27 Aralık 2019 Cuma

2019'un En İyi Filmleri *



1-Les Fréres Sisters / Jacques Audiard

2-Portrait de la Jeune Fille en Feu / Celine Sciamma

3-Le Jeune Ahmed / Dardenne Kardeşler

4-Sorry, We Missed You / Ken Loach

5-Elisa y Marcela / Isabel Coixet

6-Peterloo / Mike Leigh

7-Mi Obra Maestra / Gaston Duprat

8-A Hidden Life / Terrence Malick

9-Gangbyeon Hotel / Hong Sang-soo 

10-Der Goldene Handschuh / Fatih Akın

11-Les Misérables / Ladj Ly

12-In Fabric / Peter Strickland

13-Alpha: The Right to Kill / Brillante Mendoza

14-Rojo / Benjamin Naishtat

15-Dylda / Kantemir Balagov

16-Synonymes / Nadav Lapid

17-Om Det Oandliga / Roy Anderson

18-La Paranza Dei Bambini / Claudio Giovannesi

19-Gisaengchung / Bong Joon Ho

20-It Must Be Heaven / Elia Suleiman 


* Listedeki filmler daha önceki yıllarda da olduğu gibi 2019 yılı içerisinde sadece sinema salonunda izlediğim 'güncel' filmlerden oluşmaktadır, yine aynı yıl içerisinde sinema salonunda izlediğim klasikleri hak verirsiniz ki listeme almadım. 


7 Aralık 2019 Cumartesi

Celine Sciamma'dan Yalın Bir Aşk Filmi

Bence Celine Sciamma'nın filmi son yıllarda gördüğüm en yakıcı final sekanslarından birine sahip. Yönetmenin filmin son planında insan ruhunun derinliklerindeki o yüce duygunun, aşkın, nasıl bir şey olduğunu yansıtışından etkilenmemek zor.

Cannes'daki gösteriminden bu yana, tabii benim için seçkiye girdiğinden bu yana da demek mümkün, yılın en merak ettiğim filmiydi Celine Sciamma'nın Portrait de la Jeune Fille en Feu'sü (Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi). Nedeni Cannes ödül töreninin hemen öncesinde yazdığım yazıda vardı: Kadınların romantik dönem filmleri konusundaki hünerleri. Mesela Jane Campion, Nicole Garcia ya da Isabel Coixet'inin filmlerinde az mı yüreğimiz dağlanmıştı? Ama Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi, Filmekimi sonrasında öyle bir övüldü ki, ister istemez beklentimi biraz düşürmek durumunda kaldım... Hep söylemişimdir aşırı övgünün olduğu yerde filmler ortalama beğeniye yaklaşacak karakteristiklere sahip olduğunun işaretlerini verir. Bunun belki istisnaları vardır ama ezici çoğunlukla dediğim gibi olur... Açıkçası filmi izlerken de işte iyi ki beklentimi biraz düşürmüşüm dedim, bu film aşka bakışımızı darmaduman edecek kadar derinliğine sahip mi pek sanmıyorum açıkçası, çok da entelektüel çaba isteyen sahneleri yok, elbet ağırbaşlı yine de izlemesi kolay mı kolay bir film ve bir şerh düşeyim, diyaloglarına biraz daha dikkat kesilmek gereken bir tarafı da var... Şimdi hemen bunlar mı problem demeyin. Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi'nin biçimiyle ya da içeriğiyle sinemaya çok da yeni bir şey kattığını düşünmüyorum, yani o abartılı övgüleri mecburen bir kenara bırakalım ama sonra bu söylediklerimi de bir kenara bırakalım çünkü film son derece yalın anlatımının ardında kırık bir aşk hikayesi anlatıyor ve ben aşkı anlatan iyi niyetli her filmin değerli olduğu kanısındayım ve bunu sinema sanatının sunduğu imkanları oldukça iyi kullanarak yapıyor. Üstelik aşıkların ikisinin de hiçbir suçu olmayan, tam zaman ya da mekan yanlıştı, biz ne yapalım filmi bu, ah etmenin mümkün olmadığı türden... 1700'lü yıllarda geçen hikaye, bizim bugünkü toplumumuzdan bile daha geri kalmış bazı özelliklere sahip. Bir genç kadının hiç tanımadığı bir adamla evliliğe zorlandığı dönemin Fransa'sında adam bu kızla evlenmek için onun yağlı boya bir portresini görmeyi şart koşar. Bugünkü gibi whatsapp ya da instagram ne arasın! Ve bunun için ressamlar çağrılır, ama kızımız poz vermez çünkü böylesi bir evliliğe haklı olarak isteksizdir. Ta ki ressamların sonuncusu gelene kadar, ona karşı da ilk başta isteksiz olacağı düşünülür ya, neyse ki yavaş yavaş alevlenmeye başlayan aşkın etkisiyle bir süre sonra portresini çizmesine izin verir. İlk başta ressam gizli gizli gözlemlediklerini tuvale aktarmaya çalışmış, pek de başarılı olamamıştır. Aşkın alevlenen ateşine koşut olarak tamamlanan ikinci tablo bir yanda adeta çiftin aşklarının dışavurumu gibidir, diğer yandansa kaçınılmaz bir ayrılığın habercisi... Filmin öncelikle aşkla sanat arasında paralellik kuran bir savunusu var, ayrıca dönemi yansıtışı ve aşkın nasıl da güçlü bir duygu olduğunu ve bazen aşık olunacak kişinin cinsiyetinin beklenilenden farklı olabileceğini, başroldeki ikilinin (Adele Haenel ve Noemie Merlant) başarılı yorumunun ardında büyük özenle yazılmış bir senaryo ve harikulade görüntü yönetimi eşliğinde aktarıyor. Kuşkusuz filmdeki kadrajların çoğu, ünlü bir ressamın tablolarından çıkmış izlenimi veriyor. Bunun sinemanın resim sanatıyla ilişkisini ön plana çıkardığını da düşünebiliriz, hem biçim içerik uyumu açısından da resim sanatına bir övgü taşımış olur. Filmin yalın görünümünün ardındaki zarafet diyelim biz ona ya da filmi izledikten sonra geçen sürede bir miktar daha derinleşiyor hissi, bu açıdan biraz Michael Haneke'nin Amour'u da öyle değil miydi dedirtiyor sanki. Biraz zaman geçtikçe biraz üzerine düşündükçe içimizde büyüyüp başyapıt bölgesine girebilecek, her anlamda tam bir kadın filmi.  

Ve her şeyin ötesinde Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi, günümüzde içi epeyce boşaltılan aşkın iç ateşinin yüze nasıl vurduğu ve bazen bir müzik parçasının (Vivaldi'nin Dört Mevsimi'nden Yaz) bile o ateşi nasıl alevlendirebildiğiyle neticelenen muhteşem final sekansıyla bence daha da büyük bir filme dönüşüyor... Ki filmin ilk yarısında bunun işaretini verdiği bir piyano sahnesi var, bu ve bunun gibi detaylar filmin neden senaryosuyla bu kadar ön plana çıktığını aktarıyor bize.

Yıldız: * * * *

7 Kasım 2019 Perşembe

Parazit: Pragmatizmin Dehlizlerinde Kaybolmak

Ve evet konumuz Bong Joon-ho'nun Parazit'i... Aslında kimi yönlerden hayli ilginç bir film Parazit ve zengin de bir film. Ama derin bir film değil. Günümüzün Amerikan uydusu yaşamlarına yoksulluğun farklı tezahürleri açısından bakan bir film. Hollywood'un dünyaya armağan ettiği tür sinemasıyla yaratıcı sinemanın bir bireşimi sanki. Evet Parazit tür sinemasının kodlarıyla ilerleyen bir film hem de birden fazla türün (komedi, gerilim, fantastik, aksiyon dram, ne ararsanız). Ama en fazla da komediyi kullanan bir film ve bana kalırsa komediyi kullanış biçimi bazı noktalarda ilgi çekici olsa da çoğu yerde de oldukça sığ ve ortalama izleyiciyi güldürme amacı taşıyor ve izlerken içimden yazık diyorum, al işte bir tane daha yere göğe konamayan Güney Kore filmi! Özetle bodrum katta yaşayan bir ailenin oğlunun zengin bir ailenin yanında işe girerek önce kız kardeşini ardından kız kardeşin ailenin şoförünü zan altında bırakacak bir hareket yaparak babayı işe soktuğu, son noktada üçlünün evin veteran hizmetçisini saf dışı ederek annelerini işe aldıkları organize bir kötülük filmi bu. Evet alt sınıfların da ne kadar kötüleşebileceğini gösteren, belki kimilerince gerçekçi ama yine de pragmatizmin ileri boyutlara gittiğinde ortaya çıkardığı kötülük üzerinden insanları güldürmeye çalışan bir film. Üstelik bu dörtlünün bu yöntemle eve sızacağı daha filmin başlarında kendini o kadar belli ediyor ki, her şeyi geçtim bari bu kadar öngörülebilir bir film yapmasaydınız diyorum içten içe... Aslına bakarsanız ne oluyorsa ondan sonra oluyor, kovulan hizmetçi bir gece vakti ansızın eve dönüyor ve evin gizli mahzenindeki bir sır açığa çıkıyor ve bu noktadan sonra film başka türlerin sularına girmeye başlıyor, elbette ilk yarıdaki komediyi tamamen bırakmadan... Filmin son yarım saati ise duygusal yoğunluğu da olan bir bölüm, ikinci yarıda senaryoya ivme kazandıran yaratıcı unsurların farklı düğümlerden geçip filmi adeta başyapıt havasına soktuğu, hayatımda izlediğim en keskin ton değişikliklerinden birine giden bir son yarım saat, olumlu anlamda pes doğrusu! Sonuçta Kapitalist Kore'deki sınıfsal farklılıkların derinleştirdiği makası çeşitli metaforlar ve satır arası cümlelerin de desteğiyle anlatan ve sinemanın verili araçlarının tümüne hakimiyetiyle öne çıkan ve bu yüzden pek çoklarını etkileyen filmdeki karakterlerin kötülüklerini meşrulaştıran dokuyu doğru bulmasam da, filmi çok beğenenlere de bir şey diyemem herhalde... Belki de biçim-içerik uyumu olarak görülebilecek bir yanı var. Zengin ailenin annesi bahçedeki çadırda yatmak isteyen oğullarının çadırının su almayacağını çünkü onu Amerika'dan aldıklarını söylüyor mesela ve sürekli konuşmalarının arasına İngilizce cümleler serpiştiriyor. İşte böyle bir ortamda bir Güney Kore filmine ama senin karakterlerin de aşırı pragmatist ve anlatın biraz fazla mı Hollywood'un etkisinde desek ne olur demesek ne olur... 

Yıldız: * * * 

21 Ekim 2019 Pazartesi

Almodovar'ın Son Filmi

Pedro Almodovar son filmi Dolor y Gloria (Acı ve Ün) Elia Suleiman'ın It Must Be Heaven ile düştüğü açmazın farklı bir versiyonu aslında. Orada açık biçimde dış etkenlerden ötürü istediği filmi bir türlü çekemeyen yönetmenin yerini bu kez, film çekme tutkusu körelmiş ve çeşitli hastalıklardan muzdarip bir yönetmen almış. Ne kadar da tanıdık, beylik bir anlatı ama... Elbet sinema tarihinde de sanatçılar yolun sonuna geldiklerini sezerler ve bazen vedaları böyle olur ya da dönemsel bir durum da olabilir bu. Yani nasıl bir film çekeceklerini bilemezler en sonunda film çekememe halinin kendisi film olur çıkar, yaratıcılıklarının tükendiğinin dışavurumu ya da kimilerinin dediği gibi post-modernizm... Gerçi yönetmen sadece film çekememe halini anlatmıyor. Bugünkü hayatından, başta çocukluk anılarından sonra aşklarından, dargın bir oyuncusuyla ilişkisinden bir toplam sunuyor bize. Antonio Banderas'ın başarılı yorumunun yanı sıra dingin ve ılık bir anlatımdan güç alan filmde ne can alıcı, özgün bir detay yakalanabilmiş ne de yeterince dramatik etki yaratacak bir öykü tasarlanabilmiş. Oldukça tekdüze bir film Dolor y Gloria. Üstelik bize önemli ne söylüyor olabilir: Yaratıcılığın ve cinselliğin çocukluktan kök alan bir arzu olduğunu mu? Yönetmenin çekimlerine başladığı İlk Arzu adlı filmde olduğu gibi mi? En fazla bu olabilir herhalde. Yine de filmin belki de tek etkileyici sahnesi finalde, izlediğimiz çocukluk anılarının, İlk Arzu adlı filmden ibaret olduğunu gördüğümüz şu sahne işte, gerçekle kurmacanın silikleştiği, izlediğimiz bütünün ne kadarı yönetmenin hayatı ne kadarı değil sorusunun belirsizleştiği sahne. 

Yıldız: * * *

14 Ekim 2019 Pazartesi

Filmekimi 2019

İstanbul Film Festivali'yle beraber Dünya Sineması'na kapılarını açan diğer önemli etkinlik olan Filmekimi'nde yine vizyona girmesi kesin gözüken bazı filmleri es geçtim, ki bunlar içinde Cannes'ın en gözde filmleri vardı.

Dardenne'lerden Yakıcı Bir Film Daha

Evet şöyle başlayalım: Le Jeune Ahmed, Cannes'da aldığı Mizansen Ödülü'nü hak eden bir film, hani kimilerinin dediği gibi nesine ödül vermişler bunun diyen tarafta elbette değilim. Dardenne'ler yakıcı gündeme dair öyle bir konuyu öylesine olgun bir sinema diliyle işliyorlar ki valla benden şapka... Yakıcı, çünkü bu kez filmlerinin merkezindeki 13 yaşındaki Ahmet, radikal islamın pençesinde. Belçika'ya göçmüş seküler bir Arap aileden gelmesine rağmen mahalledeki imamın etkisiyle günden güne rasyonelitesini yitirmekte ve şiddete meyletmektedir. Kadın hocanın elini sıkmaz, onu yalayacağından korktuğu hayvanın salyası murdardır der, bir kız tarafından öpülünce abdest almak zorunda hisseder ve daha bir sürü şey... Cemaat üzerindeki etkisi yitireceğinden korkan imamın etkisiyle de Arapçayı Kuran okumanın ötesinde günlük yaşamda kullanmak için kurs düzenlemek isteyen hocasını öldürmeye teşebbüs eder, sonra ıslah evine gönderilir, zamanla Ahmet'in düşüncelerinde küçük bir değişim gözlenir gibi olsa da, ruhunun en karanlık yerlerine işleyen radikal islami öğretilerin gencecik bu insanı bırakması o kadar da kolay değildir... Dardenne'ler her zaman oldukları gibi yine hiç uzatmadan, lafı dolandırmadan, yarattıkları çeşitli karakterleri hiç de gözümüze gözümüze itelemeden dertlerini anlatıyorlar. Tıpkı Ken Loach gibi anlatsalar güzel olacak değil anlatmak zorunda oldukları hikayeleri seçmeye devam ediyorlar ve bazı izleyicilerin aksine ben, içi kof biçemsel denemeler yerine böyle bir sinemayı yeğliyorum. Özellikle, biraz uzunca süren final sekansı sadece yönetmenlerinin mizansen kurma becerisini öne çıkarmakla kalmıyor, baş karakteri özelinde Avrupa'nın çaresizliğine de dokunuyor. Evet belki de toplumsal çaresizliğin çölünde bir şeylerin değişmesi için en acı bireysel tecrübeleri yaşamamız gerekiyor.  

Ken Loach'tan Duyguları Pataklayan Bir Film


83 yaşındaki usta yine her zamanki gibi politik ve bu kez politik olduğu kadar da duygusal. Hafta içi 11.00 seansı olmasına rağmen neredeyse boş koltuğun olmadığı bir salonda izlediğimiz Sorry We Missed You ile içinde ufacık da olsa hümanizma kırıntıları olan herkesin etkilenebileceği-etkilenmesi gereken bir filme imza atıyor. Serbest piyasa ekonomisinin küresel dönüşüm sürecinde objektifini bu kez ev almak isteyen orta sınıfa çeviren yönetmenin kadrajına öncelikle bir aile babası giriyor, öyle ki yeni işe giren babaya kendi işini yaptığı söylenmekte ama yeri geldi mi verimliliği düşürebilecek her durumda uyarılar, dahası sert maddi yaptırımlar uygulanabilmektedir. Üstelik sıfır saat iş sözleşmesi, bizim için çalışmıyorsun, bizimle çalışıyorsun, aldığın maaş değil ücret gibi zırvalıklarla da sömürü düzeninden çıkan işçiden bir tür kendi kendini sömürme simülasyonu yaratan sistemin çarkları son derece keskindir. Böyle bir durumda yapılan fazla mesailerin ve benlikte oluşan psikolojik tahribatın da ailenin bütün üyelerini etkilemesi kaçınılmaz olacaktır. Bakıma muhtaç insanlar için ev ev koşturan bir anneyle günde 14 saat trafikte boğuşan, idrarına tuvalete yapabileceği zamanı bile bulamayan babanın biri lise çağında diğeri daha küçük iki çocuğu da bu durumdan şiddetli biçimde etkilenecektir. Ken Loach, Paul Laverty ile beraber kaleme aldıkları senaryoda son derece gerçekçi bir dil yakalarken, günlük yaşamın tüm parabolleri de dozunda ve etkili aktarılmış, melodramın tuzaklarına düşme riski barındıran hikayesinde Loach, soğukkanlı tavrından bir an olsun taviz vermiyor ama Sorry We Missed You yönetmenin duygusal yoğunluğu en yüksek filmlerinden biri olmayı da başarıyor. Bana kalırsa politik sinemanın başyapıtları arasında görmenin pek de yanlış olmayacağı bu örnek, bir kez daha izlenmeyi hak ediyor.

Malick'ten Savaş Karşıtı Film

Terrence Malick'in A Hidden Life'ı izleyenlere ne kadar da tanıdık geliyor değil
mi? Sanatın evrensel gücü bu. Bambaşka mekan ve zamanda yaşanan diyalogların bu kadar içimizden olabilmesi. Vicdani retçi Franz Jagerstatter'ın gerçek hayat öyküsüne odaklanan filmin henüz başları sayılabilecek bir noktada Franz, işgalciyiz biz diyor. Savaş için bağış toplayan Nazi subaylarına para vermiyor, mahalle baskısına uğruyor, sonra da savaşa çağrılıyor ve gitmeyip hapse düşüyor, türlü işkencelerden geçiyor ve öyle bir nokta geliyor ki zaten savaş bitmeye yakın Hitler'e bağlılık yemini et ve idamdan kurtul diyenlere de aldırmıyor ve bildiği yoldan dönmüyor. Kuşkusuz Franz ve onun gibi azınlığın direnişi özünde dünyayı değiştiremese de dünyanın biraz olsun daha iyi bir yer olmasında pay sahibi. Malick 3 saatlik filminde yine kendine has hareketli kamerasıyla oldukça şiirsel bir anlatım tutturuyor ve yine tanrı inancından kopmadan onun inayetini yücelten ama din kurumu ve kiliseyi eleştirmekten de kendini alıkoymayan bir yaklaşım sergiliyor. Önemli oranda Franz'ın ölmeden önce yazdığı mektubu dış sesi olarak işittiğimiz ve görece az sayıda diyalogla ilerleyen film İngilizce ama Almanca konuşulan yerlerde de kasten altyazı eklenmemiş. Almanca'yı ya da Nazileri duymazdan gelmek gibi yorumlanabilecek bir sinema dili tercihi bu. Özelde Nazizmi vurgulamakla beraber, militarizmin nasıl bir bela olduğu ve kitleleri kolayca peşinden sürüklediği ve her şeye rağmen bu saçmalıklara inançlı bir insanın her koşulda direnebilmesinin yüceliğini vurguluyor. Adeta Dardenne'lerin Le Jeune Ahmed'inin çift yumurta ikizi bir film, en nihayetinde inançlı ve inançsız insan olmanın o kadar bir önemi yoktur, iyi ve kötü insanlar vardır. Başka ülkelerde de dönem dönem yoğunlaşan savaş atmosferinde başka zamanda demokrat görünenlerin bile kana susadığı, ufacık ses çıkaranların linç edilmekten, işini kaybetmeye, gözaltına alınmaya kadar korkuyla yaşadığı iklimin benzeri değil de nedir bu? Malick'e belki de getirebileceğimiz tek eleştiri, bazı noktalarda karakterlerine fazlaca poz verdiren alabildiğine ağdalı bir anlatımdan ötürü süreyi daha efektif kullanamaması olurdu herhalde. Sonuçta savaş karşıtı mesajı net, kayda değer bir politik sinema örneği A Hidden Life.


Yukarıda kaleme aldığım üç filme karşın festivalin ilk günlerinde izlediğim filmlerse birer birer hayal kırıklığı yarattı bende. Gerçi ne kadar hayalin vardı da diyebilirsiniz. Ancak Cannes'da Altın Palmiye için yarışmış filmlerden daha iyi bir toplam beklemek de hakkımız olsa gerek. Dünyadaki dört binin (evet doğru 4.000) üzerindeki film festivalinin bir numarası değil mi o? En büyük yönetmenlerin ve en fazla sayıda yönetmenin yarışmak için başvurduğu festival. Diao Yinan'ın Nan Fang Che Zhan De Ju Hui filmi mesela, son derece estetize edilmiş pek çok sahneye sahip ama ne esaslı bir gerilim yaratabiliyor ne de adına hikaye denebilecek bir şey sunuyor. Çok az aşk, fazlaca kovalamaca-çatışma... Sahi bu adam ne anlatıyor? Keza Arnaud Desplechin de Oh Mercy ! de çok farklı değil, evet burada az buçuk bir hikaye var da, alelade bir polisiyeden hallice, öyle bir gizem duygusu falan da ne arasın. En önemlisi bu filmlerin insana, topluma, hayata karşı ne bir duruşları ne de bir sözleri var. Ira Sachs'ın Frankie'si de rahat izlenmesine rağmen neredeyse hiçbir şey anlatmayan bir film, Sintra denen Portekiz sayfiye yerinde geçen bir gezinti filmi. Karakterler karşılaşıyor biraz konuşuyor sonra başka karakter bir diğeriyle konuşuyor sonra bir diğeriyle, biraz yürüyorlar konuşuyorlar, etkileyici bir doğa da onlara eşlik ediyor. Hepsi bu kadar. Keza Justin Triet'nin Sibyl'ını ele alalım. Bugün ile geçmiş arasında
oldukça sert bir kurgu anlayışıyla mekik dokuyan film, orta yaşlı psikolog bir kadının aşk acıları, bazı hastalarıyla diyalogları ve içinde bulunduğu bir film setindeki komikliklerden bir kolaj oluşturmuş, baş karakterin zihnini takip etmesi açısından bir yönüyle biçem denemesi olarak görülse de yine de sözü olan bir film demek zor. Bir başka biçem denemesi de Corneliu Porumboiu'nun La Gomera'sı, bu denemeyi filme kattığı karakterlerin isimlerini filmin belirli noktalarında perdeye getirerek yapmaya çalışıyor, bunu yapmasa filmin değerinden ne eksilirdi? Bir yabancılaşma efekti anlayacağınız... Makul yazılmış bir ajan filminden öteye gidemiyor. Yine seyircilerden belli ölçüde olumlu tepkiler alan, hani acaba bir sözü var mı denilebilecek Kleber Mendonça Filho'nun Bacurau'su da görece zayıf bulduğum bir film. Bilimkurgu ve savaş filmi türlerinden izler barındıran, bir köy yaşamını tehdit eden dış güçlere karşı köylülerin yeri geldi mi en sert şekilde cevabı verebileceğini gösteren bu anti-emperyalist film, bazı yerel motiflere ve hafif mizahına karşı en nihayetinde bir tür filmi, şu dış güçlerle uzaylıları anıştıran cinsten. Elbette akıcı, izlemesi kolay, kitleselleşebilme potansiyeli olan bir film. Bu örneklere karşın Filistinli usta sinemacı Elia Süleyman'ın It Must Be Heaven'ı ise yönetmen kendi kişisel deneyimlerinden yola çıkarak gerçekleştirmiş. Filistin, Fransa ve ABD'de geçen, yönetmenin yaşadığı traji-komik halleri yansıtış biçiminin içtenciliğiyle dokunaklı hale gelen film, evet biraz dağınık, evet birkaç diyalog dışında yeterince etkileyici anlara sahip değil ama biraz da niye öyle olamadığını anlatıyor zaten yönetmen ve bu sese kulak vermek gerekiyor. Salondaki seyircilerden ciddi bir alkış almasına karşın benim o kadar da etkilenmediğim bir film ise Marco Belloccio'nun Il Traditore'si. Devlet ile anlaşıp İtalya'daki mafya yapılanmasını çökerten Tommaso Buscetta'nın hikayesi etkileyici sahneleri, başroldeki oyuncunun başarısı ve epik anlatımıyla dinamik ve seyri rahat bir film olsa da sonuçta son derece klasik bir mafya filmi. Evet mafya-asker-hükümet birbirinden ayrılmaz bir bileşimdir ama sanki filmin buralara girmeye o kadar da niyeti yoktur.

Yıldız Tablosu

Le Jeune Ahmed  * * * *

Sorry We Missed You * * * *

A Hidden Life  * * * *

It Must Be Heaven * * *

Les Belles Annees D'Une Vie * * *

La Gomera  * * 

Il Traditore  * *

Bacurau  * *

Sibyl   * *

Frankie  *

Roubaix, Une Lumiere *

Nan Fang Che Zhan De Ju Hui  *

Saturday Fiction *

Le Belle Epoque * 

24 Eylül 2019 Salı

Emin Alper'in En Hafif Filmi

Belki de Nuri Bilge Ceylan'dan sonraki en iyi yönetmenimiz olarak görülebilecek Emin Alper'in son filmi Kız Kardeşler yönetmenin en hafif ve en az politik filmi olmuş. Önceki iki filminde politik alegorinin başarılı örneklerini sergileyen yönetmen bu kez bu toprakların gerçeğine, 'besleme' kızlar mevzuna parmak basmak istemiş. Hani şu köylü, fakir, eğitimsiz ailelerin kentli, zengin ve görece daha eğitimli ailelerin yanına hizmetçi olarak verdikleri kızlar... Orada daha iyi şartlarda yetişsin ve mümkünse kendisinden çok daha iyi özelliklere sahip kentli bir erkekle evlenebilsin diye... Yalnız film bu mevzuyu derinlemesine incelemek yerine köylerine geri dönen bu kızlar ve köy ahalisinin gündelik yaşamından kesitler sunmakla yetiniyor. Ne öyle ahım şahım bir toplumsal analizi var ne de makro bir perspektifi, gayet bireysel diyaloglardan mütevellit. Yine artık ezbere bildiğimiz taşranın-taşralıların çıkışsızlığı, insanların içindeki, hatta sanki özellikle kadınların içindeki kötücüllüğün izlerini göstermekten başka yeni bir sözü yok. Ancak mükemmele yakın oyunculuklar ve bana kalırsa birinci sınıf denebilecek bir oyuncu yönetimine, mizah dozu yüksek oldukça başarılı diyaloglara ve neredeyse bir o kadar başarılı bir görüntü yönetimine sahip. Yine de Emin Alper'den daha fazlasını beklemek hakkımızdı.

Yıldız: * *

22 Eylül 2019 Pazar

!f İstanbul Yeniden

Bir yıllık aradan sonra Eylül'e kaydırılan bu bağımsız film etkinliği her zamanki dokusuna sadık kalmaktan biraz ötede bir programla izleyicilerin karşına çıktı. İzlediklerim içinde dikkatimi çeken üç film oldu.

Roy Anderson çağdaş sinemanın kayda değer ustalarından biri, İsveçli yaratıcının Venedik'ten En İyi Yönetmen ödülüyle dönen son filmi Om Det Oandliga  (Sonsuzluk Hakkında) yine daha önceki filmlerine benzer bir izlekten hareket ediyor, İsveç'teki farklı insanların hayatlarından tek planlık kesitler sunan yönetmenin kadrajına kimler girmiyor ki; tanrıya inancını kaybeden bir papazdan, çocuklarının mezarında yaşadığına inanan bir ebeveyne, doktora yapan arkadaşının nasıl o noktalara kadar gelebildiğine gıpta eden bir adama, Eylül'ün gelişini bir manzara eşliğinde izleyen çifte ve yolda kalan arabasının başındaki çaresiz adama ve nicelerine...Kuşkusuz resim sanatıyla Bergman'ın oda tiyatrosunun son derece mikro yansımalarının arasında bir yerlerde duran sinema dili, bugün sosyal demokrasinin beşiği olarak anılan İsveç'teki insanların yalnızlıklarına kapsamlı bir bakış atıyor. Refah oranı düştükçe anlatacak hikayeler artar, sanat aslen buradan beslenir diyenlere sanki o kadar da emin olmamak lazım diyor.

Yıldız: * * *

Reygadas'dan Tuhaf Mı Tuhaf Bir Film


Meksika sinemasının Hollywood etkisine girmeyen adlarının başında gelen Carlos Reygadas'ın uzun sayılabilecek bir aradan sonra gerçekleştirdiği Nuestro Tiemposu'nu (Bizim Çağımız) İstanbul Film Festivali'ne beklemiştik doğrusu ama !f'te görmek kısmet oldu. Yönetmen kendi filmografisi içerisinde bile zor olarak görülebilecek bir film yapmış. 3 saate yakın süresi başta olmak üzere, içeriğiyle de zor. Erotik mi demeli acaba? Daha doğru olan erotik kırıntılar barındıran kışkırtıcı yer yer de kasvetli bir film demek galiba. Bir önceki filmi Post Tenebras Lux'ta izleri görülen bir takım cinsel fanteziler daha ileri boyutta karşımıza çıkıyor. Üstelik bu kez Reygadas ve karısı başrolde. Yönetmen kendi fantezilerini mi izleyiciyle paylaşmak istemiş yoksa evlilik kurumuna bir eleştiri mi getirmiş? Belki de sanki son yıllarda yükselişe geçen ve porno kültürünün de tetiklediğini düşündüğüm (eşini başkasıyla sevişirken izlemekten zevk alan) bir insanlık durumuna fütursuzca parmak basmak istemiştir. Bunu yaparken de başta boğalar olmak üzere türlü metaforlara başvurmuş yönetmen ama yine de bana filmin süresi fazla uzun geldi.

Yıldız: * *



Ladj Ly'nin Les Miserables (Sefiller) adlı filmiyse günümüz Fransa'sına ışık tutan bence önemli sayılabilecek bir eser. Ülkeyi yekvücut hale getirdiği söylenebilecek dünya kupası zaferiyle açılan film o takımın belkemiğini oluşturan siyahi göçmenlerin mahallerinde durumun aslında çok farklı olduğunu, akıcı bir senaryo ve bir ilk film için oldukça yetkin sayılabilecek bir sinema diliyle aktarıyor, göçmenler ile üçlü bir polis grubu arasında geçen kedi fare oyununa ülkedeki hıristiyan nüfusu geçmek üzere olan müslüman nüfusun ağırlığı da eklenince film pek çok sorgulamayı beraberinde getiriyor, yönetmen Ly gelecek vaat eden bir isim, filmi nerede noktalayacağını, bazen azın çok demek olduğunu bilen ve Victor Hugo'nun yıllar önce dediği gibi insanları kötülemeden önce onları yetiştirenlere, ülkenin yöneticilerine, özellikle güvenlikçi politikalarına bakmak gerektiğini tekrar hatırlatan. 

Yıldız: * * *

25 Mayıs 2019 Cumartesi

Gözümüz Kulağımız Yine Cannes'da

Alejandro Gonzales Inarritu başkanlığındaki jüri, Celine Sciamma'ya Altın Palmiye vererek tarihe geçme fırsatına sahip... Ama ibre sanki Pedro Almodovar'dan yana.

Cannes'ın jüri oluşturma kıstasları biraz tuhaf gelebilir. Mesela Cannes'da hiç ödül almamış hatta Altın Palmiye adayı dahi olmamış Hollywood veteranlarının jüri başkanı olduğuna şahit olmuşuzdur. Tuhaftır, çünkü dünyanın en prestijli film festivalinde seçkiye girememiş çapta yönetmenlere o seçkinin en iyilerini belirleme fırsatı verilmektedir. Oysa bu kez durum biraz daha farklı. 56 yaşındaki Inarritu belki bir George Miller ya da Steven Spielberg ölçüsünde tecrübeli değilse de bir dönemler iki kez Altın Palmiye adayı olmuş bir isim ama yarışmadaki diğer jüri üyelerine şöyle bir göz atınca, hele ki Yorgos Lanthimos'a, sadece 10 yaş küçük olmasına rağmen Cannes tarihindeki kariyeri bakımından Inarritu'dan aşağı kalır yanı da yok... Yani Lanthimos'un jüri üyesi olduğu bir festivalde insan net olarak daha kariyerli bir başkan bekliyor... Ben kendi aklımla jüri başkanlığı konusundaki önceliğin Cannes'da başarılı olmuş yönetmenlere verilmesi kanaatindeyim ve onların sayısı hiç az değil. Neden hala Michael Haneke ya da Nuri Bilge Ceylan jüri başkanı olamadı. Senaryo yazarı olarak başladığı sinema kariyeri 1974'e kadar uzanan Jacques Audiard'ı da bu ikiliye eklemekte sakınca görmüyorum açıkçası. Benim aklımla başkan olmaları gerekiyor dedim ya, işte Cannes'ın aklı benden biraz daha farklı çalışıyor. Cannes'ın özellikle jüri başkanları konusunda, şayet orada olmazsa jüri üyelerinin ağırlığı konusundaki popülist tavrı son derece bilinçli bir planın ürünü. Cannes şu iddia da: Evet sanat sinemasının güçlü örneklerine alabildiğine alan açan ve onların dünya pazarına bir biçimde girmesi konusunda en etkili platformuz ama bizim festivalden Altın Palmiye alarak birinci çıkacak filmin de barındırdığı sanatsal değerlere rağmen 'müzelik değil seyirlik olması gibi bir beklentimiz var'. Yani jüri denklemini oluştururken, hele de en iyi film ödülünü alacak olanı değerlendirirken o filmin belli ölçüde de olsa kitleselleşebilme yolunun açık olmasını istiyor Cannes yönetimi. O yüzden kimi yıllar basında Altın Palmiye kazanan bazı filmler için jüriyi bu cesur kararından ötürü kutlarız gibi ifadeler yer alıyor. 2011'de Apichatpong Weerasethakul ödülü kazandığında bu ifadeyi sık sık duymuştuk. Öyle ki jürinin 2013'te Abdellatif Kechiche ve 2014'teki Nuri Bilge Ceylan kararlarını dahi cesur tavır olarak görenler olmuştu. Dahasını siz düşünün...

Ve gelelim bu yıla... Evet jüri Celine Sciamma'nın Portrait de Le Jeune Fille En Feu isimli filmine Altın Palmiye verme cesaretini gösterirse tarihe geçer çünkü festivalin 71 yıllık tarihinde bu ödülü kazanan sadece tek bir kadın yönetmen oldu, başka da olmadı. Film çok da yaygara kopartmadan geniş bir beğeniyle karşılandı, zevklerine hep güvendiğim bir elin parmakları kadar bile etmeyen eleştirmenler de filmin anlatım gücüne vurgu yapıyorlardı. Bütün bunlara ek olarak filmin benim nazarımda beklentimi daha da yükseltmesinin bir nedeni daha var. Ben kadın yönetmenlere romantik dönem filmleri konusunda hep güvenmişimdir. Bilemiyorum kadınlara has özel bir duyarlıktan mı kaynaklanıyor bu, ama Jane Campion olsun, Nicole Garcia olsun, Isabel Coixet olsun yüreğime güçlü şekilde dokunmayı hep başardılar. O geleneğin bir temsilcisi olarak Scimma'ya da hem anlattığı konu hem de anlatım gücü bakımından Altın Palmiye'nin yakışacağını hissediyorum. Artık bir aşk kadınının bu ödülü alma vakti geldi de geçmiyor mu?

Jüri belki bu cesareti gösterir ya da en azından filmi eli boş göndermez (belki Jüri Büyük Ödülü) ancak Abdellatif Kechiche'in Mektoub My Love: Intermezzo'su konusunda çok daha cesur olmaları gerekecek. Geçen yılki jürinin Yann Gozales'in Un Couteau Dans Le Coeur'unu, bence hakkını yiyerek ödülsüz göndermeleri de bir korkaklığın sonucuydu. Sivriliklerden nedense çok çekiniliyor, hele ki merkezinde cinsellik varsa... Festival takipçilerinde de hiç azımsanmayacak bir muhafazakarlık var. Öyle ki yönetmenin Mektoub My Love: Canto Uno'su İstanbul Film Festivali'nde pek çok izleyiciyi salondan kaçırmış ve tepki alkışıyla sona erdirilmişti, kimileri kadın bedeninin fütursuzca sergilenmesinin onları rahatsız ettiğini söyledi, oysaki kanın oluk oluk aktığı filmler ne hikmetse o kadar rahatsız etmiyordu. Bu kez yine çoğu eleştirmen, yönetmene oldukça düşük puanlar verirken, Jean-Paul Sartre'ın kurucularından olduğu meşhur Libération gazetesinin seçkin iki eleştirmeninin filme tam puan vermesi bir şeyleri açıklıyor aslında... Jüri bence yine geniş kitlelere ters düşmek istemeyecektir ama Cannes tarihinde zaman zaman görünen radikal kararlardan birine imza atıp şaşırtırlarsa ne alâ...

Almodovar Palmiyeliler Kulübüne Girebilir

Ödül şansı yüksek görünen iki yönetmene de dikkat çekmek gerekli. Biri Pedro Almodovar diğeri de Joon-ho Bong. Dolor y Gloria ile kariyerinin en iyi filmlerinden birine imza attığı söylenen Almodovar yarı otobiyografik bir film ile festivalde. Almodovar kuşkusuz sinema sanatının günümüzdeki en büyükleri arasında ve belki de son iyi filmiyle koleksiyonundaki eksik parçayı, Altın Palmiye'yi alması hemen herkesi memnun edecek bir karar olacaktır ve jürilerin aklı çokluk böyle çalışır. Joon-ho Bong'un yedinci filmi Parasite'ın ise yönetmenin bugüne kadarki en iyi filmi olduğu konusunda çok geniş bir kabul var ama ben yine de temkinliyim. Geçtiğimiz Cannes'da Chang-dong Lee'nin Burning'ini sonra da Venedik'te Alfonso Cuaron'un Roma'sını da 'amazing, amazing' nidalarıyla karşılayan Batılı ve yerli geniş bir eleştirmen güruhunun ivmesinin her daim merkeze yani ana akım karakteristikler taşıyan sinemaya doğru hareket ettiği bilinen bir gerçek. Seviyeleri bu ne yazık ki ! Geçen yıl bu iki filme yapılan bitmez bilmez övgülerin bir benzerini gördüğümüz, üstelik Oscar'ın uluslararası film dalındaki adaylığını şimdiden öngördükleri Parasite'a karşı temkinli olmayayım da ne yapayım. Ancak yine güvendiğim bir isimden aldığım son bilgi Parasite'ın yukarıdaki örneklerin ötesinde bazı açılımlara da sahip bir film olduğu yönünde. Umarım yukarıdaki örneklerden sadece daha yaratıcı değil bir miktar da olsa daha derinlikli bir filme imza atmıştır Joon-ho Bong. Bence mizansen ödülünün bu yılki favorisi.

Bu yıl izleyicileri ikiye bölen filmlerin başındaysa Terrence Malick'in A Hidden Life'ı geliyor. Diyebilirsiniz The Tree of Life da öyle değil miydi? Bu kez o yarık daha da büyük gibi. Ama ilginçtir o dönem The Tree of Life'ı beğenmeyen bazı eleştirmenlerin bu filmi beğenmesi de ilgimi çekti doğrusu. Bu kez yönetmen politik bir filmle karşımıza çıkmış, bir vicdani retçinin uzun öyküsüyle... Yine diğer bir Amerikalı Quentin Tarantino da karmaşık tepkiler aldı. Hiç beğenmeyenler kadar çok beğenenler de var. En nihayetinde içinde Hollywood kelimesi geçen bir filmin çok alıcısı olacağını kestirmek mümkün. Bu yönetmenlerin dışında Ken Loach ve Dardenne Kardeşlerin her zamanki gibi toplumsal sorumluluğu güçlü filmlerle festivale katıldıkları ifade ediliyor. Ancak bu ikilinin her filmiyle yarışmaya dahil olup pek çok ödül kazanması bazılarını bıktırmış ve ödülsüz gitmeleri isteniyor. Yine de ikiliden en az birinin alacağı bir ödül duyargaları gelişmiş izleyiciler tarafından herhalde alkışlanacaktır.

Bu isimlerin dışında başta Marco Bellocchio, Ladj Ly, Elia Suleiman ve Kleber Mendonça Filho'nun daha sonra Diao Yinan'ın, Corneliu Porumboiu'nun hatta Justin Triet'inin filmlerinin bile ödül alabileceği konuşuluyor. Geriye kim kaldı ki? Ödül almayacağı kestirildiği için açılış filmi yapılanların son örneği Jim Jarmush ve birkaç isim daha mı?

Bakalım son iki yılın tutukluğunu aşmış görünen Cannes'da ödüller nasıl dağıtılacak. 

27 Nisan 2019 Cumartesi

Fatih Akın'dan Bir Başka Almanya

Son dönemde İstanbul Film Festivali sayesinde Berlin'de Altın Ayı adayı olmuş birçok filmi izleme şansına sahip oldum. Berlin'deki seçkinin, festivalin uzun tarihindeki en zayıflardan biri olduğu da yazıldı, çizildi. Yine de bazı filmler fazlaca ön plana çıktı ve bunların hiçbiri beni kesinlikle doyurmadı. Oysaki seçkinin belki de en kötüsü olarak lanse edilen iki film; Elisa ve Marcela'nın yanı sıra Der Goldene Handschuh (Altın Eldiven) da önemli bir film... Kuşkusuz zevkler ve renkler çeşitli ama yine de bu kadarına insan hayret ediyor, gerçekten izlediğim bu filmler oradaki eleştirmenlerin izlediği filmler mi? Fatih Akın Duvara Karşı ve Yaşamın Kıyısında gibi oldukça yetkin iki filmden sonra kariyerinde düşüşe geçmiş ve beklenen sıçramayı bir türlü gerçekleştirememişti ve bence hiç şüphe yok yönetmenin son filmi Altın Eldiven bu iki filmin altına yazılabilecek çapta... 1970'li yıllarda Hamburg'ta yaşanmış gerçek bir seri katil hikayesinden yola çıkan yönetmen, genel geçer güzellik algısının oldukça dışında üstelik kambur bir yalnız adamı anlatıyor. Bu adam da pek çok erkek gibi genç ve güzel kadınlarla birlikte olmak istiyor ama hiçbiri ona yüz vermiyor. O da ancak yaşlı ve şişman kadınları eve atabiliyor ama onlara karşı da bir cinsel istek duymuyor, duyamıyor, pek tabii olarak. Bu durum onu öfkelendiriyor ve bu kadınlar bir bir onun kurbanlarına dönüşüyor. Kurbanlarını kesip paketleyip önce evin dışına atıyor ama elbette yakalanma korkusuyla daha sonra evindeki bir köşeye saklıyor. Evet film belli ölçüde rahatsız edici sahnelere sahip, bazı sahneleri de özellikle uzun tutmuş yönetmen ama yine de eleştirmenlerdeki bu muhafazakarlığı anlamak ne mümkün, abartıldığı kadar kan yok, bakmaya dayanılamayacak iğrençlikte sahneler de, yoksa bu gözler neler gördü neler...  Aynı şekilde korkunç derecede kötü bir senaryo da yok, filmin başarılı başrolü Fritz Honka rolündeki Jonas Dassler'den rol çalabilecek kadar olmasa da eli yüzü düzgün bir senaryo bu. Film, siyaset tarihinin her daim laboratuvarı olmuş o büyük kitlelerce sahiplenilen Nazizm tecrübesinin sonrasında geçiyor. Özellikle yaşlı erkeklerin duygusuz, sadist cinsel fantazilerini ortaya döktüğü Altın Eldiven adı verilen barda toplanılıyor diğer yandan genel olarak erkeklerin kadınsızlığı, yaşlı kadınların ise parasızlığı, evsizliğine paralel içkinin gırla gidişi, bir ergenin tuvalette ona selam vermediği için üzerine işemeyi hak gören muhtemelen eski bir Nazi subayı, işinden kovulan ya da istediği işi bulamayan insanlar ve dahası üst katları gerçek anlamıyla leş kokmasına karşın son ana kadar kılını kıpırdatmayan göçmen bir aile bence Akın'ın filmini alelade bir seri katil filmi olmaktan öteye taşıyor, ve seri katilin babasının bir komünist oluşu yine finaldeki manidar yangın sahnesi de üzerinde düşünmeye değmiyor mu sizce sevgili izleyiciler? Pek çok Akın filmi gibi makul bir tempoda ilerleyen ve gişe filmleri dışında pek çok filmi görmüş ve sevmiş insanlar için seyri zor olmaması gereken bir film ve çok çaktırmasa da daha mütevazı ölçekte Michael Haneke'nin Beyaz Bant'ta Nazizmin köklerine bizi götürmesi gibi bu kez küllerine götürüyor Akın ve Almanya'da o kadar yıldan sonra değişen ne oldu diye soruyor? Ve bu soru yabana atılacak gibi değil. 

Yıldız: * * * * 

16 Nisan 2019 Salı

İstanbul Film Festivali'nin Ardından

Geçenlerde bilgisayarın başına geçmiş, ittifaklar arası geçişin çok sınırlı olduğu, AKP'nin taşrada gücünü korurken merkezde başlayan kan kaybının devam ettiği, HDP'nin bölgede kan kaybederken başta İstanbul olmak üzere, Mersin ve Adana gibi illerde sonucu tayin ettiğini, İyi Parti'nin Iğdır'da HDP lehine olacağı için aday çıkarmamasının ona Balıkesir'i kaybettirdiğini, CHP'nin ise Uşak'taki oylarına güvenip İyi Parti'nin karşısına aday çıkarmasının İyi Parti'ye Uşak'ı kaybettirdiğini, Kırşehir'de ise MHP'nin oylarına güvenip AKP'nin karşısına aday çıkarmasının Kırşehir'i AKP'ye kaybettirdiğini yazıyordum. Siyasi gündem bizleri öylesine kuşatmış ki esasen her ne kadar sanatın alanında kalem oynatan biri de olsanız böyle bir gerçeklik yokmuş gibi davranmak olamıyor işte, üstelik hangi sanat siyasetten tamamen bağımsız olarak değerlendirilebilir ki? Bu yoğun gündemin üstelik de İstanbul tarihinin en çekişmeli yarışlarından birine sahne olan bu seçimin hemen ertesinde İstanbul Film Festivali başladı. Ama insanların aklı biraz başka yerdeydi sanki, şimdi ne olacak diye soruyorlar, oyların yeniden sayımı ne zaman bitecek, mazbatayı ne zaman verecekler, ellerinden telefon düşmüyor, haliyle festivali takip eden hemen herkes muhalefet bloku. Zaten birkaç saat içinde biten oy sayımı yeniden başladığında nasıl günlerce bitemiyor, tüm matematiksel hesaplamalara göre sonuç belli değil mi diyorum kendi kendime ve filmden filme koşturmaya devam ediyorum.

Mike Leigh'den Peterloo Katliamı

Biz sanat siyasetten ne kadar ayrıştırılabilir ki diye sorup, bunun mümkün olmadığını anlatmaya çalışırken öyle bir film çıkageliyor ve adeta aklından geçirmen bile hata diyor. İngiliz sinemasının veteran yönetmenlerinden Mike Leigh Peterloo'da tam 200 yıl öncesine götürüyor bizleri, Peterloo Katliamı'na... Bir röportajında şöyle demiş: ''Manchester'da büyüdüm, Peterloo Katliamı'nın yaşandığı kentte, okuduğum okullarda bir öğretmen bile çıkıp bu katliamdan bahsetmedi, o kadar insanın öldüğü o meydana bizi götürmedi, öyle ki film ekibinde bu olayı bilen hiç kimse yoktu.''İşçi ve işsizlerden oluşan yaklaşık 60 bin kişi 16 Ağustos 1819 tarihinde 'bir insan bir oy' sloganıyla Manchester'ın St. Peter meydanında toplanır. İstedikleri, sadece mülk sahiplerine tanınan, bugünse çok basit bir hak olarak gördüğümüz seçimlerde herkesin oy kullanmasıdır. Ama ne kadar manidar ki, insanlar gizli oy diye haykırırken, kraliyet onları bölücülük yapmakla suçlar. Kraliyetin kendi iktidarının getirdiği ayrıcalıkları böylesine saçma bir istekle kaybetmeye hiç niyeti yoktur ve emrindeki güvenlik güçlerini barışçıl taleplerini dile getiren halkın üzerine salar, 18 kişi ölür 650 kişi yaralanır, birçok kişi de tutuklanır. Mike Leigh bir anlamda egemen tarih anlayışına da savaş açtığı bu filmde, en basit demokratik hakların bile arkasında ne kadar büyük mücadeleler olduğunu, demokrasinin gökten gelmediği arkasında kan ve gözyaşını beraberinde getirdiğini klasik bir roman tadında ama ustalıklı bir mizansenle perdeye taşıyor. Evet film bittiğinde bir oy bir oydur diyoruz, o hakkı insanlığa canlarıyla armağan edenleri, büyük insanlığı yâd ederek...

Isabel Coixet'den Bir Netflix Başyapıtı

Başka bir politik sinema örneği de dünya sinemasının saygın kadın yönetmenlerinden, Isabel Coixet'den geldi. Devletin ve onun koyduğu kuralları insan için iyi olup olmadığına bakmaksızın holiganca savunan bir halkın tüm kısıtlamalarına karşın özgürlüklerinin, aşklarının peşinden giden iki güzel kadının öyküsü bu.... Koca festivalde sadece iki seans ayrılan Elisa ve Marcela, aslında bir Netflix orijinal yapımı ama ne güzel ki onu sinemada izleyebildik. Diyebilirsiniz, ille de sinemada izlenmesi gereken bir film mi diye? Belki değildir ama ben yine de her tür filmi sinemada izlemeyi tercih ediyorum, ne yapalım ki böylesi daha çok haz veriyor bana. Ve inanır mısınız Elisa ve Marcela'nın belki de bugüne kadar yapılmış en iyi Netflix yapımı film olduğuna. Nereden bu yargıya vardım derseniz, neredeyse herkesin başyapıt olduğuna hemfikir olduğu Alfonso Cuaron'un Roma'sından net olarak daha iyi olduğunu düşünüyorum da ondan. Evet Roma gibi ölçülmüş biçilmiş kadrajları ve ışık kullanımı olmayabilir, sesin çok etkili kullanıldığı bir dalgalı deniz sahnesine de sahip değil. Bunlara karşın klasik ama çok akıllıca tasarlanmış bir senaryosu var, kendi meselesinin dışına çıkmayan, dolayısıyla dokunduğu hiçbir noktanın altını boş bırakmayan, çok tutkulu, gerçekten yaşanmış farklı bir aşk var ve son kertede aşkın farklı bir tezahürü olan annelik içgüdüsünün yüceliği de var. Daha ne olsun... Birbirine aşık iki kadın, Elisa ve Marcela 19.yüzyılın sonu ve 20.yüzyılın başlarında aşklarını yaşayabilmek için büyük mücadeleler veriyorlar ama ne mümkün, toplum böyle bir ilişkiyi kabullenemiyor. Onlar da bir plan yapıyorlar, Elisa bir süre ortalıktan kayboluyor ve erkek kılığına girip Elisa'nın kuzeni olarak köye geri dönüyor ve bu sayede Marcela ile evleniyor. O sırada yine planın parçası olarak Marcela da bir süredir ona ilgi gösteren bir köylüyle beraber olup hamile kalıyor. Ancak planları fazla işlemiyor ve Elisa'nın kadın olduğu anlaşılıyor, ardından İspanya'dan Portekiz'e sürgün orada da hapse atılma derken Marcela çocuğunu doğuruyor. Bir yetimhanede büyümüş olan Marcela, aşkı uğruna kızının da kendisini gibi gerçek annesinden yoksun büyümesini isteyip istemeyeceği sorusuyla karşı karşıya kalıyor? Coixet burada anlatmaya çalıştıklarımın bir kısmını perdede doğrudan göstermiyor bile, bir takım başka sahneler aracılığıyla izleyicinin benim gibi bir yargıda bulunmasını sağlayacak işaretler veriyor, izleyiciye karşı asla ukalalık yapmadan, onu fazla zorlamadan. Tam bir olgun sinemacı tavrı değilse nedir bu? Sonuçta aslolan aşktır. Aynı cinsten insanlar da tarih boyu birbirini sevmişler, sevecekler üstelik ne de büyük zorluklara katlanmışlar. Bu mücadeleler İspanya'da eşcinsel evliliklerini ancak 100 yıl kadar sonra, 2005 yılında yasalaştırmış. Henüz bu evlilikler sadece 25 ülkede yasal, 14 tane ülke ise bırakın yasalaştırmayı hala eşcinsel birliktelikleri idamla cezalandırıyor... Evet 'Queer Sinema'nın bugüne kadar yapıla gelmiş en iyi örneklerinden biri olarak gördüğüm Elisa ve Marcela'yı sinemada izlediğim için çok mutluyum. Keşke vizyona da girebilse...

Mendoza'nın Politik Filmi

Brillante Mendoza kuşkusuz çağımızın önemli yönetmenleri arasında,
Filipinler'deki suç dünyasını eşelediği filmlerine bir yenisini daha ekliyor. Alpha: The Right to Kill (Alfa)'de hareketli omuz kamerasının yanı sıra bir miktar da olsa gerilim unsurunu hikayeye yediren yönetmen yine akıcı bir anlatım yakalamış. Alfa 10 yıl önceki filmi Kinatay ölçüsünde bir atmosfer filmi değilse de yönetmenin daha aksiyonel sahneler sergilediği söylenebilir... Her ne kadar estetik kaygılara sahip olduğunu söylemek zor olsa da yönetmeni önemli kılan da tüm bunların ötesine giden eleştirel hatta can alıcı bir içerik oluşturabilmesi, ülkesine hatta çağına ayna tutabilmesi... Ülkedeki uyuşturucu ağına bakarken, merkezine bir polisi yerleştirebilmesi ve aslında polis teşkilatının da uyuşturucu işinin içinde olduğunu bu kadar da olmaz dedirtecek bir takım ayrıntılara da dikkat çekecek bize gösterebilmesi... Film bittiğinde her şey hayal ürünüdür, filmdeki kişilerin bazı gerçek kişilere benzemesi tamamen tesadüf eseridir diyor yönetmen ve salonda ufak bir kahkaha patlıyor. Ve bence o an film tam anlamıyla bütünleniyor. Mesaj yerine ulaşıyor. 

İki Modern Klasik: 2001: Uzay Yolu Macerası ve Rosemary'nin Bebeği

Hollywood sanat sineması mı yoksa İngiliz-Amerikan ortak yapımı mı demeli acaba? Stanley Kubrick'in 2001: Uzay Yolu Macerası'nın her ne kadar Hollywood menşeli bir yönetmenin elinden çıkmış olsa da Hollywood'un hiçbir kolaycılığına prim vermeyen bir 'arı sinema' örneği olduğunu kabul etmeliyiz ve hala ötesine geçilememiş bir bilimkurgu zirvesi olduğunun da. Kuşkusuz bu film üzerine çok daha uzun yazılar yazılabilir, yazılmıştır da. İstanbul Film Festivali'nin yıllar sonra sinema perdesinde izleyiciyle buluşturduğu bu yapıtı yıllardır sinema salonunda izlemek için sabırsızlanan ben, film hakkında hiçbir bilgiye sahip olmasaydım ve film bana 2019 yapımı olarak gösterilseydi de bunun bir zirve olduğunu söylerdim, oysaki Kubrick'in filmi 1968 yapımı. Şaşmamak elde değil. İnsanevladının uzaydaki biz neredeyiz biz kimiz gibi sorularına kendi penceresinden flu yanıtlar vermeye çalışan film kimi açılardan birbirinden epey farklılaşan bazı epizotlardan oluşuyor. İnsanın en ilkel atalarından başlayıp 2001 yılına ve elbette çok sonrasına uzanacak bir yolculuğun farklı kademelerine geçiş yapan film, insanın yarattığı teknolojinin esiri olması ama onu aşacak gücü de kendinde bulabildiği oranda ilerleyeceği üzerinden bir denklem kuruyor. Neredeyse her yıl gerçekleştirilen aksiyona boğulmuş Hollywood bilimkurgularından her anlamda farklı; mizanseni, sesi, zamanı, diyaloğu ve rengi kullanışı bakımından son derece özgün, incelikli ve bazı sekanslarda tempoyu oldukça düşüren bir anlatıya sahip. İçeriğiyle de bence önemli bir spekülasyonda bulunuyor. Biz, bizim dünyamız, bizden daha önce gelişmiş bir uygarlığın tohum ektikleri tarlalar, onların deney sahası olabilir mi? Zaten filmin Arthur Clarke'ın Deney ve Gözcü isimli öyküleriyle paralelliği de bu spekülasyonu güçlendiriyor kanımca. Kuşkusuz filmde bu aşamaya ulaşmanın ışık hızına ulaşmakla ilişkili olduğuna dair upuzun, hipnotik bir sahne var, Jüpiter'e gerçek zamanlı bir yolculuk yaptığımız, aynı zamanda Einstein'ın ışık hızına ulaştığımızda zamanda yolculuğa başlamış olacağız görüşünü de içeren. Yine Ay'a henüz ayak basmadan, Voyager 1-2'nin henüz yıldızlararasına da uzanacak yolculuğuna başlamadan filmde resmedilen Ay ve sonra Jüpiter'in farklı açılardan görüntülerine hayran olmamak elde değil. Ayrıca bugünün çift yönlü tele-vizüel iletişim gibi nimetlerini ta o zamandan kusursuz bir öngörüyle tahmin etmiş Kubrick. Yine şapka ! 2001: Uzay Yolu Macerası özellikle astronomiye biraz olsun ilgi duyan hemen herkesin soluksuz izleyeceği bir başyapıt. Elbette Hollywood'a endeksli yerleşik sinema algımızı biraz olsun kenara bırakmak şartıyla.

Ben korku türünü pek beğenmem, nedeni şu: Gerçek hayatla ilişkisi oldukça zayıftır ayağı yere basmaz ama gerilim öyle mi? Dario Argento'nun Suspiria (1977)'sından çıktıktan sonra ağzımda buruk bir tat kalmasının nedenlerinden biri herhalde oydu, vasat bir film olması değil, korku filmi olması. İşte kimilerince Suspiria ile karşılaştırılan Rosemary'nin Bebeği eğer gerilim diye bir üst türün varlığı kabul ediliyorsa o türün sinema tarihindeki en iyi birkaç örneğinden biri. Ruhunu şeytana satmanın alegorisi olarak da okunabilecek filmde yönetmen Roman Polanski, Barok tarzı bir eve taşınan evli bir çiftin yaşamı ve tanıştıkları yaşlı komşularıyla ilişkileri olağan seyrinde gidiyor gözükse de aslında hiçbir şeyin öyle olmadığını ilmek ilmek işler, film çok çaktırmadan hikayenin içinde atladığı kademelerle de şaşırtıcı bir noktaya doğru evrilir. Beylik Hollywood gerilimlerinden daha farklı, vakur bir anlatıma sahiptir. Hikayesiyle eşine çok az rastlanacak bir gerilim yaratma şeklinin yanı sıra görsel dünyasıyla da oldukça iyi tasarlanmıştır. Bir rüya sahnesi var örneğin, bir an acaba rüya değil de gerçek mi diye şüphelendiğimiz... Başka sahneler de var. Rosemary rolündeki Mia Forrow'u ve Krzyzstof Komeda'nın müziklerini özellikle 'la-la-la-la-la...' şeklinde ilerleyen Lullaby'sinin farklı versiyonlarını da bu toplama eklediğiniz de ortaya bir 'tür başyapıtı' çıkıyor... Sinemadan çıkanlardan biri deli işi bu diye haykırıyordu, haksız da sayılmaz.... Rosemary'nin Bebeği aynı zamanda geçtiğimiz yıllarda yine İstanbul Film Festivali'nde gösterilen ve oldukça beğendiğim Saverio Costanzo'nun Aç Kalpler (2015)'inin de ilham kaynağı, izleyenler hatırlayacaktır. Film müziği için tıklayınız.

İzleyiciyi İkiye Bölen Bir Film

Peter Strickland'ın In Fabric (Lanetli Kumaş) isimli filmi kimilerince festivalin en iyileri arasında gösterildi. Bir kırmızı bluzun lanetini anlatan film bu bluzu giyen farklı insanları (hepi topu 4 kişi) uzun iki blok halinde takip ediyor, gerilimi ve mizahı iç içe geçiren, ustalıklı, kişisel anlatımının yanı sıra her ne kadar yer yer ivme kaybetse de güçlü senaryosuyla dikkat çekiyor. Kapitalizme karşı eleştirel bir alt metni de barındıran film, hem indirim adı altında elden çıkardıkları ürünleri satmaya çalışan mağazalara hem de o tüketim kültürünün parçası olan insanlara oku yöneltiyor. Evet kapitalistlerin ekonomi tanımı budur: Kaynaklar kısıtlı, oysa ki insanların ihtiyaçları sınırsız (yani insan doğası gereği açgözlü). Peki ya, kaynaklar çoğalırsa ne olur? Yani talep arzın altında kalırsa, insanların ihtiyaçları o kadar da sınırsız bir görüntü vermediğinde o zaman tam da filmdeki gibi mallar ucuza elden çıkarılmaya çalışılır, o da yapılamazsa imha yoluna kadar gidilir, böylece kapitalizm işlerliğini sürdürür.

Gaston Duprat ve Hong Sang-soo'nun Filmleri

Gaston Duprat'ı, Mariano Cohn ile birlikte çektikleri bir önceki filmi Saygın Vatandaş ile tanımıştım, Nobel ödüllü bir yazarın uzun yıllar sonra çocukluğunun taşrasına dönüşünü dört başı mamur bir öykülemeyle aktarmıştı. Son derece ustalıklı diyalog yazımının da desteklediği akıcı bir üslubun ardında, sanatçı-toplum ilişkisi üzerine birçoğumuzun kendi hayatından az ya da çok izler bulabileceği bu pek hoş filmden sonra Duprat bu kez yönetmen koltuğunda tek başına. Duprat için acaba nasıl bir ifade kullanmalı? Mesela bir hiciv virtüözü diyebilir miyiz? Aynı zamanda kesinkes bir senaryo ustası? Ya da televizyon filmi estetiğini rafine kılan sinemacı... Yeni filmi Mi Obra Maestra (Başyapıtım)'da bu kez bir sanat simsarının ağzından başlatarak anlattığı öykünün ilk yarısı Saygın Vatandaş ile kıyaslandığında biraz yerinde sayan bol diyaloglarıyla hedefi tutturamayacak gibi bir görüntü çiziyordu ama film ikinci yarıda aldığı manevrayla bambaşka bir hüviyete bürünüyor ve haliyle şaşırtıyor. Evet bu bir tüketim toplumu hicvi, son derece nüanslı bir eleştiri getiriyor üstelik, sanatı özünden koparan onu bir 'gösteriş değer'ine indirgeyen toplumdan son derece yaratıcı bir intikam alma öyküsü bu. Hani kör ölür badem gözlü olur düsturu vardır ya, hele ki ölen bir sanatçıysa yere göğe konulamaz, yönetmen karakterlerine oradan hareketle çok yaratıcı bir sahtekarlık yaptırmayı düşünmüş işte ve komik olduğu kadar düşündürücü bir filme imza atmış. Mariano Cohn'nun yanı sıra Gaston Duprat da bundan sonraki filmlerini merakla bekleyeceğimiz önemli bir
anlatıcı... Diğer yandan Hong-Sang-soo da her filmini merakla beklediğimiz diğer bir isim. Sanat filmlerinin eski zamanlara göre gösterim imkanlarının arttığı günümüzde yönetmenin filmleri vizyona girmemeyi sürdürüyor. Bir süredir yılda en az bir filmini festival(ler) sayesinde izleyebildiğimiz usta bu kez siyah-beyaz, karlar altında bir filmle karşımıza gelmiş, Gangbyeon Hotel (Nehir Kıyısındaki Otel) ölmek üzere olduğunu hisseden bir yazarın oğullarıyla son gününü konu ediniyor, öyküye aşk acısı sonucu otele uğramış bir kadın ve yine onun kadın arkadaşı da katılıyor. Tesadüf bu ya, üstelik o kadın arkadaş o oğulların kullandığı arabayla ölümden dönen biri ve belli ki o kazadan sonra arabayı elden çıkarmış... Yönetmenin önceki filmlerine kıyasla biraz daha sarih bir anlatımı yeğlediği filmi, yaşamlarımızın birbirine görünmez iplerle bağlı olduğuna ve elbet yaşam sevincine, yine karşılıksız sevgiye, aşka ve de bir erkeğin gözünden kadınların hayata kattığı güzelliğe dair yönetmenin en zarif en şiirsel dokunuşlarından biri. 

Ve Bir Avuç Film Daha...

Benjamin Naishtat'ın Rojo (Kırmızı)'su da yine kimilerince festivalin en iyi filmleri arasında gösterildi. 1975 Arjantin'inde, darbenin hemen öncesinde bir avukatın çevresinde dönen hikaye, adeta çok uzak bir coğrafyada bir ikizim var benim diyor, siz anladınız! Yönetmen ülkedeki hukukun eksikliği, bölgenin kayyımla yönetilmesi gibi makro meselelere bireysel ilişkiler üzerinden değinip ülkenin ruh haline şöyle bir dokunmak istemiş. Biri başroldeki avukat olmak üzere iki adamın restauranttaki atışmasıyla son derece etkileyici bir giriş sekansına sahip filmin, bence zaman zaman mesafeli diyaloglarıyla etki gücünü bir miktar yitirse de başlarda yakaladığı gerilimi bütüne yaymaya çalıştığını söyleyebilirim. Nadav Lapid'in Synonyms (Eş Anlamlılar)'i kafaları biraz karıştırdı sanki. En azından benim için öyle oldu. Film, İsrail'den nefret edip Fransa'ya giden birinin ülkeye entegrasyon sürecini kentin farklı noktalarına uğrayarak, aslında ilk yarıda hikayeyi biraz dağıtarak anlatıyor. Ama ikinci yarıda ritim, duygu ve odaklandığı konu

bakımından oldukça etkileyici bir bütünlüğe kavuşuyor. Yalan yok. Üstelik bütünden bağımsız olarak filmin farklı noktalarında, başlangıcı da dahil ilginç anların yakalandığı çeşitli sahneler de mevcut. Kültürlerarası çatışma üzerinden uygarlık tarihinin öncü ülkelerinden Fransa'ya üst perdeden bir eleştiri getirmeye çalışan yapmacık üslubu yine de bana biraz zorlama geldi, dahası The Square ve Entre Les Murs gibi ödüllü filmlerden alınmış gibi duran bazı sahneler de cabası. Bilmem yanılıyor olabilir miyim?
Claudio Giovannesi'nin La Paranza Dei Bambini (Piranhalar) ise Gomorra'nın küçük kardeşi olarak anılabilecek filmlerden çünkü o da Roberto Saviano romanı uyarlaması. Yeni ergen gençlerin Napoli mahallerindeki bitmek bilmez iktidar mücadelesinin köklerini irdelemese de ölümün kıyısındaki bu yaşamları oldukça akıcı bir senaryo eşliğinde ele alıyor, aksiyonun ve müziğin de kararında ve etkili kullanıldığı bu mafyacılık filminin seyir zevki gayet yüksek ama hepsi bu. François Ozon, Grace a Dieu (Yüzleşme) ile Spotlight'ın ABD'de ya da El Club'ın Şili ortaya dökmeye çalıştığı trajedinin Fransa ayağına imza atmış. Kilisenin pedofili rahibinin çok sayıda çocuğu taciz etmesi buna devlet ve kilisenin hiçbir şey yapmamasını kurbanların gözünden irdeleyen film, yönetmenin diyaloğa yaslanan akıcı anlatımının izlerini sürüyor ama yine de Ozon'un sinema duygusu biraz zayıf kalan filmlerinden biri olarak kayda geçiyor. Açıkça kurum olarak dinin zehrini masaya yatırmasıyla değerli ve üstelik filmde yaşananlar güncel bir dava sürecini konu alıyor... Sanatçıların yeri geldiğinde toplumsal duyarlılık ve kamuoyu oluşturmak için angaje bir sinemaya yönelebileceğini gösteriyor ve haliyle düşündürücü oluyor, farklı kıtalardan bu kadar ülkenin kiliseden gelen aynı kötülükle boğuşmasını nasıl değerlendirmek gerek diye? Marie Kreutzer'in The Ground Beneath My Feet (Kaygan Zemin) adlı filmi, Avrupa'nın kanıksadığımız yalnızlık ve iş yaşamının ağırlığı gibi temaları bir kadının yetimliği ile birleştirip merak unsurunu sonuna kadar koruyan bir psikolojik gerilim olsa yine de içeriğiyle pek bir şey vaat etmeyen bir yapım olduğunu sanıyorum ki söylemek gerek. The Mountain (Dağ) Rick Alverson'un yönetmenliğini gerçekleştirdiği bir Amerikan filmi, inanması gerçekten zor ama öyle. Bir gencin akıl hastanesindeki günlerini sanki gerçekle hayalin içi içe geçtiği bir üslupla ele alan yönetmen o kadar kapalı bir anlatım tutturmuş ki hayret etmemek mümkün değil ve sonra özellikle sanat filmlerinde sıkça gördüğümüz 'Freudyen' emareler, genç bir erkeğin annesiyle görüşmesine izin vermeyen baba, hemen ardından babanın ölümü (!), gencin film boyunca tuhaf biçimde annesini arayışı, karımın çocuğuyum gibi afili cümleler, daha sonra kadın ve erkeğin tek bedende yaratılıp kopartılması ve sürekli diğer parçasını aradığı efsanesine dokunuşu gibi karakteristikleriyle oldukça sırıtan bir film. System Crasher (Oyunbozan) ise Alman usulü bir problem çocuk filmi, elbet eğlenceli olmayan, sert, aile boyu izlenemeyecek türden. Alman toplumunda ailesiyle sorun yaşayan çocukların sisteme nasıl kazandırılmaya çalışıldığı, aslında kazandırılamadığını anlatıyor, başroldeki kızın kısa aralıklarla bitmek bilmez sinir nöbetleri geçirdiği film, bence fazlasıyla yorucu ve izleyiciye belli başlı gerilimler yaşatmak haricinde eleştirel bir bakış açısı sunmaktan da uzak, yine de küçük oyuncusunun yansıttığı karaktere tam anlamıyla bürünmesi filmin güçlü yönü. Makedon yönetmen Teona Srugar Mitevska'nın Onun Adı Petrunia adlı çalışması geçtiğimiz Berlin Film Festivali'nin beğenilen filmleri arasındaydı, sosyal medyada kimilerince garip biçimde Altın Ayı avcısı olarak lanse edilen film merak uyandıracak biçimde başlıyor aslında, biraz şişmanca olduğundan ve tarih mezunlarının ülkede istihdam alanı bulamaması nedeniyle 32 yaşına kadar düzenli bir işi olmayan Petrunia'nın ataerkil düzende var olma çabasına odaklanıyor, ne oluyorsa filmin bu odağı tamamen kaybetmese bile istikametini değiştirmesinden sonra oluyor, sadece erkeklere bahşedilen denizden haç çıkarma törenine Petrunia da katılıyor ve cesurca köprüden atlayıp haçı çıkarıyor, elbet ataerkil düzenin korucuları, devlet ve kilise bunu kabul etmiyor ve artık film bu kabulsüzlüğün etrafında sadece dönüp durmakla geçiyor, öykü oracıkta tıkanıp kalıyor. 

Yıldız Tablosu

2001: Uzay Yolu Macerası  * * * * *

Rosemary'nin Bebeği  * * * *

Elisa ve Marcela  * * * *

Peterloo  * * * *

Başyapıtım  * * * *

Nehir Kıyısındaki Otel  * * * *

Lanetli Kumaş  * * *

Alfa  * * *

Kırmızı  * * *

Eş Anlamlılar  * * *

Piranhalar  * * *

Yüzleşme  * * *

Kaygan Zemin  * *

Dağ  *

Oyunbozan  *

Onun Adı Petrunia  *  

Evdeydim Ama X