25 Kasım 2018 Pazar

Rusya'dan Dokunaklı Bir Müzikal Film

Filmin adı Leto (Yaz), 1980'lerin başı, Leonid Brejnev dönemi, Rusya'nın o meşhur 'Avrupalı' kenti Leningrad'tayız. Şu Anglo kültürün içinden çıktığı söylenen rock and roll müziğin Sovyet Rusya'sındaki varlığına şahit oluyoruz. Tiyatro izler gibi müzisyenleri dinlemek zorunda olan insanlar, bir yandan yazılan şarkı sözlerinin yönetim tarafından denetlenmesi, diğer yandan da Afganistan'a gidecek askerlerin sanırım eşcinsel olmadıklarının denetlenmesi gibi döneme dair detaylar da var filmde. Ama çok büyük ölçüde dönemin baskıcı yanını değil de gençlerin özgürlük arzusunu ortaya koymuş yönetmen Kirill Serebrennikov. Dönemin ilk ünlü rock müzisyenlerinden Mayk Neumenko ve onun yanında ileriki yıllarda yıldızı parlayacak Viktor Tsoy adlı gerçek karakterlerin hayatından izleri yansıtıyor. Çoğu kare müzikle yoğrulmuş. Otobüste, yolda, plajda her fırsatta bu gençlerin müzik yapma tutkuları dışarı vuruyor. Çok fazla sayıda şarkı dinliyoruz ve elbette filmin bütünlüğünü bozmadan şarkılarla beraber zaman zaman video kliplere de evriliyor film. Çerçeve üzerinde bir takım grafik oyunbazlıklar; bazen siyah-beyazdan renkliye geçiş, kimi yerde bir karakterin duvara yansıtılan videonun içine dahil olması gibi anlar da var. Ama beni en çok etkileyen Mayk'ın karısı Natasha ve Viktor arasında alevlenen aşk oldu. Film bu noktada tam bir soylu ruhun eseri olduğunu hissettiriyor sanki ve bize empoze edilen beylik aşkları bir anda tersine çeviriyor, filmin içindeki o özgürlük tutkusu kendini gösteriyor. Natasha zaten filmin başından beri hissettiğimiz bir duyguyu açığa çıkarıyor. Eşi Mayk'a şöyle diyor: Viktor ile öpüşmek istiyorum. Ama o kadar masumane bir tavırla söylüyor ki bunu, ve bunu senden gizli yaparsan içim içimi yer diyor ve Mayk ise benden resmi bir yazı, imzalı kağıt mı istiyorsun diye soruyor, salon burada basıyor kahkahayı. Aslında duygusal yoğunluğu o kadar güçlü bir sahne ki bu. Sonra Viktorla baş başa kaldıklarında da Mayk'ın öpüşeceğimizden haberi var diyor Natasha. Viktor'un da içi rahat ediyor. Ama bu aşk bir yandan da çıkmaz sokak, Natasha'nın Mayk'la arasında görmezden gelinemeyecek bir bağ var, çiftin bir de çocukları var üstelik. Natasha Viktor'a evlenmesi için kız bile bulmaya kalkıyor. Bir yandan da bizleri düşündürüyor, bu kadar özgürlükçü bir gençlik bile önünde sonunda evlilik kurumunun duvarına çarpıyor işte. Oysa hangi aşk, devletin o kağıttan belgelerindeki ıslak imzalara sığabilir ki? Ancak yine de filmin sonuna kadar gördüğümüz bu üçlünün arasındaki sevgiden çıkarılacak o kadar çok ders var ki ve filmin sonunda bu iki rockçının çok erken yaşta hayata veda ettiğini öğrenmemiz de filmin hüznünü bir derece daha katlıyor. Yukarıda paylaştığım Natasha'nın fotoğrafı da filmin son karesi. Mayk ile birlikte rock müziğin yeni yıldızı olan Viktor'u seyretmeye gelmişler ve şarkı bittiğinde Natasha gözleri yaşlı alkışlıyor Viktor'u ve benim de ansızın gözümden bir damla yaş akıyor. Jenerik bitene kadar salondan çıkamıyorum. 

Filmdeki özgürlük tutkusu demişken yönetmen Kirill Serebrennikov bir süredir ev hapsinde, zaten filmin Cannes'daki prömiyerine de gelememişti ve bunun nedeninin de bir önceki filmiyle Vladimir Putin'i eleştirmiş olması gösteriliyor. Ne acı ! Cannes'a gelmesi için Putin'den izin istendiğindeyse, Putin'in cevabı şöyle olmuştu: Rus yargısı bağımsızdır, müdahale etmem söz konusu olamaz.

Yıldız: * * * *

12 Kasım 2018 Pazartesi

Moskova'da Dardenne Esintisi

Bilmem haberiniz var mı? İstanbul'da Suç ve Ceza Film Festivali adında bir etkinlik var ve bir süre daha devam edecek. Ancak ne yazık ki filmler boş salonlara oynuyor. Hani Filmekimi'nde bilet bulunamayan, prömiyerini Cannes'da yapan birçok film olur ya, orada da gösterilebilecek filmlerden birini, Kazakistan doğumlu yönetmen Sergey Dvortsevoy'un Ayka adlı filmini izledim. Bir pazar akşamı 21.30'da Kadıköy Sineması'nda benim dışımda 4-5 kişi ya vardı ya yoktu... Sonra düşündüm. Bu ödüllü Cannes filmi böylesi makul bir gün ve saatte Filmekimi'nde gösterilse bilet bulabilirmiydik diye. Belki bulurduk da bilet alıp gelemeyenlerin yerine bulurduk... Dvortsevoy, Kazakistan'dan Rusya'ya göçtüğünü tahmin ettiğimiz bir genç kadının birkaç günden biraz fazla denilebilecek bir yaşam kesitini perdeye getirirken pek çok unsuru da içine katıyor. Kadının istenmeyen gebelikten (bir polisin tecavüzü) meydana gelen çocuğunu hastanede bırakıp kaçtığı etkileyici bir sahneyle açılan film kadının türlü işlerde çalışıp bir türlü hayatını rayına oturtamamasını anlatıyor. Ev bile denilemeyecek bir odanın içindeki bölmenin kirasını ödeyemiyor, yeni doğum sonrası oluşan komplikasyonlar yüzünden doktora gidemiyor diğer yandan da kim olduklarını bilemediğimiz alacaklıları peşindeler... Dvortsevoy'a göre hayvanların bile temel ihtiyaçlarını karşıladığı bir coğrafyada insan bunlardan mahrum. Son noktada ise Ayka'yı analık duyguları ve kendi hayatı arasında ikilemde bırakıp filmi bitiriyor Dvortsevoy. Ayka'yı canlandıran Samal Yeslyamova'nın oldukça başarılı yorumunun ardında hareketli omuz kamerasıyla da bir an olsun ritmi düşmeyen film, Dardenneler'in Çocuk ya da Lorna'nın Sessizliği gibi filmlerini anımsatıyor. Ancak geçmişi hakkında neredeyse hiçbir bilgiye sahip olmadığımız Ayka'nın birkaç gününden ötesini anlatan-gösteren bir filmin daha kapsayıcı ve etkili olabileceğini düşünüyorum. En azından benzeri filmlere farklı bir bakış bir derinlik katabilmesinin bir yolu olabilirdi bu.

Yıldız: * 

3 Kasım 2018 Cumartesi

Climax: Amerikan Cennetine Karşı Yaşasın Fransız Cehennemi

Gaspar Noe sineması kuşku yok ki sinema koltuklarında pembe rüyalar görmek isteyenlere göre değildir. Mesela açıkça beyazcamın dokusuna daha uygun olduğu ve daha çok izleneceğini tahmin ettiği için sinemalar yerine Netflix ile anlaştım diyen Alfonso Cuaron'un Roma'sına her ne kadar gerekçelendiremeseler de övgüler düzenler için bu filmlerin bazı zorlukları olduğu muhakkak. Oradaki nabza göre şerbet hali, senaryonun derinleşemediği yerlerde en kolayı seçip ritmi melodramın tuzaklarında arttıran tavırdan elbette eser yok Noe'de. Gerçi Noe filmlerinin de ne kadar derin olduğu tartışılabilir ama ben bir miktar da olsa derinleşebildiği kanaatindeyim. Aslına bakarsanız Noe'nin her filminde benzer varoluşçu izlek tekrar ediyor. Yedi buçuk yıl önce, ilk sinema yazılarımdan birinde yine beyazperdede izlediğim Enter the Void için şu cümleyi kurmuşum: Her ne kadar yeni bir şey söylemese de felsefenin alanında dolanan bir meseleye, varoluşun anlamı üzerine gerçekleştirdiği bu olağanüstü yönetmenlik deneyine saygılarımızı sunuyoruz. Bu cümleler yönetmenin diğer filmleri için de kullanılabilir... Özetle Noe, herşeyden önce başını Hollywood'un çektiği geniş kitle sinemasının sivrilikleri törpüleyen ve böylece ortalamanın zevkini kendi çizgisine çekmeye çalışan sanatkarlığı değil de kendini ortalamanın zevkine göre tasarlayıp yüksek gişe hedefleyen bir sinemanın karşısında konumlanır. Yıllar önce Peter Wollen'ın kitabında somutlaşan Hollywood'un o temel yedi unsurundan 'İyi Hissetme' değil bilhassa 'Rahatsız Etme' hissi ön plandadır. Sadece o kadar da değil. Hollywood ahlakçılığının izin vermeyeceği ölçüde bir cinsel birleşmeyle sonuçlanan sevişme güdüsü Noe filmlerinin başat unsurudur. Varoluşu orada konumlandırır. Her yerde açıkça dile getirilmeyen o basit gerçeği yılmadan dile getirir: Bizden önceki kuşakta bu güdü olmasa biz bugün hayatta değildik.

Noe'nin son filmi Climax yine izleyicisini rahatsız etme konusunda taviz
vermediği çokça ânı barındırıyor olsa da çok hafif bir törpüden de geçmiş. Süresi onlardan biri. Enter the Void (161 dk.) ve Love'dan (135 dk.) sonra 95 dakikaya dönüyor yönetmen. Irreversible'ındaki gibi 10 dakikaya yakın kesintisiz tecavüz sahnesiyle kıyaslanabilecek bir sahne de yok burada. Yine sevişme sahneleri Love ve Enter the Void ölçüsünde uzun tutulmamış. Mesela Love için zamanında şu cümleyi kurmuşum: Erotizmin sınırlarını da aşıp perdeyi kaplayan pornografi -aslında cinselliğin en saf hali- aşkın duygular seline dönüştü. Climax için bu denli cüretkar ifadeler kurmam zor. Kaba tabirle üç epizottan oluştuğu söylenebilecek filmde ilk başta bir grup dansçının katıldıkları mülakatı izliyoruz. İkinci epizot ise uzun ve başarılı bir dans plan-sekansıyla başlıyor ve gruptakilerin bir yandan sangria adlı içkileri içerken diğer yandan birbirleriyle muhabbetlerine tanık oluyoruz. Son epizot ise LSD'nin etkisini göstermeye başladığı ve Noe sinemasının zorlayıcı pek çok unsurundan oluşuyor.

Bir grup dansçının üç günlük provaları bitmiştir ve biz son provaları ile ardından başlayan partiyi izlerken içtikleri sangria adlı içkiye biri LSD adlı uyuşturucu maddeyi katıyor ve asit olarak da anılan bu madde bir süre sonra etkisini gösteriyor, dansçılar kademe kademe LSD'nin etkisi altına giriyor. Bilinçlerini kaybetmeye başlıyorlar kimisi cinselliğe yöneliyor, kimisi şiddete, bir yandan artarak devam eden saçma sapan tavırlarla kendini gösteren bir cinnet hali hepsini sarıp sarmalıyor. Yönetmen onlarla birlikte kameranın devinimlerini de arttırıyor, kamerayı ters çevirme, izleyicinin alışılagelmiş algılarını zorlayacak şekilde döndürmek gibi üslup denemelerine girişiyor. Sanırım LSD'yi kullananların zaman içerisinde neler hissettiği, dünyayı nasıl algıladığını bizlerin de kendi gözlerimizden algılamamızı istiyor. Burası Noe'nin zorlayıcı tavrının bu filmdeki en dikkat çekici noktası, diğerleri ise o ortamda küçük bir oğlu olan annenin LSD etkisinde olanlardan zarar görmesin diye onu elektrik dairesine kilitlemesi ama kendisi de LSD'nin etkisine girdiği için anahtarı nereye koyduğunu unutması, bir türlü bulamaması ve panik olan oğlanı odadan çıkaramaması. Yine birkaç ani şiddet sahnesi bu rahatsız edici unsurlara eklenebilir. Tabii artan bağrışmalar, artan çığlıklar ve sonra annenin intihar etmesi de bu toplama eklenebilir. Filmin farklı noktalarında perdede karşımıza çıkan cümleler Noe'nin görsel dünyası yanında yazınsal olarak da bütünü tamamlıyor. Film 'Varoluşumuzun Nedeni Olan Ama Artık Aramızda Olmayanlara Adanmıştır' diyor misal. Sevişmekten çekinmeyen analarımız atalarımız yani. Sonra 'Yaşam Eşsiz Bir Fırsattır, daha sonraysa 'Ölüm Sıradışı Bir Deneyimdir' ve 'Hayat Müşterek İmkansızlıklardır.' Noe filmi nasıl bir ruh halinde gerçekleştirdiğini ise bir demecinde şöyle anlatmış: 'İnsanlar doğar, yaşar ve bir tarladaki papatya kadar iz bırakıp giderler. Neşeli ya da acılı anlarımız, başarılarımız ya da yanlışlarımız hepsi sanal bir algının ürünüdür sadece. Yaşanmışlığın bellek dışında hiçbir varlığı yoktur...'  Derin anlamlar yüklemeye çalıştığımız hayata dair bu tespite itiraz etmek mümkün mü? 

Climax'ta tüm bu anlattıklarımın dışında başka bir şeylerin olduğunu da söylemeliyim. Noe, filmin başında Amerika'ya gidip bir gösteri düzenleyecek bu dans grubunun kısa mülakatını perdeye taşıdığında gruptakilerden birinin ağzından sanatsal konularda yetersiz bir ülkeye bu konuların alametifarikası konumunda olan Fransa'nın katacağı değerden söz ettiriyor. Diğer bir dansçı ise Amerika'yı cennet olarak ifade ederken eliyle kendi bulunduğu yerin cehennem olduğunu belirtiyor. Burada dikkat edilmesi gereken şöyle de bir ayrıntı var. Dansçılardan biri, sarışın, beyaz tenli, uzun boylu adı Psyche olan kadına dikkat ettiyseniz İngilizce konuşuyor, diğer bir arkadaşı Ivana gibi. Oysa diğerleri Fransızca konuşuyor. Daha önemlisi filmin başındaki mülakatta Psyche, gruba diğer pek çoğu gibi Fransa'dan katılmadığını özellikle belirtiyor. Berlin'den geliyorum diyor ve ekliyor, oralarda LSD çok kullanılıyor. Aynı Psyche'i filmin son sahnesinde LSD adlı kutunun yanı başında kendini tedavi ederken görüyoruz. Film boyunca aranıp da bulunamayan, sangriaya LSD'yi katanın o olduğu kanaatindeyim. Burada durmak düşünmek lazım, sanatlarını Amerika'yla tanıştıracak Fransız gençliğini Fransa bayrağı altında acınacak hallere sokan da bir Fransız değil, Fransızca bilmeyen bir Berlinli. Normalde başta olacak jenerik filmin ortasında LSD'nin etkisini göstermeye başladığı epizotta karşımıza çıkıyor. Yönetmenin Gaspar Noe olduğunu orada öğreniyoruz ve dansçılardan biri bağırıyor. 'Herşey Fransa için, Amerikalıları katledelim. Bu bir savaştır.' Yine geri gidip mülakattan sonraki epizotun başında 'Bu Fransız Filmini İftiharla Sunarız' şeklinde bir yazı belirdiğini unutmayalım. Şimdi bu bilgilerden nasıl bir sonuç çıkarmalı? Amerika'nın film endüstrisindeki hegemonyasına karşı Fransızların cevabı olarak görebilir miyiz? Kuşkusuz o mülakatları yapan da bir anlamda sahiden de Noe değil mi, bu film bir biçimde Amerika'daki izleyiciyle de buluşmayacak mı? Yazının başında da dile getirdiğim gibi, evet orası cennetse burası cehennem. Bir Fransız filminde ortalama zevklerinizi bir kenara bırakın ve sinemanın bir sanat olduğunu ve bunun bazen cehenneme inmek gibi hisler barındırabileceğini de unutmayın. Uyanın, dünya güllük gülistanlık bir yer değildir. Bir de Fransız olmayan birileri çıkıp siz ilgilenmeseniz de sizin zevklerinize başka bir şeyler katıp beyninizi uyuşturabilir. Her ne kadar bu olay 1996 kışında gerçekleşse de Fransız gençliğinin yaşadığı böylesi bir akıl tutulmasıdır işte. Bu durumu da Gaspar Noe gibi bir yönetmen çıkıp Anti-Amerikan bir anlatım yöntemiyle perdeye getirir.

Yıldız: * * * *

Bir Not 

Filmin çeşitli noktalarında karşımıza çıkan soundtrackler içerisinde, uzun dans sekansında Cerrone'nin Supernature (1977) adlı parçasının bir bölümü kullanılıyor, oldukça beğendim.

Bir Not Daha

Climax, Gaspar Noe'nin sanırım Türkiye'de en geniş dağıtıma ulaşan filmi oldu. Gösterimde olduğu iller: İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa, Antalya, Diyarbakır, Eskişehir. 21 Kasım'da da, Adana, Antakya, Bodrum ve Edirne'de gösterimleri olacak.