekor açısından da masraflara girilmiş, çekim süresince Eichwald zaptedilmiştir, sonuç olarak filmin bütün naifliğine rağmen sıradan bir bağımsız/sanat filmine oranla oldukça masraflı, hiç de küçümsenmeyecek bir prodüksiyondur.
3.4. Kurgu:
Film minimalist yapısını kurgu anlayışında da devam ettirir, filmin olay örgüsü parçalıdır, yani aslında bir çok küçük öyküyü bünyesinde barındırır ve bunları olabildiğince bütüncül ve gerçekçi bir yaklaşımla yapmıştır, 1 yıllık zaman zarfı farklı parçaları değişik oranlarda birleştirerek adeta yap-boz oyununu andırır. Yönetmenin kullandığı noktalama işaretlerine gelince sadece filmin başında açılma (fade-in) filmin bitiminde de kararma (fade-out) kullanılması dışında bütün geçişlerde kesme (cut) kullanılmıştır. Yönetmenin bu anlayışını rahatlıkla şöyle açıklayabiliriz. Daha önce de belirttiğimiz gibi bu film aslında bir nevi flahback filmidir, bir anlatıcısı vardır ve onun geçmişidir (gördükleri, biraz da duydukları) izlediğimiz, başlangıç ve bitişin açılma ve kararma ile gerçekleştirilmesi, yönetmenin ben buradayım, size geçmişten bir şeyler anlatıyorum, bir yelpaze sunuyorum, algılayıp, yorumlamak ve mümkünse bir davranış değişikliği oluşması size kalmış demesinin bir tezahürüdür, diğer bütün sahnelerde kesme kullanılması o sahnelerin külliyen bu yelpazenin yani anlatıcının geçmişinin bir parçası olmasıyla ilişkilidir ve bütün izlediklerimiz birbirinin içine geçmiş, birbirinden koparılamayacak öykülerdir, bir şeylerin bitip bir şeylerin başladığı yerler, özellikle mevsim geçişleri, Haneke’nin özel tercihi olan pastoral köy görüntüleri eşliğinde gerçekleştirilmiştir. O yüzden kesme tercih edilmiştir, zaten estetik en enerjisi yoğun olan bir noktalama işaretinin kesme olduğu kabul görür.
3.5. Ses:
Film birebir konuşma dilini yakalamaya özen gösterir, o dönemin Alman köylüsünü daha önce de belirttiğimiz gibi minimalist sinemaya yaklaşarak son derece doğal bir ses tonuyla yansıtır. Bahçedeki şenlik sahnesinde Lehçe (Polanya dili) ve Dadı’nın Barones ve Barones’in oğluyla eve geri döndüğü sahnede de İtalyanca konuşulur, bu sahnelerdeki birkaç insanın o millete mensup olmasından dolayıdır ve çok kısa süreleri kapsar bu konuşmalar, film baştan sona doğal olarak Almancayla domine edilmiştir. Film gerçekçi atmosferine hiçbir şekilde dış müziği koymaz, filmin başlangıç jeneriğinde ve bitiş kredilerinde bile müzik yoktur çünkü filmin içinde olmayan, dışarıdan eklenen müziğin kullanılış amaçları çoğunlukla filmi popülarize etmek, ritim duygusunu kuvvetlendirmek, özellikle de, öncelikle ‘’görsel’’ bir sanat olan sinemanın görsel olanaklarıyla amaca ulaşamadığı için müzik sayesinde yeterliliği sağlamaktır, tabii ki dış müziğe daha da doğru tabirleriyle soundtrack ve özellikle de skora sahip başyapıtlar izlemişizdir ama yine de sayıları çok fazla değildir, ancak bu başyapıtlardaki müzikleri yukarıda bahsettiğim çeşitli nedenler gibi yönetmenlerin kolaycılığı olarak değerlendirmek yanlış olur, yaratıcısının biçimsel bir yaklaşımı, hatta biçimciliği olarak değerlendirilebilir, çoğunlukla da tematik müziklerdir. Doğu Avrupa Sinemasının 3 deviyle özdeşleşmiş müzisyenler bile vardır (Artemyev-Tarkovski Preisner-Kieslowski Karandirou-Angeloupulos) İşte bu nokta da Beyaz Bant bu yönetmenlerin filmlerinden ayrışır, plastik, yapıntısal gerçekliğe karşın daha yalın daha önce de belirttiğim gibi tarihsel gerçeklerle ilintili, belgeselvari bir gerçekliği tercih eder Haneke, o yüzden de filmine hiçbir şekilde müziğin girmesine izin vermez. Ancak belirtmemiz gereken bir nokta da vardır, Bu filmin şenlik sahnesinde ve diğer piyanolu bazı sahnelerde müzik vardır, zaten filmin içinde olan, karakterlerinde duyduğu müziktir o, DİP MÜZİK’tir velhasıl ve böyle filmlerin dokusuna uygundur, kanımca Haneke azıcık da olsa müzik ihtiyacını böyle yaparak en asgari şekliyle kullanmıştır.



SONSÖZ :
Sinema Tarihini oluşturan önemli filmler vardır, tarihsel olarak; Yurttaş Kane, Bisiklet Hısızları, 400 Darbe, Cinayeti Gördüm, Bir Uzay Macerası, Üç Renk… bir çırpıda sayılabilecek örneklerdir ve üzerlerinden bunca yıl geçmesine karşın sinema okullarında hala kuramsal derslerin vazgeçilmez argümanlarıdır. Ben tahmin ediyorum ki Beyaz Bant da yakın zamanda bu grubun içerisine girebilir ve önümüzdeki yıllarda sadece sinema derslerine değil çeşitli sosyal bilimler (psikoloji, siyaset bilimi…) derslerine de konu olabilir, işin ilginç tarafı epey bir eskiye giden, aslında yıllar önce anlatılabilecek bir öyküsü olmasına karşın 21. yüzyılın ilk on yılının sonunda çekilmiştir bu film. (Haneke’nin 10 yıl önce oluşturmaya başladığı projesi), yakın dönemde içerik olarak benzerlikler saptanabilecek başka filmler de vardır: Gus Van Sant’ın Elephant’ı, suç işleyenin çocuklar olması, o filmde arka planda çok fazla göremesek de ilgisiz ebeveynlerin olması vs. kuşkusuz o film de özgün/yaratıcı mizanseniyle ‘’küçük bir başyapıttı’’, Beyaz Bant ise ondan daha da ilerde, ‘’ başyapıt’’ ifadesini sonuna kadar hakediyor. Bergman’ın siyah-beyaz estetiğine de bir hayli yaklaştığını belirtmeden geçmeyelim.
Sanat en basit tabiriyle insanı anlatan yaratıcı bir etkinliktir, Michael Haneke insanı anlatırken insanlığı da anlatmış oluyor bir bakıma, insana bir ‘’mikrokosmos’’ içinden bakıyor yani yerel bir öyküyü anlatırken bütün zamanlarda ve mekanlarda yaşanan en azından yaşanması olası olan bir yaraya hem de insanlık tarihinin çok önemli, kanayan bir yarasına parmak basıyor. Bu yara insanların başkalarına yaptıkları kötülüklerdir, tek kelimeyle terörizmdir, hikayesi evrenseldir, büyüklüğünün birazı buradan, birazı da anlatı yapısı, sinematografi, mizansen, oyunculuk gibi sinema sanatının araçlarına hakimiyetinden gelir, içerik ile biçimi uyum içinde yetkin bir boyuta ulaştırabilmesinden gelir. Film aslında Haneke’nin ilk buzlaşma üçlemesinden başlayarak, Ölümcül Oyunlarla devam eden, Piyano Öğretmeni, özellikle de Saklı ile doruğa çıkan aile eleştirisinin yeni bir boyutu olarak da okunabilir ama ilk kez tamamen geçmişe giden ve insanlık tarihinin biraz daha derinine inen bir boyut denebilir.




Aralık, 2010