19 Mayıs 2018 Cumartesi

4 Yıl Sonra Cannes'da Yine Aynı Telaşe

Nuri Bilge Ceylan'ın Ağlat Ağacı filmi bu akşam herhangi bir ödül aldığı takdirde Cannes tarihinde bir ilki başaracak. Haliyle sadece Ana Jüri ve tek bir ödül verme hakkı olan Fipresci Jürisini baz aldığımızda 6 kez üst üste katıldığı Ana Yarışma'da her defasında ödülle dönen tek  yönetmen olacak. Şu an rekoru 5 kez üst üste katılıp 5'inde de ödül kazanan Dardenne Kardeşlerle paylaşıyor. Dardenne'lerin 6. katılımda ödülsüz döndüklerini düşünürsek, Ceylan'ın bu başarısına ulaşabilecek birinin uzun yıllar çıkmayacağını rahatlıkla öngörebiliriz. 


Esasen filmin kendisinin önemli olduğu, ödüllerin ise filmin dağıtımını kolaylaştırdığı, yönetmenin elini güçlendirdiği, filmi sinemalarda izlemek isteyen küresel sinefillerden daha çoğuna bu imkanı sağladığını biliyoruz. Peki bu istatistik neden önemli? Çünkü bir filmin Cannes tarihinde 6 kez üst üste yarışıp ödül alması, genelde aynı kişilerden oluşan Cannes ön seçicilerinin beğenilerinin ya da yönetmene olan sempatilerinin ötesine götürüyor bizi. Hani birileri derse bu yönetmeni Thierry Fremaux ve ekibi sevdi bir kere o yüzden yürüdü gitti oysa çok şansı yoktu, ki böyle diyen ciddi bir kitle yok değil. O halde tarihte görülmemiş şekilde birbirinden farklı yıllarda, farklı seçkin insanlardan oluşan 6 tane jürinin onayını nereye koyacaksınız değil mi ama. Bu, defalarca sınanmış,
defalarca sağlaması yapılmış bir bilimselliğe evrilmiş veriye işaret eder artık. Hipotez, çoktan teoriye dönüşmüş, adeta kanuna dönüşmeyi bekler gibidir. Burada nefeslenelim ve Ceylan'a tekrar dönmeden önce diğer yarışan isimlere bakalım. Bu yılki izlenimlerim başyapıt düzeyinde olmasa dahi o düzeye yakın denebilecek çok sayıda filmin olduğunu gösteriyor. İlginçtir, Fransız eleştirmenler -Fransız burnu büyüklüğü müdür nedir?- Pek çok eleştirmenin Jean-Luc Godard'ın son yıllardaki en iyi filmi olarak gördükleri Görüntünün Kitabı'nı yerden yere vuruyorlar. Daha önce de benzer durumlara rastladık ama sadece Fransız sinemasının değil sinemada modernizmin başlangıcını tayin ettiği söylenebilecek birine karşı bu hoşgörüsüzlüğe pes doğrusu. Ama yine de yönetmenin eli boş gitmeyebileceği konuşuluyor. Benim geçen yıl sonuçsuz kalan Uzakdoğu'nun yılı olur mu düşüncesi bu yıl karşılığını bulacak gibi, belki bir değil birden fazla Uzakdoğulu yönetmen ödülle ayrılacak, örneğin Lee Chang-dong'un Burning'inin ödül alma şansı çok yüksek görülüyor. Onun hemen yanı başında Nadine Labaki, Nuri Bilge Ceylan ve kimilerince Olmi ve Pasolini'nin ruhundan izler barındırdığı ifade edilen Alice Rochwacher'in filmi geliyor. Yönetmenin önceki filmine ısınamasam da İtalyan sineması bir güven duygusu uyandırıyor bende. 
Bu yönetmenlerin dışında ödül için başta Hirokazu Koreeda olmak üzere, Pawel Pawlikowski, Jia Zhangke ve Stephane Brize de ardı sıra geliyor. Daha sonraysa Spike Lee, Jafar Panahi, Krill Serebrennikov, Matteo Garrone'nin adı belki küçük ödüller için geçebilir deniyor ve bu isimlerin dışında kim ödül alırsa pek çokları tarafından sürpriz olarak nitelendirilecek diyebilirim. Ödül alması kesinlikle beklenmeyen yönetmenler ise Eva Husson, Asghar Farhadi ve Christophe Honore. Nuri Bilge Ceylan'ın Kış Uykusu'yla belli bir düzeye ulaşan, ustalaşmaya başlayan senaryoyu yeni filminde bir miktar daha aşındırdığı, novelistik film duygusunun çok güçlü olduğu vurgulanıyor ve başrolünde bir edebiyatçı var bu filmin tıpkı teatral film duygusunun çok güçlü olduğu Kış Uykusu'nun başrolünde bir tiyatrocu olduğu gibi. Bu yüzden Ceylan, Cannes'da daha önce kazanamadığı nadir ödüllerden Senaryo Ödülü'nü alabilir mi acaba diyorum. Bu ödülü alması jürinin filmin oyuncularına ikinci bir ödülü verme şansını da ortaya çıkaracak. İster verirler ister vermezler orası ayrı tabii. Hiçbir ödül de vermeyebilirler, tarihte bazı iyi filmlerin yaşadığı akıbeti Ceylan da ilk kez yaşayabilir.


Şöyle bir bakıyorum da, yıllar içerinde Nuri Bilge Ceylan'ın filmlerini heyecanla bekleyen bir kitle oluştu kuşkusuz. Bazen milli duygularla, bazen de gerçekten filmlerinden bir takım zevkler aldıklarından ilgi gösteriyor olabilirler ama onlara zevk verenin ne olduğunu çokluk açıklayamazlar ya da yüzeysel olarak açıklarlar. O yüzden sosyal medyada sabah akşam Ceylan/Ahlat Ağacı paylaşımı yapanları çok kale alamıyorum. Ceylan filmini beklemek var, bir de beklemek var. Yani gerçek zevk alanların bu filmler üzerine derin düşünenler olduğu kanaatindeyim. Onların sayısı da bence çok az.
Üzerine kitap yazan iyi ki var, çok az da kayda değer makale. Kimse kusura bakmasın, kibirse kibir deyin ama ben de kendimi bu derin düşünenler arasında sayarım. Kış Uykusu'nu 3 kez izlemiş, ilk izledikten sonraki haftalar her gün kafasında tartışmış, filmin yol gösterdiği eserlerden okumadıklarına bakmış, okuduklarına tekrar bakmış biriydim ve sonra blogta 12 A4 sayfası hacminde bir yazı yazmıştım. Daha sonraysa internette bir hakemli derginin sinema sayısı yaptığını görmüştüm. Ben katılmasam da akademik camiada bu tarz dergilere büyük önem atfediliyor ve yönetmene self-oryantalizm üzerinden bakan perspektifimi daha da genişlettiğim yazıyı bu dergiye göndermiştim. Kural 6000 kelimeyi kesinlikle geçmeyecek şeklindeydi ama yazım 8400 kelimeydi binbir zorlukla 7600'lere kadar indirebildim, dahasına imkan yoktu ve kurallara uymadığı için daha başka yapabileceğim bir şey yok, varsın yayınlamasınlar dedim, daha kısası anlatmak istediklerimi eksik bırakacaktı çünkü. Bu yazıyı da her zaman olduğu gibi bloğumda paylaşırım diye düşünmüştüm. Ama o sıralarda mail kutuma gelen yazınız yayınlanmak için kabul edilmiştir mesajını görünce şaşırmıştım. Bunları şu yüzden anlatıyorum, belki blogçular bilmez ama akademisyenler bu hakemli dergilerde yazıları yayınlansın diye atmadıkları takla yoktur. 'Dr. Öğretim Üyesi' ya da 'Doçent' gibi statülere gelmelerinde bu dergiler oldukça belirleyici. Öyle ki, kendileri yazmayı başaramayıp başkalarına yazdıran mı ya da hazır böyle bir yazı yazan varken o kişiyle kirli ilişkiler kurup kendi adını da makalenin yanına koyduran mı dersiniz, hepsi mevcut. Bu ikincisine bizzat şahit oldum mesela. Şu yabancı dili zayıf olanlar Doçent olsun diye ortaya çıkan Yökdil adlı basit sınavdan, bırakın Doçentlik için yeter puanı, en asgari puanın bile altında alanın, bir İngilizce hakemli makalenin 4 yazarından biri olduğu gözüküyor, şaşılacak şey! Bir kere bir makaleyi 4 kişi nasıl yazar allah aşkına. O ne öyle ! Neyse daha da uzatmayayım. Akademisyenlerin salt ulaşamadığı titre ulaşmak uğruna bu kadar ayağa düştüğü, yayın çıkarmanın zor olduğu bir dergi türünde hiç kimseden en ufak destek almadan öylesine yazıp gönderdiğim, üstelik temel bir kuralı da ihlal eden bir yazı yayınlanabiliyorsa, bu, yazıya ilham kaynağı olan yönetmenin filminin gücünden olsa gerek ve benim o film ile kurduğum ilişkinin gücünden olsa gerek. O yüzden demem odur ki; artık her beklediğim yeni Ceylan filmi, onun Türkiyeli olması ve hatta çok haklı olarak altyazısız film izleme cezbediciliğinden de çok öte duygular ifade ediyor benim için. Sinemaya dair ufkumu daha da genişletme ihtimalinin vereceği bu zevk paha biçilemez. İşte ben bu duygularla bu geceki ödül töreninde başarılar diliyorum Ceylan'a.    

Yeri gelmişken Ahlat Ağacı'nın afişlerine ilişkin de bir şeyler yazmak istiyorum.


Nuri Bilge Ceylan kendi internet sitesinden çok fazla afiş paylaştı, bu afişlerin özellikle bazılarında bir takım gariplikler göze çarpıyordu. Adeta afişlerimi nasıl tasarlıyorum, artık görün dercesine bir çaba vardı ve daha önceki filmlerinde yönetmenin nasıl afişler tasarladığını gör(e)meyenler en sonunda gördüler ama ne görmek! Nasıl bu kadar kötü afiş yaparmıştan tutun, yazıklar olsuna, filmden soğuduka kadar giden bir serzeniş sosyal medyayı kasıp kavurdu. Posta gazetesi haber bile yaptı. Kış Uykusu için yönetmenin kendine dair, filmlerini nasıl tasarladığına dair bir film yapıyor demiştim ve neredeyse afişler üzerine bir filmdi ya Kış Uykusu ve benim dışımda bir allahın kulunun filmdeki afişlerin matematiğine ilişkin tek cümlesini okumadım, film gösterime girdiğinden bu yana yüzlerce yazı okudum ama hiç kimse yönetmenin afişler üzerinden filmle bütünleştirdiği incelikle dokuya dair tek cümle etmedi, tek cümle yahu ! Bu baktığını görmemek mi demek yoksa dikkat noksanlığı mı, belki de böylesine farklı, detaycı ve derinlikli bir sinema diline alışkın olmamak mı? Üniversitedeki oldukça genç bir hocanın dersinde sunum yaparken hiç unutmam, benim farkettiğim bu detayları fark edememesinin hıncıyla, filme filmin içindeki afişler üzerinden bakamazsınız daha açık mesajlara bakacaksınız demişti, pembeden mora göz kırpan bir yüz ifadesiyle, adeta beni dövmek istercesine. Sonuçta ben eleştirel anlamda Kış Uykusu'nun görsel gücünün hakkının kesinlikle verilmediğini düşünüyorum. Güzel kadrajlar ve roman gibi filmden çok ötesiydi o. İşte belki de yönetmen gereksiz(?) derecede bu kadar afişi daha önce göremediğinizden ötürü şimdi gözünüze gözününe sokuyorum ki, benim nasıl afişler tasarlayan biri olduğumu artık görün diye yapıyor olabilir mi? Muhtemelen filmi izledikten sonra yukarıdaki yeşil suratı daha iyi anlarız, elbette yönetmenin anlatmak istediğinden çok başka şeyler de anlayabiliriz çünkü sanat eseri yaratıcısından çıktıktan sonra otonomi kazanır ama en azından şu an için kitsch, bayağı, foto shop gibi kelimelerle aşağılanan Ahlat Ağacı afişleri üzerine bıdıbıdı yapmak yerine beyin jimnastiği yapmanın daha faydalı olduğunu düşünüyorum ve aşağıya yönetmenin 2002 yapımı Uzak filminin afişini bırakıyorum, altına da afişin alındığı aynı filmden o kareyi, hem de alabildiğine büyücek. İki fotoğrafa da dikkatle bakın ve bir daha düşünün bakalım Nuri Bilge Ceylan nasıl afiş tasarlayan bir yönetmenmiş diye.

18 Mayıs 2018 Cuma

Başka Sinema'da Bir Tür Modern Klasik

Başka Sinema'nın şu eski filmleri gösterme çabasını takdir ediyorum. Çabası güzel elbet ama yine de yılda anca bir defa gerçekleşen bu etkinliklerin artmasını istemek de hakkımız. Biliyorum, sinema da sanat olduğu kadar ticaret, salon işletmecilerinden dağıtımcılara kadar pek çok dinamik var işin içinde. Örneğin bir işletmeci, güncel bir film yerine eski bir filmi gösterme cesaretinde bulunabilir mi? Azalması kuvvetle muhtemel izleyici sayısını öngörerek üstelik. Ben yine de zaman zaman 'artı değeri' düşürme pahasına mütevazı işletmecilere ihtiyacımız olduğu kanaatindeyim. Tabii diyebilirsiniz buradan yazması kolay sen o sinemayı işlet de amme hizmeti yap! Şahsen zarara girmeyeceğim bir formül bulursam neden olmasın, çok makul ölçüde zarara girmek bile olmayacak şey değil derim. Bu filmleri internette izlemeyip para ödemek de bir tür zarar değil mi zaten? Ve bu yüzden filmleri internette izleyip para ödemediği için kendini sosyalist sanan aklı evvelleri bile gördük biz. Sonuçta sadece İstanbul ve Ankara, Ingmar Bergman'dan bir avuç filmi gösteriyor. İzmir bile göstermem diyor. Bir 21.15 seansına gelmeme rağmen salonun büyük bölümü boş. Bir kısım insan da film başladıktan kısa süre sonra terkediyor salonu ve biz bir avuç insan izlemeye devam ediyoruz. Güz Sonatı (1978) belki Sessizlik ya da Persona kadar etkileyici olmasa bile tipik bir Bergman filmi. Çoğu zaman olduğu gibi odağındaki kadının (Liv Ulmann) bu kez yanına annesinin (Ingrid Bergman) ziyarete gelmesiyle bir yüzleşme başlıyor. Bir piyanist olan annenin çocuklarına karşı sorumsuzluğu yine de her şeye karşın son noktada anneye duyulan sevginin ölümsüzlüğü işleniyor. Büyük çoğunluğu ikili arasındaki yoğun diyaloglar ile süregiden filmin diyaloglarının gerilim yaratma gücü yanı sıra, oyuncu performansları da dikkat çekiyor. Belki size ilginç gelecek ama Liv Ulmann'ın canlandırdığı Eva karakterini ben daha çok beğenirim. Özellikle bir sahne var ki sormayın... Güz Sonatı'ndan çıktıktan sonra tekrar düşündüm de bizim Nuri Bilge Ceylan ile bazı benzerlikleri, daha doğrusu Ceylan üzerinde etkisi olduğu söylenebilecek Bergman, bana kalırsa muhteşem bir tiyatro yönetmeni. İzlediğimizin sinema olduğunu hatırlatacak birkaç sahneden öte de bir şey yok hani. Düşünüyorum, yani her şeyi aynı haliyle perde yerine sahnede izlesek değerinden ne kaybeder, bulamıyorum. Sonra bizim Ceylan'ın filmlerini tekrar düşünüyorum özellikle en teatral olanını, Kış Uykusu'nu, en fazla diyaloğa yaslandığı sahnelerde dahi perdeden çekip çıkarsanız bir şeyler kaybediyordu. Vallahi kızmayın ama gerçekten Ceylan'ın sinema duygusu Bergman'ın ötesinde ama elbet oyunculuklar ya da diyaloglar açısından pek öyle düşünmüyorum.

Yıldız: * * *  

6 Mayıs 2018 Pazar

İran'dan İlkel Kötücüllük Üzerine İyi Yazılmış Bir Film

İran filmleri üzerine yazmak da o kadar kolay değil aslında. Yazarken bir bakıvermişsiniz filmin neredeyse tüm olay örgüsünü anlatmışsınız çünkü ülkedeki filmlerde sıklıkla görebileceğimiz 'çerçeve dışı' olarak adlandırabileceğimiz bir anlatım yöntemi var. O yüzden ben de film hakkında bazı şeyleri dışarıda bırakan bir çerçeve çizmeye çalışacağım. Mohammad Rasoulof'un son filmi Lerd (Dürüst Bir Adam ya da İnatçı Bir Adam) aslında bize çok tanıdık gelecek bir takım ilkel ve kötücül ilişkiler ağı üzerine. Sanıyorum Türkiye'de henüz böyle bir film izlemedik (Belki Emin Alper yapar). İlginçtir Batı Avrupa'dan bu meselde bir film izlediğimizi hatırlamıyorum, onların dertleri biraz daha farklı ya da bu aşamalardan geçeli çok olmuş, bilemiyorum ama Andrey Zvyagintsev'in Leviathan ve Cristian Mungiu'nun Bacalaureat adlı filmlerinin de benzer sularda ilerlediğini söyleyebilirim. Yani şu Doğu toplumlarına has yozlaşmışlık biçiminin uç örneklerinden birini anlattığını söylüyorum Lerd adlı filmin. Filmde hayatında dürüstlükten hiç ödün vermemiş, bu yüzden üniversiteden atılmış ve bir balık çiftliği işleten Reza, bu kez de o araziyi elinden almak isteyenlerle uğraşmak durumunda kalıyor. Rüşvet, adam kayırma, belgede sahtecilik, haneye tecavüz, gayrimüslim düşmanlığı, alkol almanın yasak olması... ne ararsanız var. E tabii hak mı hukuk mu dediniz, o da ne canım, ne gezer buralarda. Şikayette bulunsanız şikayetinizin kale alınması en az 1 yıl sürerken sizin haksız yere ödemek zorunda olduğunuz borcunuzu almak için o kadar beklemiyorlar misal. Mafyatik bir ülke düzeninin taşra kasabasındaki yansımaları olarak özetlenebilecek film ikinci yarısında bir miktar ivme kaybetse de, oldukça iyi yazılmış bir senaryoya sahip. Düşman, büyük patron ve çarkların içinde yeri geldiğinde farkında bile olmadan ezilen bireyin çıkışsızlığını anlatıyor. Film Reza'nın karısı Hadis'in düzenin meşrulaştırıcı unsuru olması ve yine dolaylı olarak kocasını zor durumdan kurtardığını ima ederken karamsar bir bakış açısıyla noktalanıyor. İran gibi bir yerde mazlum olmak istemiyorsan, zalim olman gerekir. Zalim olamam diyorsan mazlum olmayı kabullenmiş olursun gibi bir mesaj veriyor. Korkunç ! Ben zalim ya da diğer deyişle iktidar olmak ve cinsellik arasındaki kaçınılmaz ilişkinin filmde oldukça flu da olsa ima edildiği kanaatindeyim de. Film öyküsünü küçük boşluklar bırakarak inşa etse de, (benim çok tuttuğum bir yöntem değil) son kertede tüm boşlukları kantarın topuzunu kaçırmadan doldurmayı başarıyor.

Yıldız: * * *