30 Ocak 2019 Çarşamba

Nadine Labaki'nin En İyi Filmi

Şayet geçen Cannes Festivali'ni yerinde takip etsem Altın Palmiye için tartışma götürmez film Nadine Labaki'nin Kefernahum'u (Capharnaüm) der, ödülü alamadığına şaşırırdım. Yanlış anlaşılmasın Cannes'ın en iyisi olduğunu düşündüğümden değil, hem sosyal gerçekçi içeriği hem de genel kitlenin içine girebileceği anlatı yapısının yanı sıra kadın eylemlerinin o kadar ön planda olduğu bir festival yılında bir kadın yönetmeni onurlandıracağı için.

Karamel'ini sevemediğim, Peki Şimdi Nereye'sini ise daha anlamlı bulduğum Lübnanlı güzel yönetmen Nadine Labaki'nin son filmi Kefernahum, Orta Doğu'nun Paris'i olarak anılan Beyrut'un arka sokaklarından bir manzara sunuyor. Yoksul bir ailenin beş çocuğundan biri olan Zain'in hikayesi acılarla dolu ama bize çok yakın, biraz içimizden bir hikaye bu. Yönetmenin tavrı ise sarsıcı olmaktan çok melodrama karşı fazla duyarlı bünyeleri ağlatma amacı güdüyor. 

Filmin daha başlarında evde, o çok sayıda çocuk yan yana yatıyor ve kadraj
dışından inleme sesleri duyuyoruz, sonra öğreniyoruz ki bu çocukların sayısının
daha da artacağını ve muhtemelen onların da perperişan olacağını. Her çocuğu rızkıyla getiren Allah değil mi sonucunda. En azından Orta Doğu'da böyle bir anlayış var, yalan değil. Zain'in, kız kardeşi adet olduğunda panik olup kirli çamaşırını yıkamaya çalışması da boşuna değil çünkü bu coğrafyada küçücük kızlar ilk adetlerini görünce daha zengin birilerine satılabiliyor. Ev sahiplerinin bakkal oğlu gibi mesela. Böylece evde bir süre daha kalabiliyorlar, aldıkları beş tane tavuk da cabası. Ne kâr, ne kâr ve o küçücük çocuk bu yaşta evliliğin getirdiği bir takım marazlar sonucu ölürse aile yenisini yaparız diyor, adı da aynı olur üstelik... Zain kız kardeşi Sahar'ın satılmasından sonra evi terk ediyor ve bir Habeş göçmen kadın ve küçük oğluyla yaşıyor. Bu kaçak göçmen de içeri atılınca çocuğa adeta bir anne gibi bakmaya çabalıyor. Tabii bir yere kadar. 

Film aslında iki suç işleyip hapse giren Zain'in dava sürecine koşut biçimde ilerliyor. Zain'i o sürece götüren olayları ardı ardına izliyoruz. Zain haykırıyor, ailemi dava etmek istiyorum diyor, suç onların beni doğurmuş olmalarıdır. Zaten bu kadar çilenin içinde Zain de herhangi bir çocuk değil gibi, sanki büyümüş de küçülmüş ve bir tür filozofa dönüşmüş. Benzer bir hayat hikayesine sahip amatör Zain Al Rafeea onu kendi adıyla canlandırıyor ve bu konuda Habeş cici kardeşi Yonas (Boluwatife Bankole) ile birlikte çok başarılılar, hem onlara hem de Labaki'ye şapka... Ama Zain'in yine de o kadar küçük yaşta olduğunun farkında olmaksızın, biraz fazlaca yönetmeninin sesine dönüştüğünü kabul edelim.

Filmden çıktıktan sonra şunu düşündüm, yönetmen melodramatik unsurları biraz daha frenleyebilse bir yalın başyapıt çıkarabilir miydi? Vallahi Labaki'nin duygu sömürüsü ve self-oryantalizm yaptığını iddia etmek kolay da bu coğrafyada neredeyse birebir aynılarının yaşanmadığını iddia etmek mümkün mü? Öyle ya da böyle, bunları perdeye taşımanın hiçbir mahzuru yok kanımca. Evet Orta Doğu böyle bir cehennem işte, Batı'nın da cennet olmadığı gibi.

Yıldız: * * * 

23 Ocak 2019 Çarşamba

Altın Palmiyeli Arakçılar

Bu yıl Cannes dönemindeki genel beğeniyle belki de ilk kez bu kadar ters düşüyorum, orada ortalamanın üzerinde görülen filmlerin pek çoğu beni tatmin edemedi. Burning gibi, Soğuk Savaş gibi. Görmezden gelinen filmler ise en beğendiklerim arasına girdi, öncelikle Yann Gonzales'in Kalpteki Bıçak'ı, Kirill Serenrennikov'un Leto'su sonra Jia Zhangke'nin Kül En Saf Beyazdır'ı ve bir oranda Ryusuke Hamaguchi'nin Asako 1-2'si örnek verilebilir sanıyorum. Son Altın Palmiye'nin sahibi Hirokazu Kore-eda'nın Manbiki Kazoku (Arakçılar) filmini de yine hayal kırıklığıyla seyrettiğimi söyleyebilirim. Yönetmen her zamanki teması ailenin üzerine yine eğilmiş. Bir baba figürü, bir anne, oğlan, sokakta buldukları bir kız çocuğu, teyze ve büyükanneden oluşan topluluk küçük bir evde yaşıyorlar. Tam bir aile işte. Baba oğluna hırsızlık yaptırıyor, babaanneden bir miktar emekli maaşı geliyor, teyze de bir tür telekızlık yapıyor ve yoksul bir ailenin yaşamından kesitleri izlediğimizi düşünüyoruz. Filmin içinde hırsızlığın o kadar da kötü bir şey olmayabileceğine dair birkaç diyalog da var elbet, buna da bir itirazım yok. 7.5 milyar insanın yaşadığı dünyadaki toplam gelirin yarısına sadece 62 kişinin sahip olması zaten hırsızlıkların en büyüğü değil midir? Ancak filmin bu konularda entelektüel tartışma yapmak gibi bir niyeti asla yok. Bir yandan da ailenin kan bağına dayanmayan bir aile olduğuna dair bazı işaretler gelmeye başlıyor ama film o kadar tekdüze ilerliyor ki öfkelenmemek mümkün değil. Hani tamam Kore-eda daha önce de sinema diline ufacık da olsa yenilik katmaya çalışan filmler yapmamıştı. Misal 2013 yılında izlediğim Benim Babam Benim Oğlum da pek çok açıdan böyleydi, ama yine de bu kadar tekdüze değildi... Hikaye hiç mi derinleşemez, yaratıcı anlar dahil edilemez, bir çatışma bir gerilim yakalanamaz, pes doğrusu. Filmin sonlarına doğru hırsızlık yapan oğlanın yakalanmak için yaptığı kasti hamle filmi biraz hareketlendiriyor. Kimi eleştirmenlerin aile kurumuna bakışımızı tepe taklak ettiği söylenen !!! birkaç sahne geliyor. Yani ailenin geçmişlerini öğreniyoruz. Aslında gördüğümüz baba, anneyi şiddet uygulayan kocadan kurtarıyor ve kendilerini kocadan savunurlarken koca ölüyor, aileye dahil olan çocuklar da gerçek ailesinde sevgiyi göremeyenler zaten. Babaanne ile teyzenin durumu biraz daha farklı ama aileye nasıl katıldıklarına dair çok da bir şey öğrenemiyoruz galiba. Son kertede insanlar ailelerini kendileri seçtiklerinde kuşkusuz çok daha güçlü bir birliktelik oluşturuyorlar ve kısaca anne olmak ille de doğurmayı gerektirmiyor. Film, sonunda bu güzel mesajı vermek için iki saate yakın bir süre ailenin rutinini bize izletiyor. Ayrıca alenen karakterin ağzından verilen bu mesaj gerçekten aile kurumuna bakışımızı tepe taklak eder mi, ondan da pek emin olamıyorum... Sahi bu mesaj bir yerlerden size de çok tanıdık gelmiyor mu? 

Şayet Oscarlar'ın yabancı film dalında Roma gibi bir dev balon film olmasa belki Oscar bile alabilirmiş Arakçılar. Gerçi orada balonlar bitmez ya neyse...

Yıldız: *

20 Ocak 2019 Pazar

Godard'dan Görüntünün Kitabı

Bize iyi ki Başka Sinema var dedirten bir film işte. Jean-Luc Godard'ın Le Livre d' Image (Görüntünün Kitabı) adlı filmi kolay kolay vizyona girebilecek filmlerden değildi ama ne güzel ki girdi. 90 yaşına merdiven dayamış yönetmen yine bildik uzlaşmaz tavrından taviz vermeyen bir film gerçekleştirmiş. Bir önceki filminde 3D teknolojisini kullanan ve sadece gençlere özel olmadığını farklı tonda haykıran yönetmen bugün de o deneysel yönünü sergilemekten çekinmiyor. Öncelikle, nasıl da has bir sinefil olduğunu bize gösteriyor ve arşivin tozlu raflarından metinler, tablolar, müziklerin yanı sıra çok farklı türde ve sayıda filmden parçaları da bizlerle buluşturuyor. Bunların arasında L'Atalante, Orfe'nin Vasiyeti, Johnny Guitar, Sonsuz Sokaklar (La Strada), Vertigo, Salo, Timbuktu (ki yakın dönem bir Afrika filmidir) benim farkedebildiklerimden bazıları... Görüntülerin rengiyle, hızıyla, sesle haşarı bir çocuk edasında oynayan Godard alışıldık film deneyimimizi yine alt üst ediyor. Öyle ki, adeta Xavier Dolan gibi yaratıcı gençlerin yaratmak isteyeceği sahnelerle dolu bir kolaj film ile karşı karşıyayız... 

Görüntünün Kitabı'nı herhalde başka bir yönetmen çekseydi Godaryen olarak adlandırabilirdik. Nitekim Nuri Bilge Ceylan'ın Ahlat Ağacı'ndaki yapıbozumcu üslubu Godaryen olarak adlandırmıştım. Buradaysa doğrudan bu üslubun isim babası bir kez daha karşımıza çıkıyor. Bir elin parmaklarından aldığı ilhamla beş bölüme ayırdığı filminin ikinci yarısında oryantalist Batı'ya sıkı bir eleştiri getiriyor ve Doğu kültürünü yüceltiyor. Yönetmen öylesine incelikli bir yaklaşım sergiliyor ki, bir noktada Arapça konuşulan kısmın altyazısı olmadığı için söylenenleri anlayamıyoruz ve yönetmen bir sahne sonra kitabı kapatıp onlar yazıya dökülmedi ki diyerek bizi uyarıyor, o yüzden orada neler olup bittiğini bilmiyoruz diyor. Kurgusunu ve seslendirmesini kendi gerçekleştiren yönetmen bir önceki filmi Dile Veda'nın adını da veren bir savı tekrarlıyor, sözcükler bir dil değildir, şayet ortak dili yakalayabilseydik dünya tüm zorbalığıyla karşımızda duruyor insanlığın elinden de bir şey gelmiyor olmazdı.

Yıldız: * * *

18 Ocak 2019 Cuma

Lee Chang-Dong'un Burning'i

Yönetmenin bir önceki filmi Şiir'i sekiz yıl önce izlemiş ve olumsuz hislerin daha ağır bastığı karmaşık duygularla sinemadan çıkmıştım. Yine öyle oldu. Ayrıca bu kez yönetmenin genel izleyiciye küçük bir adım da olsa daha yakın olduğunu düşünüyorum.

Bilirsiniz ben yerli eleştirmenlerin neredeyse topyekün göklere çıkardıkları filmleri pek beğenemiyorum, 'vardır bu işte bir çapanoğlu' diyorum. Bu yargımın oluşmasında senelerin deneyimi var elbet. Yoksa yıllar önce böyle şeyler düşünmezdim. Bu yargı biraz da nerede çokluk orada bokluk lafına da çıkıyor ama eleştirmenler sinema üzerine söz söyleme selahiyeti olan kişiler olarak kabul edildiği için, tamam halk arasında topyekün beğenilene diyeceğini de ama bunlar adı üstünde eleştirmen, yıllarını sinema sanatına adamış, o kadar okumuş yazmış, herhalde sokaktaki insandan çok daha süzülmüş bir beğeniye sahiptir ve onların topyekün beğendiğine laf edilmez diye düşünenler olabilir. Elbette sokağın ortalamasından bir miktar (hatta lise-üniversite mezunu ortalaması diyelim biz ona) daha farklı olsalar da, o farkın bir miktardan fazla olmadığına kalıbımı basarım. Yani sinemayla hiçbir özel ilişkisi olmayan sıradan bir lise mezunu ve üniversite mezunun ortalamasına oldukça yakın bir beğeniye sahipler. Bir yandan bu eleştirmenlerin bir kısmının yazdıkları gazetelerin geniş kitlelere hitap ettiğini düşündüğümüzde bu durum daha çok okunmak daha çok insanın zevkine hitap etmek anlamında bu yazarlar için olumlu bir durum olarak bile görülebilir. Amaaa bu, sinemanın bir sanat dalı olduğu ve onların da bu sanat dalının eleştirmeni olduğu gerçeğinden bizi koparır. Öyle ki artık bizdeki ölçüsünde olmasa da Batılı eleştirmenlerin de topyekün beğendiklerinden huylanır oldum. Orada da bir film çok beğeniliyorsa muhakkak bir ana akıma meyil, bir sığlık, yapmacıklık gibi kabaca ifade edebileceğim karakteristikler tespit ediyorum. Geçtiğimiz Cannes'da Screen dergisinin 'jury grid' adını verdikleri sayfada 3.8 ortalamayla derginin eleştirmenler nezdindeki  bugüne kadarki en yüksek ortalamaya sahip, Lee Chang-dong'un yönettiği Burning'i de çok beğeneceğimi düşünmemiştim. Ama o kadar yaygaradan sonra ödülsüz gitmeyeceğini düşündüm, yalan değil. Ama işte Oscar Akademisi değil ki orası, festivallerde sürpriz olasılığı hep daha yüksektir. Neyse o yaygara içerisinde Türkiye'den Cannes'a giden bir eleştirmen filmden çıktıktan sonra elim ayağım titriyor gibi aşırı övgü içeren bir tweet de atınca eyvah dedim, tamam ben bu filmi beğenirsem artık sürpriz olur. Evet o sürpriz gerçekleşmedi. Burning beni tatmin etmedi. Haruki Murakami'nin
öyküsünden  uyarlandığı ifade edilen iki buçuk saatlik filmde izlediğimiz hepi topu şu: Jong-su karakterinin çocukluğunda aynı mahallede oturan bir kadınla (Hae-mi) tesadüfen karşılaşması akabinde onunla sevişmesi ama kadının bir süre sonra bir zengin erkek (Ben) için Jong-su ile arasına mesafe koyması ve daha sonra Hae-mi'nin kayboluşu, Jong-su'nun onu Ben'in öldürdüğünü düşünmesi ve sonunda Ben'i katledişi. Buradan bakıldığında bir gerilim-kara filmin olay örgüsünü andırıyor karşımızdaki. Gerisi ne derseniz, bu örgüyü iki buçuk saate tamamlama çabaları, elbet film bitmeye yakın anlam kazanan, ağırlıklı olarak diyaloglarla bazen de imgelerle kendini ifade etmeye çalışan bir yanı da var hakkını yemeyelim. Ancak filmin tüm detayları pek çok farklı noktaya çekilmesi kolay ve o kadar havadaki. İnsanlar bu noktaya aldanıp çok derin bir film olduğu yanılgısına düşüyor kanımca. Filmin başlarında Hae-mi pantomimi anlatıyor Jong-su'ya, olmayan şeyin olmadığını unutmaya dayandığını söylüyor. Tüm bir sanatın temelinde yatan kurmaca kavramı da aslında var olmayan o insan yaratısını var addederek ortaya çıkmaz mı? Film buradan sonra yaşananların film içerisindeki gerçekliği konusunda da şüpheye yol açıyor. Ancak sınırları o kadar muğlaklaştırıyor ki, her şeyin bir yazar adayı Jong-su'nun hayali olma ihtimali kadar olmama ihtimali de var. Ya da sadece bir kısmı mı hayal? Örneğin finale yakın izlediğimiz mastürbasyon sahnesi gibi -ki sinema dili içerisinde onun hayal olduğu imleniyor-. Yine filmin bir noktasında Ben yemek yapmayı neden sevdiğini anlatırken daha iyisi bana kalır diyor ve tanrıya kurban sunulması metaforunu kullanıyor, kendi kurbanımı sunarım ve onu yerim diyor. Orada Jong-su muhabbetin içinde olmasa da nasıl da dikkat kesiliyor ve yönetmen bir an sadece onu kadraja alıyor. Akıbeti belirsiz Hae-mi'nin de Ben'in kurbanlarından olduğunu düşünüyor Jong-su. Zaten o sahneden itibaren Ben'in kadınları kurban ettiğine dair işaretleri evin içinde arıyor ve buluyor Jong-su. Bir de Hae-mi'nin Kazan adında bir kedisi var, Hae-mi ortadan kaybolana kadar ortaya çıkmayan. Jong-su onu da Ben'in evinde bulduğunda Hae-mi'nin kurban edildiğini kafasında netleştirdiğini düşünüyorum. Sonra Ben'in kadınlara makyaj yaptığı gerçeği ile Hae-mi'nin estetik ameliyat olup Jong-su'nun onu çocukken çirkin bulmasına rağmen şimdi beğendiği gerçeğini nereye koymak lazım bilemiyorum. Herhalde Jong-su bir kadını ancak estetik ameliyat olunca severse, o kadın da daha zengin birini bulunca o erkeği daha çok sevebilir. Belki de kısasa kısas gibi bir mesajı var filmin, bunun gibi pek çok mesaj çıkarılabilir bu filmden. Ben filme dair farklı yorumlar yapmanın da bir anlamı olmayacağı kanaatindeyim çünkü aklımızı yorarak bir derinliğini keşfedeceğimiz film yok karşımızda, sadece farklı yorumlar getiririz, bir katil kim filmine yorum getirmekten farksız olur bu ve belki muğlaklığı biraz törpülense Hollywood'ta izleyebileceğimiz bir film bile olur Burning. Hatta Christopher Nolan'ın Memento'sunu andıran bir damarı olduğunu iddia etmek de mümkün. 

Altın Palmiye'ye aday pek çok filmi izledikten sonra, gerçi daha izleyeceklerimiz var ama dikkatimi çeken bir şey oldu. Her sene filmlerin pek çoğunda ortak temalar dikkati çeker. Mesela bir yıl çocuk, bir yıl aşk, bir yıl adalet gibi. Bu sene de Ahlat Ağacı ve Un Couteau Dans Le Coeur izledikten sonra Burning'i de izleyince bu yılki filmlerde üst-kurmaca motifler dikkatimi çekti ama bunlar içinde bu motiflerin en belli belirsiz, hatta silik denebileceği film de Burning.

Yıldız: * *

14 Ocak 2019 Pazartesi

Sarı Gelin Ezgili Panahi Filmi

Jafar Panahi'nin son filmi Se Rokh (3 Yüz) basın gösterimi yapılmadığı için eleştirmenlerimizin kaleme alamadığı filmlerden. Düşünüyorum da bazen, basın gösterimlerini toptan kaldırsalar ne olur diye, sinema yazarlığı biter herhalde. 

Vizyonda 2. haftasında ve son derece sınırlı bir gösterime tabi olan filmde Panahi bir önceki filmi Taksi Tahran'daki gibi yine şoför koltuğunda İran toplumundan kesitler sunuyor. Bu kez konservatuvarda okumasına izin verilmeyen genç bir kızın kendisine gönderttiği intihar videosuyla başlayan film, Panahi ve ünlü oyuncu Behnaz Jafari'nin bu genç kızı arayışlarını konu ediyor. Bir Azeri köyüne uğruyorlar (sanıyorum ki Panahi'nin kendi köyü burası). Burada yönetmen bizi geleneksel bir hayata götürüyor ama bir gezinti filmi olduğu için hiçbir kişi ya da konunun üzerinde uzun uzadıya durmuyor köydeki hayatın işleyişine dair küçük anları gösteriyor. Mesela iki aracın geçemeyeceği o kadar dar bir yol var ki bu yolu büyütmek için çabalamaktansa korna kanunu diye bir şey icat etmişler. Köylüler bir yandan oyuncu Jafari'ye ilgi gösterirlerken kendi içlerinden oyuncu olmak isteyene aynı ilgiyle yaklaşmıyorlar. Her ne kadar yüzünü göremesek de devrim öncesinde de benzer biçimde baskılanmış bir kadın oyuncu ve bugünkü baskı altındaki genç kız ile İran'da oyuncu olma başarısı göstermiş Jafari, filmdeki '3 Yüz'ü oluşturuyor olsa gerek. Yer yer ince bir mizahın da sezildiği filmi ben biraz dağınık ve muğlak buldum, devrim öncesindeki kadın oyuncu laf arasında birkaç kez konu ediliyor ama ne hikmetse filme adını verecek kadar yer ediyor. Mesela afişte de görebileceğimiz ressam olmak isteyen bir kadın var filmde, ve tek bir sahnede bahsi geçiyor, neyin nesidir anlayana aşk olsun?

Yıldız: * *