25 Temmuz 2018 Çarşamba

İçinde Başyapıt Esintileri Taşıyan Film

Ermeni asıllı Fransız yönetmen olarak bilinen Robert Guediguain'ın vizyondaki 2.haftasını doldurmak üzere olan son filmi La Villa (Deniz Kıyısındaki Ev) pek çok açıdan oldukça etkileyici olmakla birlikte, çok fazla parçayı tek potada eritme yaklaşımıyla belli bir ivme de kaybediyor hiç şüphesiz. Babalarının felç geçirmesiyle Marsilya'da denizin kenarındaki bir villada toplanan yaşını almış 3 kardeşin yaşadıkları olarak özetleyebileceğimiz film. Bize en az tanıttığı yaşlıca olanın dışında (1952 doğumlu Gerard Meylan- filmde Armand) harikulade bir hatip olarak tanıtılanın (Jean-Pierre Darroussin-filmde Joseph) genç sevgilisiyle (benim François Ozon'un Yeni Kız Arkadaşım filminden hatırladığım büyülü güzel Anais Demoustier- filmde Berangere), eski bir tiyatrocu olanı (Ariana Ascaride-Angele) da hayranı bir balıkçıyla gönül işleri cenderesine alıyor. Önce yapılaşmayla bozulan cennet doğaya ilişkin bir film görünümündeyken, Arap mültecilerin dramı ve onlara kucak açan sol-kanat aydınları anlatan bir filme evriliyor. Özellikle mültecileri anlatmaya başladığı neredeyse filmin son 1/3'lük bölümü yönetmenin izleyiciye hem önemli sözler sarf ettiği hem de bunları görselleştirdiği anlarla dolu. Siyahi bir ordu mensubuyla Joseph'in tartışmaları oldukça ilginç mesela. Joseph'in önce ordu tarafından konforu sağlanan bir burjuva sınıf mensubu sonraysa ırkçı biri olarak görülmesi ve tepkisi. Siyahi olanın devletin ''baskı aygıtı'' görevindeyken beyazın ona muhalif bir noktadan bakması ama baskı aygıtının bunun pek de farkında olmaması, ve tabii ki 3 kardeşin kendi isimlerini yankıladıkları, göçmenlerinse ölen kardeşlerinin ismini yankıladığı final bölümü bence önemli şeyler anlatıyor. Kayıpları olanlar ve olmayanların farkı olarak mı yorumlamalı bu sahneyi? Mülteci çocuklarının birbirinin ellerini bırakmadığı ve onların ellerini bırakması için Joseph'in bulduğu yöntem de ilgi çekici. Ayrıca Angele'in bir takım talihsizlikler sonucu ölen kızı da yine filmin içinde kendine yer buluyor. Felçli babayla da önemli bir bağlantı noktası var onun, bir de komşuları var sanıyorum ki ve oğlu var yine bu toplama katılan. Üstelik filmdeki oyuncuların yıllar önce yine benzer bir deniz kenarında çekilmiş filminden alınan gerçek bir flashback var. Yine de keşke fazla dağılmadan derdini anlatmış olsaydı Guediguain demeden edemiyorum.

Yıldız: * * *

Bir Uzun Not 

Bir takım gazetelerde ya da ona eşdeğer sayılabilecek online mecralarda yazan eleştirmenlerin hiçbiri bu filme dair yazı yazmadı. Anladığım kadarıyla nedeni şu: Cinemaximum'un Arthouse salonlarında gösterilen birçok filme basın gösterimi yapılmıyor. Sektörün ayıbı kuşkusuz. Bana kalırsa sinema üzerine yazmayı sadece basın gösterimi yapılan filmlerden ibaret görerek de eleştirmen olunmuyor. Onun adı olsa olsa memurluktur. Eleştirmen entelektüel gelişmeyi amaçlamalı, hele ki kendi eleştirdiği alanda... Festivallerde gösterilmiş, kayda değer filmleri (her ticari filmi demiyorum bakın dikkatinizi çekerim) bırakın izlememiş olmasını yazmamış olması dahi ayıp. Peki o zaman basın gösterimi yapılsın izleyeyim yazayım, geri kalanlardan bana ne diyebilir mi bir eleştirmen? Belki şöyle diyebilir: Aldığım maaşla yiyecek ekmeği zor buluyorum. Zaman zaman basın gösterimi yapılmayan bazı arthouse filmlere 12 lira, evet sadece 12 lirayı nasıl cebimden verebilirim. O para, akşam yiyeceğim ekmek arası domates-peynir param benim... Bizim eleştirmenlerin çoğunluğu aynı biçimde yerli ya da yabancı festivallerde izledikleri filmler üzerine de yazmaz. Memlekete İstanbul Film Festivali gelir, bizim eleştirmen memurluğa devam eder ve sadece vizyondaki basın gösterimi yapılan filmleri yazmakla meşguldür...Gerçi Cannes'a yazmak için gidenleri de gördük. Biri Ceylan'ın son filmini beğenmedim diyor, nedeni de bugüne kadar teknik olarak mükemmele yakın filmler yapan yönetmenimizin teknik hatalar yapması ama neden böyle yapmış olabileceğine dair fikri yok, teknik hata yapmış, doğal olarak kötü işte, o kadar. Diğeri yardımına yetişiyor. Red kameraya geçtiği için kamerayı kullanmayı bilmiyor, o yüzden hatalar yapmış diyerek sözde eleştiri yazısı yazıyor. Yetmiyor, sürekli filmi kalın bir romanla eşdeğer tutuyor. Dikkat edin bir romanla değil, kalın bir romanla eşdeğer tutuyor. E bre cahil eşdeğer olsa o filmin en az 25-30 saat sürmesi gerekir, hayatında hiç mi kalın roman okumadın? Ve gelelim bana, niye sürekli bu konulara değindiğim soruluyor, hatta eleştirmenlerin yakınındaki kişiler şikayette bulunuyor benden. Neden bu kadar uğraşıyormuşum, eleştirmenim diyen herkes eleştirmenmiş zaten de falan, kafaya takmaya gerek yokmuş. O zaman şöyle diyeyim; ben bu blogta 8 yıldır kendi çapımda eleştiri yazıları yazıyorum. Neden peki? Çünkü kaliteli eleştirileri okumaktan büyük haz duyuyorum ve bu bende yazma isteğini kamçıladı, yıllar önce. Rekin Teksoy, Nijat Özön hatta Memet Baydur gibi isimler artık aramızda yok. Burçak Evren ne güzel ki yazıyor ama çokça doğrudan sinema filmleri değil de sinemaya dokunan konular hakkında yazıyor, ki elbet değerli, Zahit Atam da biraz öyle, araştırmacı derinliğine saygı duymamla birlikte nadiren doğrudan sinema yazsa dahi orada bile sinemanın çok dışına çıktığı kanaatindeyim. Mehmet Basutçu, Atilla Dorsay, Vecdi Sayar, bir oranda da Sungu Çapan gibi ustalar aradığım lezzette yazmayı sürdürüyor ama artık onlar da yaşlandılar, bu diyardan gittiklerinde onların yerini doldurabilecek kim var? Sorulması gereken bu. Nasıl ki film yönetmeni kaliteli filmler izleye izleye film çekmek isteğine sahip oluyor ya da romancı iyi romanlar okuya okuya bu isteğe sahip oluyor, öyle bir şey. Belki daha önce de söylemişimdir, benim için kaliteli bir film izlemek kadar büyük bu haz. Benden sonraki kuşağı da geliştirecek bir şey olacak: Kaliteli eleştirileri okumak. 

20 Temmuz 2018 Cuma

Beyoğlu-Kadıköy: Artık Bambaşka İki Türkiye, O Halde Kültür-Sanatın Son Kalesi Neresi Olacak?

Başlık sizi yanıltmasın. Bu adam sinema dışında bir yazı mı yazdı şimdi demeyin. Bu blog sinema blogu. Sinemaya dokunmayan, bir biçimde sinemayla ilişkilenmeyen hiçbir yazı olmaz burada. Ancak sinema da sadece sinema değildir. Ben hep bunu savunurum. Sadece bir filmin artıları eksilerinden ibaret yazan, onun dışında tek cümle edemeyecek olan insandan da eleştirmen meleştirmen olmaz... 

Bu yazıya gelince yine sinema filmi izlemek için sokaklara düştüğümde gördüklerimin beni şaşkına çevirmesi üzerine çıktığını söyleyebilirim. Yazının sonunda izlediğim filme dair görüşlerim de olacak. Şimdi gelelim başlıktaki soruya, bu soruyu sorarken aslında cevabını da vermiyor muyum sizce ya da İstanbul'u biraz bilenler cevabı zaten kendileri veriyor. Bu yazıyı yazarken bir İstanbullu ya da İstanbul tarihçisi olarak değil daha önce sadece birkaç kez İstanbul'a gelen, kısa bir süredir de İstanbul'da yaşayan birinin gözlemi olarak yazıyorum. Yoksa ben şehrin tarihine dair büyük laflar edebilecek biri değilim. Haşa ! 

Beyoğlu ve Kadıköy, İstanbul'un Avrupa ve Asya yakalarının merkezi konumdaki iki ilçesi. Öyle ki bir yerde Galatasaray-Fenerbahçe rekabetinin bile çıkış noktası... Her ne kadar Kadıköy'de yaşayan kitle Avrupai olagelmişse de Avrupailik söz konusu olduğunda sanki daha önce akla gelen bir yer vardı. Beyoğlu'nun en işlek noktası dünyaca ünlü Taksim Meydanı'na çıkan İstiklal caddesi yıllarca Türkiye'nin Avrupa'ya açılan yüzünün bir simgesi olarak görülmüş, belki Kadıköy'e pek uğramayan Türkiye'nin çok farklı renklerinin (o kadar da Avrupai olmayan) de yolu Taksim'den geçmiş ama eğlence yaşamıyla, kültür-sanat faaliyetleriyle, Batılı turistlerin önceliği oluşuyla bir simge olarak görülmüş Taksim-İstiklal. AKM de, Cumhuriyet Anıtı ve Gezi Parkı da o simgeselliğin somutlaştığı bir üçgen oluşturmuş. Cumhuriyet Anıtı için Beyazıt Meydanı düşünülürken, bölgenin dini-mistik atmosferinin anıtı gölgeleyebileceği ve bu durumun yeni rejimin ruhuna uygun olmadığı için Taksim'in seçildiği de biliniyor. Bu noktada Cumhuriyet Anıtı'ndaki sivil kıyafetler içindeki Atatürk'ün, arkasındaki iki Sovyet generaliyle beraber Batı'ya baktığı ve bunun ne anlamlar ifade edebileceği de apayrı yazıların konusu herhalde.

Yine kendini dinin gereklerini yerine getiren bir müslüman olarak gören (%73, Konda'nın 2017 araştırmasıdır) ya da dinin tüm gereklerini yerine getirmese dahi kendini dinsiz olarak görmeyen yani kendini müslüman olarak gördüğünü açıkça söyleyen (%84, yine Konda'nın aynı araştırmasıdır) bir Türkiye toplumunun içinden çıkan, o meşhur Gezi Parkı eylemlerindeki dokunun, Arap Baharı'ndan ziyade Avrupa'daki eylemlere benzemesi de Taksim'in o Avrupai yüzüyle de ilişkiliydi. Muhtemelen o yüzün son göründüğü yer Gezi Parkı eylemleri oldu zaten. 

Gelin görün ki Taksim'de Avrupai olarak adlandırdığımız o seküler kitleden eser
kalmamış, 2010'larda değiştirilmeye başlanan çehresi; içkili mekanlara getirilen bazı kısıtlar ve Galataport ihalesinin konut fiyatlarını arttırması gibi hem siyasi hem ekonomik nedenlerle seküler kesimin Beşiktaş ve Kadıköy'e başlayan göçü, onlardan boşalan evlere çokça Suriyeli ile birlikte pek çok Arap ülkesinden Türkiye'de yaşamak için gelenlerin yerleşmesi, buna eklemlenen o seküler yüzün simgelerinden AKM'nin yıkımıyla birlikte tam karşısına inşa edilen bir camii ve giderek kendini Taksim'de azınlıkta hissetmeye başlayan diğer sekülerlerin de bölgeyi terki...Buna bir süre öncesine kadar süren ve Batılı turistleri de hedef alan terör eylemlerinin bu turistleri korkutması oysaki Arapların turistik ilgisinin azalmak şöyle dursun daha da artmasını da eklediğimizde sonuç birkaç yıldır Taksim'e ayak basmamışların bugün şaşkına döneceği bir vaziyette. Artık Türkiyeli seküler-dindar mevzunu da aşan bir başka gerçek bu. Evet hangi saatte giderseniz gidin artık Taksim-İstiklal'in %80-%90'ı Arap. Birine bir şey sormak istediğimde en az 4-5 kişiden cevap alamadıktan sonra, yaşadığım ohhh! en sonunda Türkçe bilen birini buldum duygusunu nasıl anlatayım size.

Kadıköy ve ulaşım açısından muhteşem bir kavşakta yer alan Zorlu Center, kültür-sanat açısından doyurucu olduğundan İstiklal'e gelmeyeli uzun zaman olmuştu ve kendi ülkemde ilk kez bu denli yabancı hissettim. İşte eğlence yaşamının yanı sıra, yıllarca kültür-sanat etkinliklerinin merkezi olan, İstanbul Film Festivali başta olmak üzere, diğer film şenliklerinin de merkezi olmuş bu diyarda birkaç yıldır yapılamayan Beyoğlu Sineması'nın Yaz Şenliği gerçekleşti. Arap kantonuna dönüşen Taksim-İstiklal'de inatla eski bir kültürün yaşaması için çabalamak da az şey değil. Kabul edelim seküler kültürün alanı burası, yani genel anlamıyla film şenliklerini takip etmeyi de içinde barındırarak zuhur eden son günlerin meşhur deyişiyle o kültürel hegemonya küçük bir kesime ait ve ne yapalım ki o kesim seküler... 

Neredeyse hiç Türk görmeden ve oldukça az başı açık kadın görüp İstiklal'deki yürüyüşünüzü tamamlıyor ve sinemaya varıyorsunuz. Buradaki doku dışarıdan tamamen farklı, adeta böyle bir yolculuktan sonra böyle bir yere nasıl vardım hissi ya da böyle bir mekanın burada ne işi var hissi diyelim biz ona. Filmler hala sadece Türkçe altyazıyla gösteriliyor. Arapça altyazı yok, dükkanların pek çoğu Arapça tabelalar asmış oysaki, Taksim-İstiklal'deki Arapların da ilgisi o dükkanlar zaten, dur gelmişken bir de sanat filmi izleyeyim demiyorlar.

Artık Beyoğlu Sineması sanki ben İstiklal'e ait değilim diye bağırıyor. Nereden nereye... Öyle ki o İstiklal'deki bir sokak adı ülke sinemasının adını bile koymuştu uzun yıllar önce: Yeşilçam. Salon ses sistemiyle, koltuklarıyla zaten yenilenmişti, gayet konforlu ama akşam vakti olmasına ve şenlikte başka bir seansı bulunmayan üstelik vizyona girmemiş bir film gösterilmesine rağmen hepi topu 7 kişiyiz. 

Hiç de Fena Olmamış Denebilecek Bir Alman Filmi


İstanbul Film Festival'i zamanı yoğun programım dolayısıyla kaçırdığım birkaç filmden biriydi Üç Tepe. Gerçi bakmayın Alman dediğime yönetmen Berlin doğumlu da başrolde Arjantin asıllı Fransız güzel Berenice Bejo var. Sanıyorum ki filmin çekildiği yer de İtalyan Alpleri ve Alman-İtalyan yapımı olarak geçiyor. Filmde anneyle oğlu bolca Fransızca konuşuyor, annenin sevgilisiyle oğul Almanca konuşuyor, bir ara İngilizce de konuşuluyor. Bir birleşmiş Avrupa filmi işte. 

Deniz ve havuzların birleştiği göz alıcı bir planla açılıyor film. Oğul yüzmeyi yeni öğrenmiş, havuzun içinde debeleniyor. Sonraysa anne-sevgilisi ve oğlu bir dağ evinde görüyoruz. Kısa süre babası da sanıyoruz bu sevgiliyi (Alexander Fehling- filmde Aaron) çocukla (Arian Montgomery-filmde Tristan) yakınlaşma çabaları, çocuk da zaman zaman yakın hissediyor kendini Aaron'a. Aaron, sevdiği kadınla ve onun oğlunu da kabullenerek bir aile kurmaya çalışıyor. 

Bu süreçte oluşan pürüzler giderek gün yüzüne çıkıyor. Çıktıkları dağ evinde aileyi temsil ettiği söylenebilecek (ana-baba-çocuk) üç tepeye tırmanma girişimi de bu zorluğun somutlaştığı etkili bir alan. İlginç biçimde filmin başındaki Tristan'ın yüzme çabasıyla, daha sonra tepede gözü bağlı, sadece ses ile Aaron'u bulma çabası tersine dönüyor ve Aaron, adeta Tristan'ın yerine geçiyor. Benzer acizlikler Aaron'un başına geliyor, şu ünlü psikanalitik eleştiri diliyle 'kastre ediliyor' Aaron. Tristan annesini ona bırakmıyor ya da beni var eden iktidarı (öz babayı) tanırım sadece, seni değil diyor. 

Yönetmen görüntü yönetmenliğinden yönetmenliğe geçmiş bir isim, Jan Zabeil. Doğanın muhteşem biçimde kullanışına şahit oluyoruz haliyle. Görsel gücüyle insanı baştan çıkaracak anlar var filmde ve çekimi zor sahneler de oldukça etkili biçimde kotarılmış ve de gayet vakarlı bir anlatım dili tutturmuş yönetmen. Bir iki tane sanki çok gerekli olmayan sahne gördüm desem de, bir an bile sıkılmadım çünkü gerçekten belli bir temponun altına inen filmler, üstelik henüz yönetmen ikinci uzun metrajını çekiyorsa bir yüke dönüşebiliyor.

Yıldız: * * *