21 Ekim 2019 Pazartesi

Almodovar'ın Son Filmi

Pedro Almodovar son filmi Dolor y Gloria (Acı ve Ün) Elia Suleiman'ın It Must Be Heaven ile düştüğü açmazın farklı bir versiyonu aslında. Orada açık biçimde dış etkenlerden ötürü istediği filmi bir türlü çekemeyen yönetmenin yerini bu kez, film çekme tutkusu körelmiş ve çeşitli hastalıklardan muzdarip bir yönetmen almış. Ne kadar da tanıdık, beylik bir anlatı ama... Elbet sinema tarihinde de sanatçılar yolun sonuna geldiklerini sezerler ve bazen vedaları böyle olur ya da dönemsel bir durum da olabilir bu. Yani nasıl bir film çekeceklerini bilemezler en sonunda film çekememe halinin kendisi film olur çıkar, yaratıcılıklarının tükendiğinin dışavurumu ya da kimilerinin dediği gibi post-modernizm... Gerçi yönetmen sadece film çekememe halini anlatmıyor. Bugünkü hayatından, başta çocukluk anılarından sonra aşklarından, dargın bir oyuncusuyla ilişkisinden bir toplam sunuyor bize. Antonio Banderas'ın başarılı yorumunun yanı sıra dingin ve ılık bir anlatımdan güç alan filmde ne can alıcı, özgün bir detay yakalanabilmiş ne de yeterince dramatik etki yaratacak bir öykü tasarlanabilmiş. Oldukça tekdüze bir film Dolor y Gloria. Üstelik bize önemli ne söylüyor olabilir: Yaratıcılığın ve cinselliğin çocukluktan kök alan bir arzu olduğunu mu? Yönetmenin çekimlerine başladığı İlk Arzu adlı filmde olduğu gibi mi? En fazla bu olabilir herhalde. Yine de filmin belki de tek etkileyici sahnesi finalde, izlediğimiz çocukluk anılarının, İlk Arzu adlı filmden ibaret olduğunu gördüğümüz şu sahne işte, gerçekle kurmacanın silikleştiği, izlediğimiz bütünün ne kadarı yönetmenin hayatı ne kadarı değil sorusunun belirsizleştiği sahne. 

Yıldız: * * *

14 Ekim 2019 Pazartesi

Filmekimi 2019

İstanbul Film Festivali'yle beraber Dünya Sineması'na kapılarını açan diğer önemli etkinlik olan Filmekimi'nde yine vizyona girmesi kesin gözüken bazı filmleri es geçtim, ki bunlar içinde Cannes'ın en gözde filmleri vardı.

Dardenne'lerden Yakıcı Bir Film Daha

Evet şöyle başlayalım: Le Jeune Ahmed, Cannes'da aldığı Mizansen Ödülü'nü hak eden bir film, hani kimilerinin dediği gibi nesine ödül vermişler bunun diyen tarafta elbette değilim. Dardenne'ler yakıcı gündeme dair öyle bir konuyu öylesine olgun bir sinema diliyle işliyorlar ki valla benden şapka... Yakıcı, çünkü bu kez filmlerinin merkezindeki 13 yaşındaki Ahmet, radikal islamın pençesinde. Belçika'ya göçmüş seküler bir Arap aileden gelmesine rağmen mahalledeki imamın etkisiyle günden güne rasyonelitesini yitirmekte ve şiddete meyletmektedir. Kadın hocanın elini sıkmaz, onu yalayacağından korktuğu hayvanın salyası murdardır der, bir kız tarafından öpülünce abdest almak zorunda hisseder ve daha bir sürü şey... Cemaat üzerindeki etkisi yitireceğinden korkan imamın etkisiyle de Arapçayı Kuran okumanın ötesinde günlük yaşamda kullanmak için kurs düzenlemek isteyen hocasını öldürmeye teşebbüs eder, sonra ıslah evine gönderilir, zamanla Ahmet'in düşüncelerinde küçük bir değişim gözlenir gibi olsa da, ruhunun en karanlık yerlerine işleyen radikal islami öğretilerin gencecik bu insanı bırakması o kadar da kolay değildir... Dardenne'ler her zaman oldukları gibi yine hiç uzatmadan, lafı dolandırmadan, yarattıkları çeşitli karakterleri hiç de gözümüze gözümüze itelemeden dertlerini anlatıyorlar. Tıpkı Ken Loach gibi anlatsalar güzel olacak değil anlatmak zorunda oldukları hikayeleri seçmeye devam ediyorlar ve bazı izleyicilerin aksine ben, içi kof biçemsel denemeler yerine böyle bir sinemayı yeğliyorum. Özellikle, biraz uzunca süren final sekansı sadece yönetmenlerinin mizansen kurma becerisini öne çıkarmakla kalmıyor, baş karakteri özelinde Avrupa'nın çaresizliğine de dokunuyor. Evet belki de toplumsal çaresizliğin çölünde bir şeylerin değişmesi için en acı bireysel tecrübeleri yaşamamız gerekiyor.  

Ken Loach'tan Duyguları Pataklayan Bir Film


83 yaşındaki usta yine her zamanki gibi politik ve bu kez politik olduğu kadar da duygusal. Hafta içi 11.00 seansı olmasına rağmen neredeyse boş koltuğun olmadığı bir salonda izlediğimiz Sorry We Missed You ile içinde ufacık da olsa hümanizma kırıntıları olan herkesin etkilenebileceği-etkilenmesi gereken bir filme imza atıyor. Serbest piyasa ekonomisinin küresel dönüşüm sürecinde objektifini bu kez ev almak isteyen orta sınıfa çeviren yönetmenin kadrajına öncelikle bir aile babası giriyor, öyle ki yeni işe giren babaya kendi işini yaptığı söylenmekte ama yeri geldi mi verimliliği düşürebilecek her durumda uyarılar, dahası sert maddi yaptırımlar uygulanabilmektedir. Üstelik sıfır saat iş sözleşmesi, bizim için çalışmıyorsun, bizimle çalışıyorsun, aldığın maaş değil ücret gibi zırvalıklarla da sömürü düzeninden çıkan işçiden bir tür kendi kendini sömürme simülasyonu yaratan sistemin çarkları son derece keskindir. Böyle bir durumda yapılan fazla mesailerin ve benlikte oluşan psikolojik tahribatın da ailenin bütün üyelerini etkilemesi kaçınılmaz olacaktır. Bakıma muhtaç insanlar için ev ev koşturan bir anneyle günde 14 saat trafikte boğuşan, idrarına tuvalete yapabileceği zamanı bile bulamayan babanın biri lise çağında diğeri daha küçük iki çocuğu da bu durumdan şiddetli biçimde etkilenecektir. Ken Loach, Paul Laverty ile beraber kaleme aldıkları senaryoda son derece gerçekçi bir dil yakalarken, günlük yaşamın tüm parabolleri de dozunda ve etkili aktarılmış, melodramın tuzaklarına düşme riski barındıran hikayesinde Loach, soğukkanlı tavrından bir an olsun taviz vermiyor ama Sorry We Missed You yönetmenin duygusal yoğunluğu en yüksek filmlerinden biri olmayı da başarıyor. Bana kalırsa politik sinemanın başyapıtları arasında görmenin pek de yanlış olmayacağı bu örnek, bir kez daha izlenmeyi hak ediyor.

Malick'ten Savaş Karşıtı Film

Terrence Malick'in A Hidden Life'ı izleyenlere ne kadar da tanıdık geliyor değil
mi? Sanatın evrensel gücü bu. Bambaşka mekan ve zamanda yaşanan diyalogların bu kadar içimizden olabilmesi. Vicdani retçi Franz Jagerstatter'ın gerçek hayat öyküsüne odaklanan filmin henüz başları sayılabilecek bir noktada Franz, işgalciyiz biz diyor. Savaş için bağış toplayan Nazi subaylarına para vermiyor, mahalle baskısına uğruyor, sonra da savaşa çağrılıyor ve gitmeyip hapse düşüyor, türlü işkencelerden geçiyor ve öyle bir nokta geliyor ki zaten savaş bitmeye yakın Hitler'e bağlılık yemini et ve idamdan kurtul diyenlere de aldırmıyor ve bildiği yoldan dönmüyor. Kuşkusuz Franz ve onun gibi azınlığın direnişi özünde dünyayı değiştiremese de dünyanın biraz olsun daha iyi bir yer olmasında pay sahibi. Malick 3 saatlik filminde yine kendine has hareketli kamerasıyla oldukça şiirsel bir anlatım tutturuyor ve yine tanrı inancından kopmadan onun inayetini yücelten ama din kurumu ve kiliseyi eleştirmekten de kendini alıkoymayan bir yaklaşım sergiliyor. Önemli oranda Franz'ın ölmeden önce yazdığı mektubu dış sesi olarak işittiğimiz ve görece az sayıda diyalogla ilerleyen film İngilizce ama Almanca konuşulan yerlerde de kasten altyazı eklenmemiş. Almanca'yı ya da Nazileri duymazdan gelmek gibi yorumlanabilecek bir sinema dili tercihi bu. Özelde Nazizmi vurgulamakla beraber, militarizmin nasıl bir bela olduğu ve kitleleri kolayca peşinden sürüklediği ve her şeye rağmen bu saçmalıklara inançlı bir insanın her koşulda direnebilmesinin yüceliğini vurguluyor. Adeta Dardenne'lerin Le Jeune Ahmed'inin çift yumurta ikizi bir film, en nihayetinde inançlı ve inançsız insan olmanın o kadar bir önemi yoktur, iyi ve kötü insanlar vardır. Başka ülkelerde de dönem dönem yoğunlaşan savaş atmosferinde başka zamanda demokrat görünenlerin bile kana susadığı, ufacık ses çıkaranların linç edilmekten, işini kaybetmeye, gözaltına alınmaya kadar korkuyla yaşadığı iklimin benzeri değil de nedir bu? Malick'e belki de getirebileceğimiz tek eleştiri, bazı noktalarda karakterlerine fazlaca poz verdiren alabildiğine ağdalı bir anlatımdan ötürü süreyi daha efektif kullanamaması olurdu herhalde. Sonuçta savaş karşıtı mesajı net, kayda değer bir politik sinema örneği A Hidden Life.


Yukarıda kaleme aldığım üç filme karşın festivalin ilk günlerinde izlediğim filmlerse birer birer hayal kırıklığı yarattı bende. Gerçi ne kadar hayalin vardı da diyebilirsiniz. Ancak Cannes'da Altın Palmiye için yarışmış filmlerden daha iyi bir toplam beklemek de hakkımız olsa gerek. Dünyadaki dört binin (evet doğru 4.000) üzerindeki film festivalinin bir numarası değil mi o? En büyük yönetmenlerin ve en fazla sayıda yönetmenin yarışmak için başvurduğu festival. Diao Yinan'ın Nan Fang Che Zhan De Ju Hui filmi mesela, son derece estetize edilmiş pek çok sahneye sahip ama ne esaslı bir gerilim yaratabiliyor ne de adına hikaye denebilecek bir şey sunuyor. Çok az aşk, fazlaca kovalamaca-çatışma... Sahi bu adam ne anlatıyor? Keza Arnaud Desplechin de Oh Mercy ! de çok farklı değil, evet burada az buçuk bir hikaye var da, alelade bir polisiyeden hallice, öyle bir gizem duygusu falan da ne arasın. En önemlisi bu filmlerin insana, topluma, hayata karşı ne bir duruşları ne de bir sözleri var. Ira Sachs'ın Frankie'si de rahat izlenmesine rağmen neredeyse hiçbir şey anlatmayan bir film, Sintra denen Portekiz sayfiye yerinde geçen bir gezinti filmi. Karakterler karşılaşıyor biraz konuşuyor sonra başka karakter bir diğeriyle konuşuyor sonra bir diğeriyle, biraz yürüyorlar konuşuyorlar, etkileyici bir doğa da onlara eşlik ediyor. Hepsi bu kadar. Keza Justin Triet'nin Sibyl'ını ele alalım. Bugün ile geçmiş arasında
oldukça sert bir kurgu anlayışıyla mekik dokuyan film, orta yaşlı psikolog bir kadının aşk acıları, bazı hastalarıyla diyalogları ve içinde bulunduğu bir film setindeki komikliklerden bir kolaj oluşturmuş, baş karakterin zihnini takip etmesi açısından bir yönüyle biçem denemesi olarak görülse de yine de sözü olan bir film demek zor. Bir başka biçem denemesi de Corneliu Porumboiu'nun La Gomera'sı, bu denemeyi filme kattığı karakterlerin isimlerini filmin belirli noktalarında perdeye getirerek yapmaya çalışıyor, bunu yapmasa filmin değerinden ne eksilirdi? Bir yabancılaşma efekti anlayacağınız... Makul yazılmış bir ajan filminden öteye gidemiyor. Yine seyircilerden belli ölçüde olumlu tepkiler alan, hani acaba bir sözü var mı denilebilecek Kleber Mendonça Filho'nun Bacurau'su da görece zayıf bulduğum bir film. Bilimkurgu ve savaş filmi türlerinden izler barındıran, bir köy yaşamını tehdit eden dış güçlere karşı köylülerin yeri geldi mi en sert şekilde cevabı verebileceğini gösteren bu anti-emperyalist film, bazı yerel motiflere ve hafif mizahına karşı en nihayetinde bir tür filmi, şu dış güçlerle uzaylıları anıştıran cinsten. Elbette akıcı, izlemesi kolay, kitleselleşebilme potansiyeli olan bir film. Bu örneklere karşın Filistinli usta sinemacı Elia Süleyman'ın It Must Be Heaven'ı ise yönetmen kendi kişisel deneyimlerinden yola çıkarak gerçekleştirmiş. Filistin, Fransa ve ABD'de geçen, yönetmenin yaşadığı traji-komik halleri yansıtış biçiminin içtenciliğiyle dokunaklı hale gelen film, evet biraz dağınık, evet birkaç diyalog dışında yeterince etkileyici anlara sahip değil ama biraz da niye öyle olamadığını anlatıyor zaten yönetmen ve bu sese kulak vermek gerekiyor. Salondaki seyircilerden ciddi bir alkış almasına karşın benim o kadar da etkilenmediğim bir film ise Marco Belloccio'nun Il Traditore'si. Devlet ile anlaşıp İtalya'daki mafya yapılanmasını çökerten Tommaso Buscetta'nın hikayesi etkileyici sahneleri, başroldeki oyuncunun başarısı ve epik anlatımıyla dinamik ve seyri rahat bir film olsa da sonuçta son derece klasik bir mafya filmi. Evet mafya-asker-hükümet birbirinden ayrılmaz bir bileşimdir ama sanki filmin buralara girmeye o kadar da niyeti yoktur.

Yıldız Tablosu

Le Jeune Ahmed  * * * *

Sorry We Missed You * * * *

A Hidden Life  * * * *

It Must Be Heaven * * *

Les Belles Annees D'Une Vie * * *

La Gomera  * * 

Il Traditore  * *

Bacurau  * *

Sibyl   * *

Frankie  *

Roubaix, Une Lumiere *

Nan Fang Che Zhan De Ju Hui  *

Saturday Fiction *

Le Belle Epoque *