27 Aralık 2020 Pazar

2020'NİN EN İYİ FİLMLERİ

Sinemaların aylarca kapalı kalıp açıldıktan kısa süre sonra tekrar kapandığı şu üzücü yılda yine de sinemalarda bazı önemli filmler izleyebildik. Gerçi çevrimiçi gösterimler de arttı ya! Oralarda da birkaç bir şey izledim özellikle de festivallerin çevrimiçi gösterimlerinde. Ama hem çok etkilendiğim örneklerle karşılaşamadım hem de o kadar çok çevrimiçi gösterim oldu ki, hepsine yetişemedim, yetişmek de istemedim açıkçası. O yüzden yıllardır olduğu gibi bu yıl da sinema perdesinde gösterilen filmlerden bir ilk 10 oluşturdum (son iki yıldır ilk 20 oluşturmuştum) ve filmleri izledikten sonra bu blogta yazdığım yazılardan küçük parçaları da kırpıp altına ekleyerek... Şöyle dönüp bakınca az sayıda film arasından gayet doyurucu bir toplam çıktı diye düşünüyorum...  

1- UNDİNE

"İşte bir kez daha sinema sanatının gücü... Barbara, Phoenix, Transit gibi filmlerini ilgiyle izlediğimiz, gitgide çıtayı yükselten Christian Petzold'un bana kalırsa en muhteşem filmi olmuş Undine..." "...ve elbette  Christoph'u başarıyla yorumlayan Franz Rogowski ve Undine'yi mükemmel yorumlayan Paula Beer'in katkısıyla. Hani şu melankolik güzel, yoksa artık Paula Beer'e aşk filmlerinin unutulmaz kadını mı demeli, en azından perdeye yansıttığı ruhuyla hayallerimizin kadını olduğu kesin. Ve Undine'de gerçekten bir tür hayalin izdüşümünü canlandırıyor Paula Beer, önce François Ozon'un Frantz'ı, sonra Transit ve şimdi Undine'yle oyunculuğunu taçlandırıyor...Velhasıl az sayıda film izleyebildiğimiz şu tuhaf yılın en büyülü, en romantik, en güzel filmi Undine..."

2- SHEYTAN VOJUD NADARAD (ŞEYTAN YOKTUR)

"...kimi yönlerden başyapıt düzeyinde görülebilecek bir yapım. Yönetmenlik meziyetlerinden bahsetmiyorum. İşin o tarafı mütevazi aslına bakarsanız." "...son derece çarpıcı bir senaryoya, daha doğrusu senaryolara sahip film 150 dakikayı aşan süresine dört farklı öyküyü sığdırıyor." "...Her öykü, dramatik gelişim çizgisiyle; yarattığı merak duygusu, barındırdığı sürprizleri, iç tutarlılığı (ve tabii ki dış tutarlılığı) ve etkileyici anlarıyla önemli bir bütünlük oluşturuyor, hem anlatımı hem de anlattıklarının son derece önemli bir meseleye dokunması sebebiyle..."


3- ETE 85 (85 YAZI) 

"...İnsan ruhunu başarılı biçimde tahlil edebilen sayılı yönetmenlerden olan Ozon; aşkın, bencilliğin, kıskançlığın, pişmanlığın, vicdanın, paylaşımcılığın iç içe geçtiği, son kertede olgunlaşmak için belki bir takım acıların da yaşanması gerektiği ama hayatın tüm bu acılara rağmen var olduğu ve geçmişi öyle ya da böyle geride bırakmak gerektiği yönünde bir tür ders niteliğinde bir filme imza atıyor..."



4- DOMANGCHIN YEOJA (KAÇAN KADIN)

"...perdeden sahnelerin içine girmek isteyeceğimiz düzeyde yumuşak bir sinema dilini destekleyen son derece hoş kadrajlar, mükemmele yakın oyuncu yönetimi ve doğal oyunculuklar, az ve ölçülü kamera hareketleri, ve yine az miktarda sahneler arasında ve içinde bakış açımızı değiştiren zoom-in ve zoom-out yapan bir kamera ve yine geçişlerde tercih edilen sınırlı müzik kullanımıyla şiirsel bir anlatımı yakalıyor..."


5- DRUK (KÖRKÜTÜK)

"Hayata niye gelir ki insan? Cevabı bir çırpıda vermesi kolay olmayan bir soru... O cevap, mutlu olmak için neden olmasın, mümkün olabildiği kadar çok mutlu anlar yaşayarak bu hayattan ayrılmak neden olmasın ve bu mutluluğa önemli katkısı olan alkolü neden yadsıyalım?..." "...Tam da alkolün insana yaşattığı dinamizmi perdeye yansıtan ve izleyicilere nakşetmeyi başaran film gerek oyuncuların performansları, gerekse finaldeki dans sahnesiyle etkileyici bir bütünlüğe de ulaşıyor. Hani mutlu sonla biten, şu kendini iyi hisset denilen filmler vardır ya. İşte o filmlerin ulaşabileceği yüksek çıtalardan biri Körkütük."


6-  J'ACCUSE (SUBAY VE CASUS)

"...insanlık tarihinin, Fransa gibi hukuk ve demokrasinin beşiği ülkelerde bile ne kadar haksızlıklara gebe olduğunu göstermesi açısından değerli ve adaletin ne kadar gecikmeli geldiği, geldiğinde bile tam bir adaletin sağlanamadığı mevcut durumda Emile Zola gibi yazarların, bir ülkedeki aydınların korkusuzca bildiklerini savunmasının ne kadar önemli olduğunu vurgulamakta..."...Ve anlattığı olayın öneminden hareketle mesajı net olarak veriyor. Sonucu ne olursa olsun hakkın peşinden koşun..."


7- SWEAT (TER)

"...bir Polonya yapımı ve bence ilginç ve yenilikçi bir hikayesi var..." "..Hani halk arasında instagirl olarak da bilinen şu  instagram fenomeni kadınları takip ediyor, daha doğrusu bir tanesini. O kadının yaşamına tanık ederken 600 bin takipçinin ne kadar yapay olduğunu anlatıyor. Belki de kadına o kadar çok ilgi gösterenin olduğu yerde tetiklenen  arzusuzluk ve bir noktada kadını bir tür vicdan muhasebesine de götürecek iyi örülmüş olay örgüsüyle kayda değer bir yapıma dönüşüyor."


8-  ASA GA KURU (ANNE GİBİ)

"...sağlam senaryolu klasik bir filmin karakteristiklerini taşıyor ama zaman açısından sıçramalı kurgu anlayışıyla da bir nebze özgünleşiyor. Ve önemlisi,  anlamlı bir mesajın peşinden gidiyor. Evet, sevgiyi önceliyor, sevgi emektir diyor ama sadece emek vererek gerçek bir annenin yeri tamamen doldurulabilir mi diye de soruyor. Üstelik o anne yeni doğmuş çocuğunu bir takım baskılar sonucu mecburen başkasına vermek zorunda  kalmış olsun..." 


9-  NOWHERE SPECIAL (ALELADE BİR YUVA)

"...Passolini'nin dingin, kontrollü anlatımı da film İngilizce olsa bile bu filmin bırakın ABD bağımsızı olmasını İngiltere'yle bile alakası pek yok dedirtiyor. Tipik bir Kıta Avrupası örneği... Evet fazlalıkların törpülenmesinin de ötesinde bir minimal senaryo ama yine de melodramın tuzaklarını düşmesi çok mümkün bir örneği oralara yaklaştırmayan bir senaryo bu."



10- BANDAR BAND (HAYALLER BANDOSU)

"...Film alelade bir yol filmi olarak gerçekçi stilde başlayıp sonlara doğru bir rüya sekansına evriliyor. Aslında hiç göze batmadan son derece yumuşak bir geçişle yapıyor bunu ama bir yandan da şaşırtıcı, sürpriz bir geçiş bu ve filmi büyüten. İşte film yapmak için türlü türlü engellerin ne olduğunu söylemeden bu engelleri ve İran'da sanatçı olmanın ne kadar zor bir şey olduğunu oldukça yaratıcı biçimde anlatmak mümkün..."


*  Filmlerin orijinal adlarını kullanmaya çalıştım. Yanında da eğer farklıysa Türkiye'deki gösterim adlarını

18 Aralık 2020 Cuma

Undine, Yürek Burkan Bir Başyapıt

İşte bir kez daha sinema sanatının gücü... Barbara, Phoenix, Transit gibi filmlerini ilgiyle izlediğimiz, gitgide çıtayı yükselten Christian Petzold'un bana kalırsa en muhteşem filmi olmuş Undine... Undine, Alman mitolojisinde orman içi göllerde yaşayan bir su perisi ve ölümsüz. Ancak bir erkekle evlenirse ölümlü olan ama o erkek tarafından terk edilirse de o erkeği öldüren bir su perisi bu. Dünyaya adım atıp defalarca hüsrana uğramış bir su perisi yani... Gerçi bu miti bilmeseniz ne gam. Petzold, mitolojide ve masallarda gerçek hayatla kurulan saydam ama güçlü bağların çok iyi ayırdında o yüzden ki tüm masalsılığın ardında capcanlı, gerçekçi bir aşk hikayesi yaratmış. Hakiki, ölümsüz aşkın peşinden gidenlerin, hiçbir zaman ulaşamayacağı belki bir hayal(et)in peşinden gidenlerin, ama ne olursa olsun bir ruhun tadabileceği en kutsal duygunun peşinden gidenlerin, "sevmenin ve sevilmenin" peşinden gidenlerin filmini yapmış. Undine kentin mimarisine ilişkin seminerler veren bir sanat tarihçisi ve aşık olduğu adam Christoph ise bir dalgıç, bir de onu çok kısa süre önce düş kırıklığına uğratan bir önceki aşkı Johannes var. Johannes tarafından terk edilen Undine acı içinde bir akvaryumun önünde durur ve adeta akvaryumun içinden bir ses Undine diye onu çağırır. Undine aşktan ümidini kesip alegorik anlamda sulara mı dönecektir. Yoksa hiç beklemediği anda yine aşk onu bulacak mıdır? Biraz öyle olur ve dinleyicilerinden Christoph o an karşısına çıkar ve yanlışlıkla çarptığı akvaryum kırılır ve Christoph ile Undine suların altında kalırlar. Ondan sonrası son derece tutkulu bir aşktır. Ama diğer yandan Undine, Johannes'i tam olarak unutabilmiş midir? Johannnes'i tam olarak unutamamışsa Christoph'a karşı samimi olması gerekmez mi? Ve işte buradan sonra belki de en masum insani zaafların, duyguların geçişkenliğinin ve bir noktada aşkın imkansızın sınırlarında gezinen halinin tek cevabı olmayan portresi bize sunulur. Dediğini yapıp Johannes'i öldüren Undine, sulara döner, bir tür hayalete dönüşür. Ve bu olay suyun altında uzun süre oksijensiz kalıp beyin ölümü gerçekleşen Christoph'un yaşama dönmesiyle sonuçlanır. 
Ve Petzold tüm bunları gayet kısa süre içerisinde hiçbir objeyi, hiçbir ayrıntıyı es geçmeden perdeye yansıtır. Berlin'i de arka fona yerleştirerek... En başta Sebastian Bach'ın Adagio BWV 974'ü ve kısmen de Allesandro Marcello'nun Obeo Concerto'sunun bir filmin dokusuna bu kadar uyum sağladığı nadir anlardan birini yaşatır Petzold ve elbette  Christoph'u başarıyla yorumlayan Franz Rogowski ve Undine'yi mükemmel yorumlayan Paula Beer'in katkısıyla. Hani şu melankolik güzel, yoksa artık Paula Beer'e aşk filmlerinin unutulmaz kadını mı demeli, en azından perdeye yansıttığı ruhuyla hayallerimizin kadını olduğu kesin. Ve Undine'de gerçekten bir tür hayalin izdüşümünü canlandırıyor Paula Beer, önce François Ozon'un Frantz'ı, sonra Transit ve şimdi Undine'yle oyunculuğunu taçlandırıyor...Velhasıl az sayıda film izleyebildiğimiz şu tuhaf yılın en büyülü, en romantik, en güzel filmi Undine. Petzold da artık sinemanın devleri arasında...

Yıldız: * * * * *
    İşte filmle bütünleşen Bach'ın o müthiş parçası 



30 Ekim 2020 Cuma

Bir Metafor Film: Hayaller Bandosu

Dünya sinema tarihine adını bırakmış şu meşhur ülke sinemasından, İran sinemasından o kadar yönetmen, o kadar film var ki; ama son yıllarda bir 'Ana Akım Güney Kore Sineması'nın görünürlüğünün yanına bile yaklaşamıyorlar, yalansa yalan deyin. Bırakın vizyonu, yerli festivallerde dahi kaç tane İran filmi görebiliyoruz... Boğaziçi Film Festivali'nin son gününde uluslararası yarışma filmlerinden birini görme fırsatım olurken onun bir İran filmi olmasına ayrı sevindim. Evet belki festivalin düzenleyicilerinin (ortakları Trt, Kültür Bakanlığı, Anadolu Ajansı vs.) muhafazakar çizgiye yakın duruşu İran sinemasına özel bir ilgi yaratmış da olabilir. Düşünsenize, filmi izleyip kamuya açık bir alanda gösterilip gösterilemeyeceğini denetlemeye gerek duymayan filmler bunlar çünkü daha ağır denetim mekanizmasından geçecek şekilde yönetmenleri tarafından bir takım anlatım yöntemleri (metafor, dolaylı anlatım, eksiltili anlatım vs.) icra ederek buralara kadar geliyorlar... Manijeh Hekmat'in prömiyerini Toronto Film Festivali'nde gerçekleştiren Hayaller Bandosu (Bander Band) adlı müzikal filmi aslında bir özgürlük çığlığı, ülkede müzik icra edebilmenin, sanat icra edebilmenin ne kadar zor olduğunu anlatmaya çalıyor. Üç kişilik bir müzik grubu Tahran'da verecekleri konser için yola çıkıyorlar, önce büyük bir sel onları karşılıyor, adeta denize dönmüş yollarda bir süre gidiyorlar, sonra yolun kapalı olduğunu belirten insanlar karşılarına çıkıyor, çevredeki beldelere erzak götürecek bir araç gelecek ama bizim bu üçlü o aracın kendileri olabileceğini ifade edip erzakları taşıyorlar, daha sonra bir polis durduruyor, daha sonra yine sel karşılarına çıkıyor, bir yerde gitar sala dönüşüyor, bir yerde yol bitiyor, sonundaysa geçmeleri gereken köprünün yıkılmış olduğunu fark ediyorlar... Film alelade bir yol filmi olarak gerçekçi stilde başlayıp sonlara doğru bir rüya sekansına evriliyor. Aslında hiç göze batmadan son derece yumuşak bir geçişle yapıyor bunu ama bir yandan da şaşırtıcı, sürpriz bir geçiş bu ve filmi büyüten. İşte film yapmak için türlü türlü engellerin ne olduğunu söylemeden bu engelleri ve İran'da sanatçı olmanın ne kadar zor bir şey olduğunu oldukça yaratıcı biçimde anlatmak mümkün... Hatırlayanlar olacaktır, geçen yıl Elia Suleiman'ın Burası Cennet Olmalı adlı filmi de Filistin'de film yapmanın zorlukları üzerineydi ama Manijeh Hekmat, yaratıcılığın sınırlarını daha çok zorluyor.  

Yıldız: * * *

25 Ekim 2020 Pazar

Mohammad Rasoulof'tan İnfaz Öyküleri


Boğaziçi Film Festivali kapsamında gösterilen Mohammad Rasoulof'un son filmi Şeytan Yoktur (Sheytan Vojud Nadarad) kimi yönlerden başyapıt düzeyinde görülebilecek bir yapım. Yönetmenlik meziyetlerinden bahsetmiyorum. İşin o tarafı mütevazi aslına bakarsanız. Ancak son derece çarpıcı bir senaryoya, daha doğrusu senaryolara sahip film 150 dakikayı aşan süresine dört farklı öyküyü sığdırıyor. Bu öykülerin ortak noktaları var; biri infaz memuru, diğer üçüyse askerde infaz görevi verilen erler hakkında. Hatta bu öykülerdeki her bir karakterin adlarının farklı olduğunu bilmesek öykülerin sadece iki karakterin geçmişi ve bugününü anlattığını bile düşünebilirdik, o da ilginç olurdu doğrusu ve filmin böyle bir şansı vardı yine de böyle bir denemeye girişilmemiş ancak ikinci ve dördüncü öykü gerçekten bunu düşündürtecek türden... Neyse birbirinden bağımsız bu dört öykünün ilki son derece mülayim aile babasının yaşamından bir kesit sunuyor, karısı baskın bir karakter ve adam bir miktar ezilen bir koca. Ta ki, öykünün finaline kadar böyle, o sert final ile pembe gözlükleri bir daha takmamak üzere çıkarıyoruz.
 Diğer öyküler ise ülkedeki zorunlu askerlik göreviyle ilintili ve acısı askerlere de infaz görevleri zorunlu tutulabiliyor. Sevdikleri kadınlarla zaman geçirebilmek için üç günlük izin alma hakkı olan bu askerlere insanları infaz etme şartı var ve aslında bir hak falan yok, gerçekleştirdikleri infazın ödülü o üç günlük izin işte. Her öykü, dramatik gelişim çizgisiyle; yarattığı merak duygusu, barındırdığı sürprizleri, iç tutarlılığı (ve tabii ki dış tutarlılığı) ve etkileyici anlarıyla önemli bir bütünlük oluşturuyor, hem anlatımı hem de anlattıklarının son derece önemli bir meseleye dokunması sebebiyle... Hatırlatalım, yönetmen filmin Berlin Film Festivali'nde gösteriminden bir süre sonra tekrar hapis cezasına çarptırıldı.  

Yıldız: * * * *       

21 Ekim 2020 Çarşamba

İşte Filmekimi Galaları, İşte Sinema

Vallahi festivalleri özlemişiz, bu sene fiziki olarak  gerçekleşemeyen İstanbul Film Festivali, Filmekimi'yle birleşti ve pek çok dikkat çekici yapımı 'Filmekimi Galaları' başlığıyla izleyici karşısına çıkardı. Dileğimiz mesafelerin ortadan kalktığı tıklım tıklım salonlara da bir an önce dönebilmek...

François Ozon büyük bir sinemacı ! 

Kuşkusuz çok filmini izledik Ozon'un. O kanıksadığımız temaları olan bir auteur. Fransız sineması içindeki ana akıma sıkça yaklaşan, Yer yer farklı türlere yakınlaşan, farklı pek çok film... Mesela benim için 2016'daki Frantz filmi başyapıtıdır, hala da en anlamlı, en güzel filmi olduğu kanaatindeyim, aşılamayacak ama belki zor da olsa erişilebilecek bir eşik... Bu kanaatimde pek yalnız da sayılmam üstelik... Ama bir yandan şunu da düşünürüm, Frantz gibi bir filmi gerçekleştiren yönetmen, hiçbir zaman çok kötü filmler çekmiyor, belki kötü denebilecek filmini bulmak bile zor ama Frantz'ta ulaştığı o incelikli seviyeye çok yaklaşabilen bir toplam da oluşturamıyordu sanki, belki çok  kısa aralıklarla film üretmesinden ötürü bazı filmlerinde içerik olarak biraz aleladelik göze çarpmıyor değildi. Ama her filmini de ilgiyle izledim yalan yok ve bir kez bile bir Ozon filminden çıktıktan sonra olumsuz duygulara kapıldığımı anımsamıyorum. Kadın İsterse (2010) ve Yeni Kız Arkadaşım (2014) dahil... Ve işte o Ozon bana kalırsa son filmi 85 Yazı (Ete 85) ile birlikte bir kez daha vitesi yükseltiyor ve en güzel filmleri arasında anılabilecek bir filme imza atıyor. Alain Chambers'in Mezarımda Dans Et (1982) adlı romanının uyarlaması olduğu yazsa da Ozon'un kendi hayatından ögeler taşıdığını da rahatlıkla düşünebileceğimiz filmde iki genç, Alexis ve David'in 1985 Yazı'ndaki 6 haftalık yakın arkadaşlıklarına götürüyor bizi. Alexis'in penceresinden izlediğimiz olaylar zincirini onun anımsadığı, anlatmak istediği kadarıyla biliyoruz, ama çok sayıda bilgiye de sahibiz bir yanıyla... Alexis'in David'e hissettiği yoğun duygulardan hareketle 100 dakikalık süresince hayata, ölüme, hatta Fransa gibi bir coğrafyada bile daha dün diye baktığımız 1985 yılının toplumsal hayatında yol kat edilmesi gerektiğine ilişkin çıkarımları içine alan gayet doyurucu bir metin sunuyor. Dönemi yansıtan müzikleri, sanat yönetimi ve oyuncu yönetimiyle bu metni taçlandırıyor. Temel olarak aşkın, deliliğin sınırında gezmemizi sağlayan nasıl olağanüstü bir duygu olabildiğine şahit ederken, insan ilişkileri arasındaki o incelikli bağları ıskalamayıp, öykü içerisinde çizdiği parabollerle izleyicisine yoğun duygular yaşatmayı başarıyor. İnsan ruhunu başarılı biçimde tahlil edebilen sayılı yönetmenlerden olan Ozon;
 aşkın, bencilliğin, kıskançlığın, pişmanlığın, vicdanın, paylaşımcılığın iç içe geçtiği, son kertede olgunlaşmak için belki bir takım acıların da yaşanması gerektiği ama hayatın tüm bu acılara rağmen var olduğu ve geçmişi öyle ya da böyle geride bırakmak gerektiği yönünde bir tür ders niteliğinde bir filme imza atıyor. Film bittikten sonra Alexis'le beraber biz de biraz daha büyümüş olarak salonu terk ediyoruz. 

1950 yılından bu yana kesintisiz gerçekleştirilen (1968'i ayrı yere koyuyorum) Cannes Film Festivali, 2020'de de gerçekleştirilebilseydi, Altın Palmiye'nin güçlü adayları arasına Ozon'un  85 Yazı'ını da ekleyebilirdik diye düşünüyorum. Ortalama bir Cannes Festivali'ni gözümüzün önüne getirdiğimizde en azından bir senaryo ödülünü rahatlıkla alabilecek bir film 85 Yazı.

Hong Sangsoo'dan şiirsel ve içtenlikli bir film

Nasıl tarif etmeli ki bu filmi? Kuşkusuz o kadar kolay değil bir Hong Sangsoo filmini yazmak... Berlin Film Festivali'nde en iyi yönetmen ödülünü kazandıran son filmi Kaçan Kadın (Domangchin Yeoja) için özünde dört kadının hikayesi diyerek başlamak doğru olacaktır. Elbette bu kadınların bir tanesi başrol. O da Gam-hee... İşte Gam-hee sırasıyla diğer üç kadın arkadaşını ziyaret ediyor ve aralarında geçen birkaç farklı sahnedeki muhabbetlerine şahit oluyoruz. Bir tanesi eşinden boşanmış, diğeri kısa süreli ilişkiler yaşayan ama bu ilişkileri yürütemeyen başka bir müzmin yalnız, diğeri ise evli ama eşinin fazla göz önünde olmasından, muhtemelen yeterince bir arada olamamaktan rahatsız, Gam-hee ise beş yıldır evli olduğu eşinden bugüne değin bir gün bile ayrı kalmamış ama eşini sevip sevmediğinden emin bile değil, muhtemel ki hiç ayrı kalmadığı bir eş o kadar da çekici gelmiyor. Dahası da var; son ziyaret ettiği arkadaşının o  göz önündeki eşi Gam-hee'nin eski sevgilisi ve görünen o ki Gam-hee'nin hala bir şeyler hissettiğine dair emareler mevcut... Sangsoo başrolün her sahnede bir biçimde izleyici olduğu üç farklı durak inşa ediyor. Her zaman olduğu gibi bolca diyaloğa yaslanan, hatta bir kez daha izlemenin de faydalı olacağı. Bununla beraber perdeden sahnelerin içine girmek isteyeceğimiz düzeyde yumuşak bir sinema dilini destekleyen son derece hoş kadrajlar, mükemmele yakın oyuncu yönetimi ve doğal oyunculuklar, az ve ölçülü kamera hareketleri, ve yine az miktarda sahneler arasında ve içinde bakış açımızı değiştiren zoom-in ve zoom-out yapan bir kamera ve yine geçişlerde tercih edilen sınırlı müzik kullanımıyla şiirsel bir anlatımı yakalıyor. Evet bilinçli biçimde öyküde yorum yapmamızı çok da zorlamayacak düzeyde eksiltiler bırakıyor, tıpkı anlattığı karakterlerin iç dünyası gibi...  Zaten o karakterler değil mi ki birbirlerinden farklı hayatları olmasına rağmen bir türlü bütünlenmiş hissedemeyen...

Danimarka'dan kararında alkole övgü

Hayata niye gelir ki insan? Cevabı bir çırpıda vermesi kolay olmayan bir soru... O cevap, mutlu olmak için neden olmasın, mümkün olabildiği kadar çok mutlu anlar yaşayarak bu hayattan ayrılmak neden olmasın ve bu mutluluğa önemli katkısı olan alkolü neden yadsıyalım? Thomas Vinterberg'in Körkütük (Druk) filmi daha önce Mads Mikkelsen ile birlikte çalıştığı The Hunt filmi gibi bir tezli film aslında. Danimarka'daki bir yerleşim birimindeki lisede görev yapan dört arkadaşın hikayesi... Film insanın
 alkol açısından eksik doğduğu, evet bir takım filozoflardan yola çıkarak insanın vücudunda % 0.05 promil alkolün eksik olduğu ve oranı burada tutmak gerektiği düşüncesini kanıtlamaya çalıyor ve karakterler bunun için gün içinde ara ara alkol alıp ölçümünü yapıp işyerindeki performanslarına bakıyorlar ve bunu gerçekten yazıya da döküyorlar... Bu ilginç konulu film neticede kararında alınan alkolün insana olumlu etkileri olduğu görüşünde. Tam da alkolün insana yaşattığı dinamizmi perdeye yansıtan ve izleyicilere nakşetmeyi başaran film gerek oyuncuların performansları, gerekse finaldeki dans sahnesiyle etkileyici bir bütünlüğe de ulaşıyor. Hani mutlu sonla biten, şu kendini iyi hisset denilen filmler vardır ya. İşte o filmlerin ulaşabileceği yüksek çıtalardan biri Körkütük. 
Festivalde izleyici karşısına çıkan başka bir film ise Magnus Von Horn'un Ter (Sweat) adlı filmi, bir Polonya yapımı ve bence ilginç ve yenilikçi bir hikayesi var çünkü son derece güncel bir meseleyi takip ediyor. Hani halk arasında instagirl olarak da bilinen şu  instagram fenomeni kadınları takip ediyor, daha doğrusu bir tanesini. O kadının yaşamına tanık ederken 600 bin takipçinin ne kadar yapay olduğunu anlatıyor. Belki de kadına o kadar çok ilgi gösterenin olduğu yerde tetiklenen  arzusuzluk ve bir noktada kadını bir tür vicdan muhasebesine de götürecek iyi örülmüş olay örgüsüyle kayda değer bir yapıma dönüşüyor. 

Tsai Ming-Liang'ı sinemada izlemek, hele hele covid 19 belasının sinema salonu olanaklarını oldukça kısıtladığı böyle bir dönemde... Bir şans, bir ayrıcalık bence. Başka Sinema kapsamında dahi gösterime girmeyecek bir filmi festivalde yakalayabilmek gerçekten değerli ve kuşkusuz Ming-Liang sineması özel bir sinema. Günler (Rizi) adlı filminde yönetmen, iki yalnız karakteri izleğine alıyor ve bizi bu karakterlerin karşılaşmasına götürüyor. Bilinçli olarak altyazının kullanılmadığı filmde, buna ihtiyaç hissettirmeyen, zaten sinemanın başlı başına bir dil olduğunu kanıtlayan bir yaklaşım sergiliyor... Film, kameranın hareket etmediği, sürece uzun planlardan oluşuyor. Kameranın hareketli olduğu anlar ise yok denecek kadar az. Son derece özenli kadrajlar içerisinde biraz da oyuncularının gücüyle büyüyen film bir biçem denemesi olarak gerçek sinefillerin ilgisini hak ediyor... Ve salonun önemli bir kısmı daha film bitmeden terk-i diyar ediyor.

Festivalin başka bir Uzakdoğulu yönetmeni Naomi Kawase. Bilmem bana katılır mısınız? Kawase yaşayan sinemanın kadın yönetmenleri arasında üst sıralarda kendine yer bulabilecek bir isim. Belki başyapıt olduğuna hemfikir olunan bir filmi olmayabilir. Ama yoğun şekilde film üreten ve her filmiyle belli bir kaliteyi tutturduğunu düşünebiliriz. Son filmi Anne Gibi (True Mothers), şayet Cannes Festivali gerçekleştirilebilseydi, büyük olasılıkla Altın Palmiye için yarışacaktı. Ödül alabilir miydi bilinmez ama değerli yanları olan bir yapım.  Japonya'da Baby Baton adında çocuğu olamayan ailelere, çeşitli nedenlerden ötürü çocuklarına sağlıklı şekilde bakamayacak hamile kadınların çocuklarını evlatlık olarak veren bir kurum üzerinden b
iyolojik anne ile korucuyu anne olma haline değinen film aslında tipik bir yeşilçam melodramı olabilmekten bir auteur dokunuşuyla büyük oranda sıyrılıyor. Evet, sağlam senaryolu klasik bir filmin karakteristiklerini taşıyor ama zaman açısından sıçramalı kurgu anlayışıyla da bir nebze özgünleşiyor. Ve önemlisi,  anlamlı bir mesajın peşinden gidiyor. Evet, sevgiyi önceliyor, sevgi emektir diyor ama sadece emek vererek gerçek bir annenin yeri tamamen doldurulabilir mi diye de soruyor. Üstelik o anne yeni doğmuş çocuğunu bir takım baskılar sonucu mecburen başkasına vermek zorunda  kalmış olsun... Kawase'nin Japon insanlarındaki tevazu gibi bir takım inceliklere şahit olmamızı da sağlayan bu sıcacık filmiyle yüreğimizi ısıttığını söyleyebilirim... İlginç biçimde Kawase'nin dertlerine yakın bir yerden yüreğimize seslenen bir film de 
Uberto Passolini'nin Alelade Bir Yuva'sı (Nowhere Special) oldu. Annesinin terk ettiği, babasının ise nedenini tam bilemediğimiz bir hastalıktan yakın zamanda öleceğini tahmin ettiğimiz küçük bir çocuğu evlat edindirme çabaları ve Passolini'nin dingin, kontrollü anlatımı da film İngilizce olsa bile bu filmin bırakın ABD bağımsızı olmasını İngiltere'yle bile alakası pek yok dedirtiyor. Tipik bir Kıta Avrupası örneği... Evet fazlalıkların törpülenmesinin de ötesinde bir minimal senaryo ama yine de melodramın tuzaklarını düşmesi çok mümkün bir örneği oralara yaklaştırmayan bir senaryo bu.

Ve diğer yanda yukarıda anlattıklarımın zıttı bir film, tipik bir Amerikan filmi, elbet büyük bütçeli stüdyo filmlerinin dışında, hani şu Amerikan bağımsızı denilen çizgiye yakın. Ama sonuçta bir Amerikan filminin alışılageldik özelliklerini de taşıyor... Filmden çıktıktan sonra bizim özellikle genç eleştirmen, sinefil (???) kuşak yine övgülere boğar diye düşündüm. Biraz sosyal medyayı kurcalayınca her zaman olduğu gibi yine yanıltmadılar. Bu çocuklar derinliksiz, inceliksiz hatta kısmen ne anlattığı bile belirsiz filmlere inanılmaz ilgi duyuyorlar. Paul Thomas Anderson'un filmleri, özellikle Master'ını ne övmüşlerdi. Manchester by the Sea ve Roma'ya zaten hiç girmiyorum... Neyse bu Venedik Film Festivali'nde şaka maka Mussolini'den gelen sağcı köklerden midir nedir kaçıncı Amerikan filmine hem de üst üste (4.kez) Altın Aslan verdiler. Adeta Amerikan sinemasına ipoteklediler bu ödülü. Sonra bu filmler Oscar yarışında da bir biçimde adını duyuruyor. Nomadland için de bu ihtimalin güçlü olduğunu söyleyebiliriz... 
Yine filme dönecek olursak, Nomadland, göçebelerin toprağı anlamına geliyor. Şu meşhur 2011 krizinin sonrasında araçlarında yaşayan bir grubun hikayesi... Ancak ne bahsi geçen bu ekonomik krize ne de özellikle odağına aldığı başroldeki kadının dünyasına dair hiç derinleşemeyen bir öykü anlatmaya çalışıyor. Tipik bir Amerikan sığlığı diyorum ben ona, sığlığa ilgi duyuyorsanız ayrı tabii... Başrol yollara çıkıyor. Belli başlı insanlarla yüzeysel karşılaşmalar yaşıyor ve film kişiler arasındaki sığ muhabbetlere zaman zaman küçük felsefi dokunuşlar eklemeyi de ihmal etmiyor. Hayatın ölümlü olduğu ama vedalaşmak yerine yolun sonunda buluşuruz demeyi tercih etmek gibi, artık ne kadar felsefi bulursanız... Bunlar haricinde festivalde beş film daha izledim. 
Afrika çöllerinde geçen yerli belgesel Tenere hayli şaşırtıcı konusu ve zorlu çekim şartlarıyla takdirimi topladı. Düşünün ki günlerce, belki haftalarca uçsuz bucaksız bir çölden kısıtlı imkanlarla Libya'ya, oradan da Avrupa'ya geçmeye çalışıyorsunuz. Çölün farklı noktalarında sürekli lastikler gözünüze çarpıyor ve onların hepsi çölü geçmeyi başaramayan insanların mezar taşları. Denizde ölenlerin iki katı insanı yutan Sahra'daki bu 21.yüzyıl trajedisini belgeleyen yönetmen Hasan Söylemez'i kutlamak lazım. Yaramaz Çocuk (Enfant Terrible) ise kısa ömrüne birçok film sığdıran Rainer Werner Fasbinder'in tiyatro ve sinema hayatını plastik bir estetikle ele alıyor. Özenli bir yapım olmasına karşın, çok benim kalemim değildi. Alabora (Surge) ise günlük rutinin dışına bir delirium ile çıkmak isteyen karakterin bir gününü takip eden, etkileyici oyunculuğu dışında bir mana bulamadığım yapım oldu. Matteo Garrone'nin Pinokyo uyarlaması ise yine iyi tasarlanmış, iyi çekilmiş bir çocuk filmi neticede. Yine Pedro Almodovar'ın İnsan Sesi de 3o dakikadan ibaret olduğundan yorum yapmak pek mümkün değil.    

Not: İzleyeceğim filmler arasında ön saflarda Christian Petzold'un Undine'si de vardı ama başka bir meşguliyetim dolayısıyla onu kaçırdım. Artık bir aksilik olmazsa Kasım'daki vizyona kaldı.   

Filmekimi Galaları Yıldız Tablosu

85 Yazı  * * * *

Kaçan Kadın  * * * *

Körkütük  * * * *

Ter  * * *

Anne Gibi  * * *

Alelade Bir Yuva  * * *

Günler  * * *

Yaramaz Çocuk  * * 

Alabora  *

Pinokyo  *

Nomadland  * 

İnsan Sesi  * (???)

Belgesel Yarışması

Tenere  * * * 

2 Eylül 2020 Çarşamba

Polanski'nin J'Accuse'ü (Suçluyorum) Karantina Sonrası Dönemin İlk İyi Filmi

Sinema tarihinin eşine az rastlanır zorunlu sinemasız aylarından sonra sinemalar açılmaya başladı ve yavaş yavaş yeni filmler de gösterime giriyor. Dileyelim ki tekrar arttığı ifade edilen hasta sayıları zaten eski gücüne gelmesi zaman alacak sinemalara ket vurmaz. 

Öncelikle bir süre eski filmleri gösteren sinema salonları ardı ardına iddialı 2 yeni filmle izleyicilerin karşına çıktı. Hiç kuşkusuz kitleyi tekrar sinemalara döndürme konusundaki en önemli örnek Christopher Nolan'ın Tenet'i. Yönetmene öncelikle dünyanın Netflix ve benzeri platformlara yöneldiği bir dönemde sinemayı savunduğu için teşekkür edelim. Sinemasının yeni hiçbir soluk getirmeyen, iyi çekilmiş bir ana akım sinema örneğinden fazlası olmadığını da belirtelim. Zaman konusunda derdi olduğu aşikar yönetmen bu kez evirtilmiş zaman başlığında başarılı bir kurguyla yaşamı geriye doğru akıttığı bir örnek sunmuş ama büyükbaba parodoksu gibi geçmişe yolculuğun önündeki fizik tartışmaları mı olmalıdır sinema sanatçısının derdi. Elbet sinemanın doğasındaki zamanla olan ilişkinin yönetmene belli kapılar açtığı da muhakkak... Benim asıl bahsetmek istediğim film ise gecikmeli olarak vizyonda yerini bulan (20 kadar kentte) usta yönetmen Roman Polanski'nin J'Accuse adlı filmi. Cesar Töreni'nde kazandığı ödüller yönetmenin şaibeli geçmişi nedeniyle Adele Haenel tarafından protesto edilmiş, ayrıca film daha öncesinde Venedik Film Festivali'nde Jüri Büyük Ödülü'nün de içinde bulunduğu birçok ödül kazanmıştı. Alfred Dreyfus olayını anlatan klasik ama etkili bir dönem filmi olarak dikkat çeken J'Accuse insanlık tarihinin, üstelik Fransa gibi hukuk ve demokrasinin beşiği ülkelerde bile ne kadar haksızlıklara gebe olduğunu göstermesi açısından değerli ve adaletin ne kadar gecikmeli geldiği, geldiğinde bile tam bir adaletin sağlanamadığı mevcut durumda Emile Zola gibi yazarların, bir ülkedeki aydınların korkusuzca bildiklerini savunmasının ne kadar önemli olduğunu vurgulamakta. Jean Dujardin, Louis Garrel, Emmanuelle Seigner, Mathieu Amalric gibi Fransız sinemasından pek çok başarılı oyuncunun katkı sağladığı film esasında Dreyfus'un ordudaki hocası rolündeki Dujardin'in canladırdığı Georges Picquart cephesinden olaya yaklaşıyor. Ve anlattığı olayın öneminden hareketle mesajı net olarak veriyor. Sonucu ne olursa olsun hakkın peşinden koşun...

Yıldız: * * * *

22 Mayıs 2020 Cuma

Siz Hala Netflixleştiremediklerimizden Misiniz?


Bu bir darbedir. Hem de küresel olanından. Adına da Corona denildi.

Bu kadar ay geçtikten sonra mevcut vakaların yaklaşık 10 katı asemptomatik vakalar olabileceği açıklanıyor. Bak şu işe...

Yetmiyor her yıl geçirdiğimiz basit soğuk algınlığı virüslerinin bir kısmı da Corona'nın farklı çeşitleri olduğuna göre çapraz bağışıklık geliştirenlerimiz olduğu söyleniyor.

Yani o halde, aslında mevsimsel gripten küçük bir miktar daha ölümcül olan bir hastalıkmış bu... Mortalitenin 0.2 değil de 0.5 civarında seyrettiği...

Karşımızda bir Ebola virüsü yokken neden bütün alışkanlıklarımızı alt üst ettik o zaman ve hayatı ona göre inşa ediyor artık eskisi gibi olamayız diyoruz. Adına da 'yeni normal' diyoruz...    
Valla ne yalan söyleyeyim karantina sürecinde yaşadıklarımız, malum virüsün bir plan-proje çerçevesinde hayatımıza girdiği şüphelerini çok arttırdı bende. Bir önceki yazımda şakayla karışık bu virüsün Netflix'in merkezinde üretilmiş olabileceğinden dem vurmuştum. Sonra o yazıyı çok az revize edip Sineblog adlı siteye gönderdim. O günlerde ölüm oranı rekor seviyeye %7'nin üzerine çıkmıştı. Sonra biraz inişe geçti. Tüm bir medya tek bir akış veriyordu bize. Hastalananlar tespit ediliyor, bu kadarı ölüyor, dahası bazı ölümlerin Corona kaynaklı olduğu bile tespit edilemiyor. Yani Corona'ya bağlı ölümler daha fazla bile olabilir... Uff korkmamak mümkün değildi elbet... Artık şunu görebiliyoruz: Bu virüs bir süredir toplumda görülen bazı eğilimlerin ileri noktaya taşınmasına çok yardım etti-ediyor. Yaşadığımız çok hızlandırılmış bir film gibi... Bakın, 30, 40  bilemediniz 50 yıl sonra böyle olacağız şöyle bir toplumda yaşayacağız diyenler artık o kadar beklememize gerek kalmadı, o günleri yaşamaya başlıyoruz diyor... Pess !!! Toplumda belirli yöndeki o çok yavaş ilerlemeyi, hızlandırmaya yaradı bu virüs. Hatta zorla, mecburen yaptırıyor bunu, en dirençli olana bile başka tür bir yaşama şansı vermiyor... Bir noktada insan toplumdan bağımsız bir varlık değil, insan başka insanların varlığıyla insanlaşan bir canlı... 

Hemen hatırlayalım, teknolojinin gelişmesiyle hayatımızdaki pek çok değişikliği, ve onlardan birini... Yaklaşık 16-17 yıl önce hayatımıza giren torrenti. Mesela torrent denilen internetten film izlemeye yarayan o korsan uygulama zamanla belirli bir kitleye ulaştı. Biraz da bunun farkına varan, başını Netflix'in çektiği çevrimiçi film izleme platformları dünya üzerinde giderek büyümeye başladı. Bu platformlara karşı olanların direncini kırmaya yönelik adımların ardı arkası kesilmezken direnen de direniyordu ama diğerleri nereye kadar direneceksiniz dünya buraya gidiyor canım diye bu direnişi kırmaya çalışıyordu, yalan mı? Bugün Mubi denilen yine başka bir çevrimiçi film izleme platformunun sitesine girdiğinizde karşınıza şöyle bir yazı çıkıyor. 'Filmlerimizi izle ya da indir ne zaman istersen, her türlü ekran ve cihazda, nerede istersen.' Evet nerede istersen mesela yemek yerken ya da yolda mesafeli mesafeli yürürken de izleyebilirsin, sana kalmış. Bir de sinema tarihinin önemli filmlerini ücretsiz olarak dolaşıma açtığı için övgülere boğuluyor. Mesela Jules ve Jim'i banyo yaparken izleyebilirsiniz, engel yok sonucunda. Bambaşka bir örnek vereyim. Düne kadar whatsapp ve benzeri uygulamaları, görüntülü aramaları anlamsız bulan, popomu kaldırır gider yüz yüze görüşürüm diyen insanlar bugün buna mecbur edildi. Yüz yüze görüşemiyorsun çünkü. Yok seyahat kısıtlaması, yok sosyal mesafe, ıvır zıvır... İnsanları buna alıştırmaya çalışıyorlar, net. Dünü hatırlayalım, ileride robotlarla seks insanla seksi geçecek deniliyordu değil mi? Şu birkaç ayda seks oyuncaklarının satışında büyük patlama olmuş. Başka bir örnek, İzmir kordondadaki çimlere mesafeli yuvarlaklar çizilmiş, herkesin o çemberin içinde diğer çembere yaklaşamadan oturması isteniyor. Fotoğrafı yukarıda. Tam da distopik filmler gibi değil mi yani? Bütün bunların adına da 'yeni normal' diyorlar... Amaç artık ölümleri azaltmak mıdır nedir, hastahanelerdeki yük giderek azalıyor, en azından 2.dalgaya kadar. Ölen öyle ya da böyle ölecek, büyük çoğunluksa ölmeyecek, hele ki genç ölümleri çok çok düşük, bir kısmı da bağışıklık geliştiriyor... O halde niye tüm bunlara alıştırılıyoruz? 

Yine sinemaya dönelim. Dünya festivalleri çevrimiçini tartışıyor. Bizde önce Başka Sinema vizyon filmlerini çevrimiçi yaptı. Ardından bir kale daha yıkıldı. İstanbul Film Festivali 15 filmlik güncel bir seçkiyi çevrimiçi olarak sundu. Çok fazla olumlu tepki aldı, hiçbir direnişle karşılaşamadı. Zaten yıllardır olması gerek bir şeydi ve bugüne nasip oldu diye yazıldı pek çok platformda. Yıllardır ihtiyacımız olan Coronaymış meğerse, haberimiz yokmuş. Bravo vallahi... Geçtiğimiz günlerde Ntv'nin kültür sanat programı Gece Gündüz'e İstanbul Film Festivali direktörü Kerem Ayan'ı konuk almışlar, sunucu diyor ki bugünle sınırlı kalmamalı artık çevrimiçi festivalleri gündeminize almalısınız, festivaller çevrimiçi olarak da devam etmeli. Ve güzelleme yapıyor ne güzel ki oturduğumuz yerden festival takip ediyoruz. Ne kadar konforlu bir şey bu. Bundan sonra böyle de olmalı gibi bir şeyler çıkıyor ağzından... İşte dananın kuyruğu da burada kopuyor zaten. Festivallerin taşıyıcı olduğu sanat sineması konfor alanından çıkmayı gerekli kılar, çünkü zorunlu olarak bir roman gibi parçalara bölünerek tamamlanacak bir deneyim değildir. Tek oturuşta bitirilebilen bir şeydir sinema filmleri. Ve sanat sinemasının kaliteli ürünleri dikkatin yoğunlaşmasını gerektirir. Ben film izlerken kapı çalsın, arkadaş mesaj göndersin, kedi benimle oyna desin, film defalarca dursun, geri sarılsın. Nasıl olsa istediğim saatte izleyebileceğim bilinciyle erteleyeyim. Diyelim başım ağrıdı, ne var canım yarın devam ederim. Laptoptan hd kalitesinde donma mı yapıyor, yatağa yatar telefondan devam ederim. Film aynı film sonuçta... Öyle değil elbet, inanın sinemada ve evde film izlemek arasındaki fark, bir romanı basılı kağıttan okumakla bilgisayar ekranından okumaktan bile çok daha uzak iki deneyimdir. Çünkü perde boyutu, sizin ona asgari uzaklığınız, başka insanların varlığı, hatta tanımadığınız insanlarla yan yana bir deneyime tanıklık etmek sinemadır. Öbürü youtube videosu izlemekten çok da farklı değildir. Ya da dizi izlemekten, tv filmi ya da bugüne has o internet dizileri izlemekten... Sinemanın çevrimiçine dönmesi hiç abartısız, tiyatronun kayda alınıp internetten bizlere sunulmasına eşdeğerdir. Zaten artık ona ismen sinema da denmez. Bakın yönetmen Jia Zhangke ne güzel söylüyor, kalabalıklarla omuz omuza, birlikte gülerek ağlayarak, korkarak yaşadığımız deneyimin adıdır sinema ve sinema insanları bir araya getirme sanatıdır... 

Şöyle bir gerçeklik var, istisnasız biçimde evde film izlemeyi savunanlar, dizileri ve kitle sinemasını da çok seven insanlar oluyor, bugüne kadar aksi tek bir örnek görmedim, elbet bunların bir kısmı sanat filmlerini de izliyor ve sevdiğini söylüyor, hatta kendini sinefil olarak tanımlıyor. Ancak kitle sinemasına bilhassa da dizilere mesafeli olan, sanat sineması müptelası o küçük azınlık, gerçekten sayıları çok az olan o azınlık asla evde film izlemeyi savunmuyor, savunmaz da. Tek bir örnek gösterebilir misiniz? Evde film izlemeyi savunanların yazdıkları film eleştirisi bile denemeyecek o yorumlardaki noksanlıklar da buradan kök alıyor aslında, onlar pek farkında olmasalar da. Peki neden en iyi sinema eleştirileri, filmleri sinemada izleyen ve bunu savunanlardan çıkıyor hiç düşündünüz mü? Bana filmleri (sanat filmlerini tabii ki) ilkesel olarak uzun yıllardır sinema salonunda izleyen ve buna karşın neredeyse hep evde izleyen iki grubun yazılarını gönderin, iddia ediyorum, en fazla % 5 yanılma payıyla hangilerinin filmleri sinemada hangilerinin evde izlediğini söylerim size. Şakam yok... Daha da uzatmayacağım. Bu konuda çok yazdım. Dediklerim bilimseldir.

Neyse efendim diyeceklerim bu kadar işte... Evet ben de İstanbul Film Festivali'nin 15 filmlik seçkisini izliyorum. Bu noktada böyle bir şeye karşıyım, direniş gösteriyorum dememin de hiçbir anlamı olmadığına hak verirsiniz sanıyorum. O 1200 kapasiteli çevrimiçi bileti ben almasam alacak çok fazla insan var nasıl olsa... Neyse ki henüz daha üst düzey filmlerin yönetmenleri, filmlerini çevrimiçine açmak istememiş de, oldukça zayıf bir seçkiyi izliyoruz. Ancak bu gidişle diğer yönetmenler de çevrimiçine mecbur edilecek gibi ve bu durumun yerleşmesi yaşayan sinemanın  entelektüel yoğunluğuna kesinlikle zarar verecektir. Sinemanın ölümü olur bu, filmler bir biçimde yaşar yaşamasına da netflixleşerek yaşar işte. Oralardaki kalite malumunuz... Buna ne kadar yaşamak denirse... Bir gün bir Netflix filminin Oscar almasını da göreceğiz ve bunu da devrim diye yutturacaklar diye daha bir kaç ay önce tweet atan ben artık ne diyeyim bilemiyorum. Değil Oscar, Altın Palmiye almasını da görürüz mü diyeyim ve bu devrim değil olsa olsa darbe olur. O zaman umarım bu küresel 'yeni normal' zırvalığı bir büyük provadan öteye gitmez ve sinema bu darbeden kurtulur demekle yetineyim... 

Çevrimiçi İstanbul Film Festivali Puan Tablosu

Berlin Alexanderplatz  * *

Deniz Mavileşinceye Kadar Yüzmek  * *

5 Kusursuz Sayıdır  * *

Daha Büyük Bir Dünya  * *

Davacı  * 

20 Yaşında Öleceksin   *

Hizmetkarlar  * 

İzlediğim filmler oldukça puan tablosuna eklemeler olabilir.

26 Mart 2020 Perşembe

Pandemi ve Sinema

Bir gün uzaylıların dünyayı istila ettiğine tanık olursak ve hala yaşamımıza devam edebileceksek emin olabiliriz ki uzaylı filmleri Hollywood'un tekelinden çıkacak ve sanat sinemasında kendine yer bulacaktır... Sahi biz niye uzaylıları E.T gibi deforme olmuş insan bedeninde hayal ediyoruz ki, hala kaynağı belli ölçüde gizemini koruyan koronavirüsler belki de yıllardır beklediğimiz uzaylılardır.


Televizyonda orta yaşlı bir doktorun açıklamalarını izlerken nasıl dehşete kapıldığını hissettim. Biz, evet bizim kuşak, hatta bir önceki kuşak bile böylesini görmedi diyordu ve sonra şöyle devam etti, Kuzey Yarımküre'de böylesi görülmedi... Haklı elbet, insanlık tarihi pandemiler gördü, mesela dönem dönem ortaya çıkan ve Avrupa nüfusunun önemli bir bölümünü yok eden 'Kara Ölüm' yani Veba salgınları bunlar arasında en meşhurlarındandı. Sonra 1918 yılında başlayan bugün Domuz Gribi olarak da bilinen H1N1 virüsünün yol açtığı o meşhur İspanyol Gribi de ciddi boyutta ölüme yol açmıştı. Max Weber, Egon Schiele, Gustav Klimt, Josep Kaufman, Sophie Freud gibi pek çok tanınmış figürü aramızdan aldı. Bu virüsün 2009 yılındaki çocuğu, öldürücülüğü oldukça düşük bir versiyonu da pandemiye neden olmuş ama hayatımızın akışını değiştirmeye gücü yetmemişti. Evet kuvvetle mümkün ki öldürücülüğü farklı parametrelere göre değişmekle beraber %3'ün biraz üzerindeki bugünkü mevcut pandemi önümüzdeki haftalarda hız kesmez ya da yaygın bir tedavi bulunamazsa, Kuzey Yarımküre 102 yıl sonra ilk kez böylesini gördü diyeceğiz, yavaş yavaş da diyoruz zaten. Tabii Kuzey Yarımküre böylesini ilk kez görüyor görmesine de, salgınlar konusundaki mimli kıta Afrika'da küçük çaplı Veba salgınları bile hala oluyor, tıpkı Albert Camus'nün Veba adlı romanını doğrularcasına. Ayrıca Ebola, Kolera gibi salgınlar da Afrika'da yaygın. Kimi kaynaklarda insanlara ilk bulaşı 1931'e kadar giden ve Aids'e neden olan Hiv taşıyıcılığında da Afrika açık ara dünya lideri, yaklaşık her dört, beş kişiden birinin taşıyıcı olduğu bir durumdan söz ediliyor ve korunma yolları net olan ve gerçekten insandan insana pek de kolay geçmeyen bir virüste bile durum bu. 

Yani Kuzey Yarımküre'yle falan lafı gevelemeye gerek yok, dünyanın görmezden geldiği Afrika kıtasının dışına çıkan ve bulaşıcılığı çok yüksek hastalıklar grubu içerisinde öldürücülüğü yüksek bir salgınla karşı karşıyayız ve maalesef o artık bir pandemi. Oysa bugün Covid 19 ya da Sars 2 adını verdiğimiz bu hastalığa neden olan koronavirüsün babası 2002 yılında Sars adı verilen o hastalık ilk kez ortaya çıktığında belki öldürücülüğünün daha yüksek oluşunun da etkisiyle tüm dünyaya yayılamamış ama gündemde uzun süre kalmıştı. Sonuçta dünya bir İspanyol Gribi trajedisi daha yaşamak üzerinde olduğunun farkında ve virüsün hız kesmesi için hayatı büyük ölçüde durdurdu... 2. Dünya Savaşı'ndan bu yana olmayan pek çok şey oldu. Ulusal ligler, uluslararası spor müsabakaları iptal edildi, uluslararası film festivalleri de nasibini aldı. Cannes Film Festival'i öğrenci olayları nedeniyle başladıktan sonra yarıda kalan 1968'i dışarıda tutarsak ilk kez iptal ediliyor. Kentlerdeki sinemalar kapanıyor, film çekimleri yarıda kalıyor. Kısaca tüm dünyada dünya savaşlarından bu yana ilk kez böylesi olağanüstü hal yaşanıyor. Bu noktada sinema sanatının bu durumdan nasıl etkileneceği de büyük bir merak konusu oluyor. Pek çok uzman korona öncesi ve sonrası şeklinde tarihin yazılacağını ifade ediyor. İlkçağ, Ortaçağ, Yeniçağ ve Yakınçağ olarak istiflenen çağlara bir yenisi mi geliyor. Önemli ölçüde bireyselleşen, izole olan hayatlarımız daha da mı izole olacak? Peki büyüme eğilimindeki Netflix daha da mı büyüyecek, yoksa virüs Netflix'in merkezinde üretilmiş olabilir mi?

Hepsi bir yanda dursun ama sinema tarihine bakınca karşımıza çok temel bazı
gerçekler çıkar. Örneğin Hollywood'un yükselişinde kuşkusuz iki tane dünya savaşının etkisi yadsınamaz. Elbet sadece dünya savaşlarından ibaret değildir bu yükseliş kendi iç dinamikleri de vardır ama Avrupa'da ortaya çıkan sinemanın yeni merkezinin Abd olması bu savaşlardan Avrupa'nın etkilendiği şekilde etkilenmemesinden kök alır. İspanyol Gribi'ni de içine alan bu iki savaş döneminde Avrupa, sinema açısından durma noktasına gelmiştir. Ama dikkat çekici nokta şudur ki o Avrupa bu savaşların ertesinde küllerinden doğmuştur ve tamamen savaş sonrası ikliminden etkilenerek önce İtalyan Yeni Gerçekçiliği sonraysa Fransız Yeni Dalgası gibi bence sinema tarihinin en önemli iki akımını ortaya çıkarmıştır, sinema icat edildikten yaklaşık yarım asır sonra... Bu akımlar sanat sineması kavramını ortaya çıkarmış, başta Cannes, Berlin ve Venedik Film Festivali olmak üzere uluslararası festivaller de sanat sinemasının kurumsallaşmasının yolunu açmışlardır. Artık İngilizce dışı çeşitli dillerde ve Hollywood anlatı kalıplarının dışındaki birçok film bu festivaller sayesinde belirli bir görünürlüğe ulaşmıştır. Yani demem o ki iki tane dünya savaşı olmasaydı bugün sanat sineması olarak adlandırılan bir kavramdan bahsedebilir miydik? Her zaman dile getirdiğim Abd'deki başarılı bağımsız yapımlarda bile ulaşılamayan o nahifliği Avrupa Sineması'nda bulabilir miydik? Belki yine bir şeyler bulurduk ama bugünkünden muhakkak çok daha farklı olurdu çünkü iki dünya savaşı öncesinde neden böyle büyük akımlar çıkaramadı Avrupa? Mesela savaş yıllarındaki Alman Dışavurumculuğu ya da Fransız Şiirsel Gerçekçiliği gibi akımların sinema tarihindeki etkisi yukarıda saydığım akımların son derece gölgesinde kalmadı mı? Bugün Hollywood'a alternatif olarak bahsettiğimiz sanat sineması deyince Fransız Şiirsel Gerçekçiliği'ne gidenimiz yok ve ben size çok önemli başka bir örnekten bahsedeyim. Birçoğumuz Romen Yeni Dalgası'nı duyduk, son yıllarda yine festivallerin taşıyıcı olduğu çok sayıda Romen filmi izledik ve hala izliyoruz. 2000'li yıllarda neden Avrupa Sineması bir yeni dalga çıkardı ve bu neden Romanya'dan çıktı diye düşüneniniz oldu mu hiç? Ben geçmiş yıllarda bu konu hakkında araştırma yaptığımda şuna ulaşmıştım. 1989 Devrimi'ne... Berlin duvarının yıkılışı ve Doğu Bloku ülkelerinde sosyalist rejimlerin bir bir çöküşüne. E peki 2000'lerde neden diğer Doğu Bloku ülkelerinde değil de Romanya'da bu ortaya çıktı? Bu rejim değişikliği pek çok ülkede neredeyse kansız gerçekleşirken, Romanya'da binlerin üzerinde insan hayatını kaybetti çünkü ve halk ayaklanmasıyla başlayan bir süre sonra halkı bastırmakta zorlanan askerin saf değiştirmesiyle bu darbe-devrim karışımı (ama halkın yönlendiriciliğinden dolayı bence devrim) rejim değişikliği, halkının Latin kökenli oluşunun da etkisiyle Batı Avrupa'ya çok hızlı entegre olma çabası ama AB ülkeleri içindeki en yoksulu olması gibi ülkede bitmeyen kriz hali böyle bir yeni dalgaya zemin hazırladı. Anlatacak hikaye çoktu çünkü ve anlatmaya niyetli insanlar da, 1990'larda kapitalizme geçişin bocalamasını yaşayan ülkede, öyle ki 2000 yılında tek bir film bile çekilememişti, sonrasıysa tam bir küllerinden doğma hikayesi... Elbet ülkenin yabana atılmayacak bir sinema geleneği olmasını da unutmayalım. 

İşte sinema hep kriz dönemlerinden sonra ivme kazanmış bir sanat. Mesela Türkiye için de Gezi eylemleri sonrası sinemada bir hareketlenme olabileceği düşünülüyordu. Ama olmadı, olmayacak da çünkü bizim bir geleneğimiz yok, bir Türk Sineması yok. Hemen Gezi sonrası karşımıza çıkan Kış Uykusu filmi bu geleneksizliği çok güzel anlatıyordu zaten. Sonuçta hayat mükemmel olamadığı için sanat var ve ne yazık ki insanlığın çektiği acılar sanatı besliyor. İşte bu koronavirüs pandemisi anlatacak hikayeleri arttıracaktır, tabii o hikayeler artık daha çok Netflix gibi kanallarla mı aktarılır yoksa yine bir süre sonra sinemalar eski doluluğuna kavuşur mu o da tartışma konusu ama en azından şu konuda net olabiliriz diye düşünüyorum. Bugüne kadar çok sayıda salgın filmi bize 'distopik' bir dünya tasavvur ettiler. Fiction (kurmaca) içinde değil de fictitious (hayali) içinde yer aldılar mecbur olarak. Uzaylı istilası filmlerinden pek bir farkları olamazdı, apokalips denilen türün bir parçasıydılar, anlattıkları her ne kadar olası görünse bile yaşanmışın içinden gelmediler, gelemediler çünkü böyle bir deneyimimiz yoktu. O yüzden de ezici çoğunlukla Hollywood'un içinde kaldılar ya da hadi en azından ana akım sinemanın içinde kaldılar diyelim ve sanat sinemasını salgın filmleriyle pek ilişkilendiremedik. Nedeni basit; sanatın önemli bir kaidesi vardır, gerçek hayatla, yaşanmışlıkla kurulan bağ, yaşanabilirlik katsayısının çok yüksek oluşu çeşitli eserleri sanatın alanı içerisinde, fiction içerisinde değerlendirmemize neden olur. Yani niye Yüzüklerin Efendisi, Harry Potter ya da Alice Harikalar Diyarı'nda gibi filmler sanat sineması içinde değerlendirilmez ve sanat sinemasının beşiği Avrupa Sineması genel olarak olarak böyle bir sinemaya uzaktır değil mi ama? İşte sinema yaşamaya devam edecekse artık sanat sineması içinde de salgın filmleri görmemize hiçbir engel kalmadı ve bir biçimde bu pandemiye farklı boyutlarıyla yaklaşan çeşitli filmlerin İtalya, Fransa gibi Avrupa ülkelerinden hatta İran, Çin gibi Asya ülkelerinden gelmesini bekleyebiliriz diye düşünüyorum. Bu ülkelerin sayısı daha da arttırılır ama bu değişim İkinci İtalyan Yeni Gerçekçiliği vb. bir akım ortaya çıkarır mı onu kestirmek çok daha zor...

13 Şubat 2020 Perşembe

Parazit'in Ödülüne Neden Şaşırmadım

İnsan gerçekten hayret ediyor, neymiş efendim ilk defa İngilizce dışında bir dilde film En İyi Film Oscarı'nı almışmış, bu bir devrimmiş, sinema tarihinin akışını değiştirebilecek bir büyük adımmış. Hatta biri twitter'da paradigma değişti yazmış. Daha neler dedim... Bu konuda birkaç tweet attım ama yaratılan iklime o kadar hayret ettim ki, tweet ile sınırlı kalmasın blogta bu konuda bir kaydım olsun istedim. Malum tweetler geçici ama bu blog daha kalıcı ve tamamen sinema üzerine bir platform... Pek çok kez yazdım aslında, bunlar sektör ödülleri ve onların en popüleri olan (çünkü sektörel olarak en güçlü sinema ülkesi ABD'de dağıtıldığı için) Oscar'a çok fazla anlam atfedildiğini ve bunun sinema ile ilgilenen insanlar için bir şey ifade etmediğini ama sonuçta bir oyun olarak eğlenip geçileceğini, ama ne fayda !... Sinema sektörünü canlandırma amacı güden bu ödüllerin amacına ulaştığını Box Office Türkiye ortaya koyduğu verilerle açıkladı zaten, vizyona girdiği 1 Kasım'dan bu yana, yani 14 hafta 3 gün gibi bir süre içerisinde 126.955 seyirciye ulaşan Parazit, Oscar'ı aldıktan sonraki sadece 3 günde 27 bini aşmış. Filmin dağıtımcısı, yapımcısı, yönetmeni vs. için muhteşem bir olay bu. Dünyanın pek çok ülkesinde de benzer durumun gözlendiğini düşünürseniz, kârlarına kâr katacaklar. Ve belki garipseyeceksiniz ama hepsi bu kadar işte. Zaten Güney Kore sinema ve dizi endüstrisi 1990'lardan itibaren önemli atılımlar içerisindeydi, devlet politikası ve büyük şirketlerin desteğiyle küresel popüler kültür pazarına girmeye başlamışlardı ve ABD'de belirli bir izler kitleye ulaşıyorlardı. Kore Dalgası (Hallyu) adı verilen rüzgarın (Gangnam Style gibi müzik videoları da dahil) eleştirilen yanı da fazla ana akım, homojen, sığ olarak tabir edilebilecek bir kültürel dünyaya ait olmasıydı zaten, dünya üzerinde popülerleşmesi de buna bağlanıyordu. Bu konudaki çalışmaları incelerseniz çok daha geniş bir bilgiye sahip olabilirsiniz, biri de buraya tıklayarak görebileceğiniz çalışma. Ama efendim ABD dışından bir ülkeden geliyormuş bu film o zaman bu ödül Güney Kore sektörünü mü canlandırıyor? Evet biraz öyle, zaten ABD uydusu denebilecek, bir zamanlar bizim de ABD'nin yanında kapitalizmlerini korumak için savaştığımız bir ülkeden bahsediyoruz, birkaç yıl önce Cinemaximum dediğimiz sinema zincirlerini bile kademe kademe satın almış bir ülkeden... Üstelik ABD dışından bu ödülü alan ilk ülke değil ki. 2012'de The Artist'in yönetmeni hatırlarsanız Fransız idi. O dönemde hem bu durum hem de bir sessiz filme ödül verilmesi büyük bir değişim olarak lanse edilmişti çünkü çoğunluğu beyaz, yaşlı ve hatta milliyetçi akademi üyelerinin ABD dışından yapımlara oy atması çok beklenen gelişmeler değildi ama olmuştu işte. Yine daha önceki yıllarda En İyi Film Dalı'nda olmasa bile En İyi Özgün Senaryo Dalı'nda İspanyol Almodovar'ın, İspanyolca filmi Hable con Ella'nın ödül almışlığı da başka bir örnek... Neyse sonra olmaz denen oldu siyahi bir yönetmene de En İyi Film Oscarı'nı verdiler, Steve McQueen'e, 12 Years a Slave ile, ama önceki yıllarda yönetmenin çok daha sivri filmleri varken, onlar gibi değildi bu film. Sonra daha ileri gittiler yönetmeni siyahi olmasının yanında siyahi bir eşcinsel hikayesini ödüllendirdiler. Sözde o da bir devrimdi ama Moonlight (2016) adındaki bu filmin parıltısı yoktu, sinema sanatına katabileceği yeni dokunuşu ya da derinlikli bir hikayesi yoktu... Bu yıl ödülü kazanan Parazit'in dilinin de yabancı olmasına çok dikkat çekildi. Daha önceki ilklere ek olarak esasen Parazit de bu açıdan ilk, neredeyse tamamı Korece bir filmdi. Sinema dili açısından müspet yanları epey olmasına karşın, vizyona girdikten sonra 7 Kasım'daki yazımda da belirttiğim gibi Hollywood'un dünyaya armağan ettiği tür sinemasının kodlarıyla ilerleyen bir filmdi, hem de pek çok türün. Ayrıca ancak ortalama izleyiciyi güldürmeye çalışan bir mizah anlayışına sahipti. Yani en nihayetinde taa Mayıs ayında Cannes'da izleyenlerin izlenimlerinden edindiğim ve temkinliyim dediğim ve olağanüstü bazı tepkilerden tahmin ettiğim o ana akım karakteristikleri taşıyan bir filmdi. Sadece bu kadar da değil, üstelik içerik olarak karakterinin konuşmasına İngilizce serpiştiren, bahçedeki çadırın su geçirmeyeceğini çünkü onu Amerika'dan aldıklarını söyleyen dahası alt sınıf bir ailenin üst sınıfın yanında işçi olmak için o ailenin yanındaki işçileri iftira sonucu işinden edip onların yerine geçip bu kez onları işsiz bırakan, bu yaptığıyla da insanları güldürmeye çalışan bir yanı vardı. Sınıfsal derin eşitsizliği hiçbir biçimde eleştirmeyen, başkalarının ayağını kaydırarak yükselmeyi sevimli gösteren hani. Düzeni adil yönde iyileştirmeyi değil, düzenin aktörlerini değiştirip aynen işlemesini, ekonomik açıdan gayet sağcı bir tavrı meşrulaştıran bir film Parazit. İşte sonuçta ABD'nin dünyaya empoze ettiği ekonomi-politiği yeniden ve Kore dilinde üreten bir filmin ödülü alması nasıl bir devrimmiş, hangi paradigmayı değiştirmiş bilen beri gelsin. Yani bu film devire devire neyi devirmiş olabilir ki? Yani sanıyor musunuz bundan sonra sık sık İngilizce dışında dünya sinemasından çeşitli örneklerin En İyi Film Oscarı'nı alacağını. Mesela son yılların Güney Kore sinemasındaki ana akım karakteristiklere ısrarla yer vermeden kendi özgün dilini kuran ve bence şu an Güney Kore'nin en yaratıcı yönetmeni olan Hong Sangsoo'nun bir filminin bırakın En İyi Film Oscar'ını almasını, değil En İyi Film'e, En İyi Uluslararası Film'e aday olabileceğine kim ihtimal verir? Hadi diyelim bundan sonra zaman zaman İngilizce dışı dillerden filmlerin En İyi Film Oscarı'nı alabileceğini varsaysak bile sadece belli katı sınırlar dahilindeki filmlerin buna ulaşabildiğini görürüz. Bir devrimden, bir paradigma değişiminden bahsedeceksek tam anlamıyla bir sanat filminin ya da Ken Loach ve türevi politik sinema örneklerinin bu ödülü alması gerekir. Öyle bir şey olursa, işte o zaman paradigma değişmiş olur çünkü paradigma bir şeyin nasıl üretileceği konusundaki modeldir, sadece filmde konuşulan dilin farklı olması değil. Burada gördüğümüz dev bir kapitalist endüstrinin her seferinde çok ama çok küçük yenilikleri bir devrim gibi lanse ederek kendi cazibesini yeniden ve yeniden üretmesi ve kitleleri de buna inandırması. Siz siz olun her şeye inanmayın !

8 Şubat 2020 Cumartesi

Bu Da Cesar Toto (Biraz Da Eğlenelim)

Bu pazarı pazartesiye bağlayan gece Oscar Ödülleri dağıtılacak, yani Amerikan sektör ödülleri... Takip edenleriniz bilir, geçtiğimiz günlerde de Cesar Adayları açıklanmıştı. Adaylara şöyle bir baktım da ne göreyim, iki ülkenin sektör ödülünün belli başlı dallarındaki adayları arasında izlemediğim film sayısı Cesar Adayları'nda daha az, yok denecek gibi... Hal böyle olunca da günlerdir pek çoğunun yaptığı Oscar Toto yerine ben de Cesar Toto yapayım dedim çünkü Oscar'ın En İyi Film Dalı'nda olup sinemalarımıza henüz uğramayan ne 1917'yi, ne Little Women'ı izlemiştim, Ford ve Ferrari'yi hiç merak etmemiştim, üstelik dahası da var, zaten beğendiğimi söyleyebileceğim film sayısı da çok az ama Cesar'larda öyle mi? Hem de hatırlarsanız Oscar Adayları açıklandığında kimilerinin neden, nasıl aday olmadı, olamaz böyle bir şey dediği filmlerden biri olan Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi'nin de epey bir adaylığı var burada. Yani bir Amerikan ödülüne bir Fransız filmi neden aday olamadı demek yerine pek çok dalda aday olması beklenen yerde kaç ödül alabileceğini tahmin etmek daha sağlıklı değil midir? Sonuçta bu ödüllerin biri Amerikan diğeri Fransız (ki pek çok ülkenin benzer ödülü var) sinema sektörünü canlandırmayı amaçlıyor ve bana kalırsa birinin diğerine üstünlüğü yok. Ama malum, sinemayla ilgili hemen herkes Oscar konuşuyor, çokluk Cesar'a ilişkin doğru dürüst bir bilgileri bile olmayabilir çünkü Fransa'da sinema hiçbir zaman Amerika'daki kadar 'ticari' odaklı bir uğraş, o çapta bir büyük sektöre dönüşmedi, sinemanın sanatsal yönüne eğilim hep daha güçlüydü. Yani bu bağlamda Fransız sineması kültür emperyalizminin bir parçasına dönüşemedi, kitlelerin ruhuna işlemedi...  Sanırım benim farkında bile olmadan Cesar Adayları'ndan biraz daha çok filmi izlemiş olmamın altında bir Fransa-Fransız hayranlığı değil de iki ülke sinemasındaki bu paradigma farkı etkili oldu... Elbet bir çok Oscarsever bu listeyi garipseyecek hatta anlamsız bulacaktır. Sonuçta dünyanın pek çok diyarına benzer biçimde Türkiye gibi bir Amerikan mahallesinde salyangoz satmak olur mu?

En İyi Film: 
Kim Alır: Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi (Portrait de la Jeune Fille en Feu)
Kim Almalı: Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi
(Portrait de la Jeune Fille en Feu)
Kim Alabilir: Sefiller (Les Misèrables) 

En İyi Yönetmen:
Kim Alır: Ladj Ly (Sefiller)
Kim Almalı:  Ladj Ly (Sefiller)
Kim Alabilir: Celine Sciamma (Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi) 

En İyi Kadın Oyuncu: 
Kim Alır: Adèle Haenel (Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi)
Kim Almalı: Adèle Haenel (Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi)
Kim Alabilir: Noèmie Merlant (Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi)

En İyi Erkek Oyuncu:
Kim Alır: Damien Bonnard (Sefiller)
Kim Almalı: Melvil Poupaud (Yüzleşme)
Kim Alabilir: Daniel Auteuil (Yeni Baştan)-Roschdy Zem (Suç Mahalli)

Yabancı Dilde En İyi Film:
Kim Alır: Parazit (Gisaengchung)
Kim Almalı: Genç Ahmed (Le Jeune Ahmed)
Kim Alabilir: Acı ve Zafer (Dolor y Gloria)

En İyi İlk Film: 
Kim Alır: Sefiller
Kim Almalı: Sefiller
Kim Alabilir: Atlantics

En İyi Orjinal Senaryo:
Kim Alır: Celine Sciamma (Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi)
Kim Almalı: Celine Sciamma (Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi
Kim Alabilir: Ladj Ly (Sefiller), François Ozon (Yüzleşme)

En İyi Uyarlama Senaryo:
Kim Alır: Bedenimi Kaybettim (J'ai Perdu Mon Corps)
Kim Almalı: Bedenimi Kaybettim (J'ai Perdu Mon Corps)

En İyi Animasyon:
Kim Alır: Bedenimi Kaybettim (J'ai Perdu Mon Corps)
Kim Almalı: Bedenimi Kaybettim (J'ai Perdu Mon Corps)

En İyi Görüntü Yönetimi:
Kim Alır: Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi
Kim Almalı: Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi
Kim Alabilir: Sefiller

En İyi Prodüksiyon Tasarımı:
Kim Alır: Thomas Grèzaud (Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi)
Kim Almalı: Thomas Grèzaud (Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi)

En İyi Kurgu:
Kim Alır: Sefiller
Kim Almalı: Sefiller
Kim Alabilir: Yeni Baştan

En İyi Orijinal Müzik:
Kim Alır: Fatima Al Qadiri (Atlantics)
Kim Almalı: Fatima Al Qadiri (Atlantics)
Kim Alabilir: Dan Levy (Bedenimi Kaybettim)

Not: Belli başlı dallardaki fikirlerimi paylaştığım bu listede Türkiye'deki sinemalarda henüz gösterilmemiş, Roman Polanski'nin J'accuse'ünün de bazı ödüller alabileceğini öngörsem de izlemediğim için listede yer vermedim.