13 Aralık 2018 Perşembe

Yılın En İyi Filmleri

Bu yıl içerisinde sinema salonunda izleyebildiğim filmlerden (klasikler hariç) 20 filmlik bir beğeni listesi oluşturdum. Her zamanki gibi işin tabiatına uygun olsun diye 1'den 20'ye sıralı bir liste yapacaktım. Ancak sıralamayı yaparken sanıyorum ki ilk kez bu kadar zorlandım, o yüzden de içim elvermedi ve 20 filmi 1'den 20'ye sıralayacağıma 10'arlı iki grup yaptım. Sonuçta sinema açısından o kadar da doyurucu bir yıl geçirmedik (2016 misali), bir başyapıt izlemedik örneğin ama yine de birbirinden çok farklı lezzetler damıtan örneklerle dolu en azından geçen yıldan daha doyurucu bir yıl geçirdiğimizi düşünüyorum.

                  İlk 10'lu Grup

Kalpteki Bıçak / Yann Gonzales

Ahlat Ağacı / Nuri Bilge Ceylan

Sevgisiz / Andrey Zvyagintsev

Leto / Kirill Serebrennikov

Kısmet Sevgilim: İlk Şarkı / Abdellatif Kechiche

Transit / Christian Petzold

Kül En Saf Beyazdır / Jia Zhangke

Climax / Gaspar Noe

Jack'in Yaptığı Ev / Lars von Trier

Asako 1-2 / Ryusuke Hamaguchi


Bir 10'lu Grup Daha

Dua / Cedric Kahn

Üç Tepe / Jan Zabeil

BlackkKlansman / Spike Lee

Vision / Naomi Kawase

Çifte Hayatlar / Olivier Assayas

İnatçı Bir Adam / Mohammad Rasoulof

Deniz Kıyısındaki Ev / Robert Guediguain

Western / Valeske Grisebach 

Bizim İçin Şampiyon / Ahmet Katıksız

Canavar / Michael Pearce


Hamiş:

Listeye alma konusunda düşündüğüm ama almamaya karar verdiğim iki filmi de paylaşayım. Birincisi Xavier Legrand'ın Velayeti'ydi. Diğeri ise Pawel Pawlikowski'nin Soğuk Savaş'ı. Soğuk Savaş'ı Başka Çarşamba kapsamında daha yeni izledim ve listeye maalesef alamadım ama bana kalırsa yönetmenin bir önceki filmi Ida ile olduğu gibi (ki onu da sevdiğim söylenemez) yine Oscar'a aday olması güçlü ihtimal.

8 Aralık 2018 Cumartesi

En Dış Kulvardan Bold Pilot Geliyor

Ben sinemadan önceleri hatta çok önceleri neye tutkundum derseniz, önce futbol olabilir mi diye şöyle bir düşünürüm ama sonra at yarışı derim. Bugün beğendiğim bir film çıktığında nasıl ki hemen kim ne yazmış diye gazete sayfalarını karıştırıyorsam ya da artık internete giriyorsam nasıl ki özellikle Cannes döneminde gün be gün filmlere ilişkin kim ne yazmış diye heyecanla bilgisayarın başına geçiyor, yıldız tablolarını inceliyor sonra ödül törenini bekliyorsam 90'ların ikinci yarısında, tam olarak 1996 yazından itibaren okumayı yeni sökmüş bir çocuk olarak yarışlardan önce kim ne yazmış diye gazeteleri karıştırmaktan büyük zevk duyardım. Milliyet'ten Afşin Yakuboğlu, Sabah'tan Reşat Köstem'in yorumlarını beğenirdim. Diğer yandan o dönemlerde saman kağıdına basılan Yarış Gazetesi adında bir bülten ise bir gün sonranın yarışacak at gruplarını verirdi. Sabırsızlıkla bir gün önceden sabah ilk iş o gazeteyi satın almışlığım da çoktur. Kendimce yarının bültenini boş saman kağıdına ben de yapar eğlenirdim. Sonra küçük kuponlar yapardım ganyan bayiine yatırılmasa bile kenarda dururdu, sonra yarışlar başlardı ve ben altını ganyanı tutturabilecek miyim diye beklerdim. Üç kez tutturmuşluğum da vardı, o çocuk halimle. Elbette bu tutkumun temelinde en nihayetinde orta sınıf bir esnaf çocuğu olmam gibi faktörler de olabilir. Ancak o günlerde benzer akranlarımın birçoğundan daha büyük bir tutku duyduğumu çok iyi anımsıyorum. Koca koca adamlar kupon yaparken bana danışıyorlar, el kadar çocuk ne bilir diyen de böyle dediğine bin pişman oluyordu. Düşünün işte. Bu tutkum 90'lı yılların ikinci yarısıyla sınırlı kaldı tabii, sonra büyüdük, içine girdiğim ortamlar değişti. Tutkularım form değiştirdi, önce edebiyat biraz da siyaset hemen ardındansa sinema gibi tutkular edindim. Yıllar önce amcalarının atlara ilişkin yazdıklarını okuyup okuyup onlar gibi bir şeyler yazmaya çalışan çocuk gitti, başka amcaların sinema filmlerine ilişkin yazdıklarını okuyup okuyup onlar gibi bir şeyler yazmaya çalışan çocuk geldi ve bu blogu açtı, 2011 yılında. Ama çocukluğunun at yarışı tutkusuyla bugünkü daha olgun yaşamının sinema tutkusundaki o benzer tadı da unutmadı. Eleştiriler, analizler, puan tabloları, listeler, ödüller vs. Her ikisinin de olmazsa olmazı değil midir? Kuşkusuz ki her zevk hitap ettiği kişi için değerlidir. Sinema, entelektüel, gelişkin bir zevk olabilme şansına sahip bir alan, bir sanat dalı çünkü. At yarışı da bir spor sonuçta, her ne kadar bahis fazlaca ön planda gibi gözükse de. Ben bugün nasıl bazı filmleri hayatımın baş köşesine koyuyorsam o gün de bazı atları hayatımın baş köşesine koyuyordum. Mirhat vardı mesela izlediğim tüm yarışları kazanmıştı, yirmiye yakın yarışını canlı izlediğimi hatırlıyorum ve bir süre sonra altılı ganyandan çıkarılıp, diğer atlara haksızlık oluyor diye sadece 1.koşuda yarışır olmuştu. Esrarengiz biçimde de erken yaşta hayatını kaybetmişti, yine başarılı diğer bir at Yavuzhan'dı, onun son dönemlerine denk geldiğimden artık eskisi kadar yarışları kazanamadığını hatırlıyorum. Bu atlar Arap atıydı ve kendileri gibi Arap atlarıyla yarışırlardı çünkü Arap atları İngilizlere göre daha düşük tempolu olurdu. İngilizlerde ise çok sayıda at vardı beni etkileyen ama bir tanesi vardı ki onun yeri bambaşkaydı. O dönem oldukça iyi sayılabilecek İngiliz atlarıyla (Airman, Damista, Fair Tail gibi) yarıştığında bile yanına at yazılmazdı. Bu durum beni çok etkilerdi, o kadar başarılı atlardan çok daha başarılı bir at. Ve hep son düzlükteki sprintleriyle farkını ortaya koyuyordu. Onun adı Bold Pilot'dı. Hala kırılamayan rekoru gerçekleştirdiği Gazi Koşusu'nu canlı izlemiştim ve hayatımda izlediğim en muhteşem yarışlardan biri olan Enternasyonel Koşu'daki Almanların en önemli atlarından Galtee'yle yüzlerce metre kafa kafaya mücadelesini de yine canlı izlemiştim. O yarıştaki o heyecan, o mücadele ruhu, çocukluğumun unutulmaz anları içinde kendine yer etmişti. Bold Pilot bizi kazanmaya o kadar alıştırmıştı ki son düzlükte yeterince güçlü atağa kalkamayıp kaybettiği bir yarışta televizyonun karşısında neredesin Bold Pilot diye diye kahrolduğumu bilirim. İşte benim çocukluğumun unutulmaz figürlerinden bu kapkara güzel mi güzel atın hikayesi filme dönüştü. Bizim İçin Şampiyon adlı film Bold Pilot'un
yarış serüveni ve olmazsa olmaz jokeyi Halis Karataş ve atın sahibi Özdemir Atman'ın kızı Begüm Atman arasında alevlenen aşka koşut biçimde işleniyor. Bu arada Begüm Atman'ın yakalandığı talihsiz hastalık üzerinde biraz fazlaca durulmuş. Aslında Bold Pilot'un son metrelerdeki atağıyla kazandığı onlarca yarış, ha bu sefer kaybetti derken yine kazanması ile Begüm Atman'ın ha bu sefer kaybetti derken hastalığı yenmesi arasında bir paralellik kurulmaya çalışıldığını söylemek mümkün. Bir de çok haklı bir mottosu var filmin: ''Şampiyon olmak bir gün kaybedeceğini bile bile koşmak demektir'' şeklinde. Bold Pilot hem en yakınındakilere hem de ülke insanına yaşama sevinci veren saygı duyulası bir figür. O dönemleri yaşayan biri olarak söyleyebilirim ki gerçekten de öyleydi. O zamanlar hiçbir bilgimiz olmayan Begüm Atman'ın hastalığı ve Halis Karataş ile yakınlaşması filmin dramatik gücünü arttıracak muhteşem bir malzeme olmuş, Yeşilçam'ın yıllarca arayıp da bulamayacağı türden. Oyunculukların ayrı ayrı oldukça başarılı olduğu özellikle Begüm Atman rolündeki Farah Zeynep Abdullah'ın döktürdüğü filmin at yarışı sahneleri de son derece ustalıklı. Yıllar önceki gerçekten yaşanmış yarışların neredeyse birebir aynısını canlandırmışlar. Nasıl başarılmış, vallahi bravo! Bunun dışında evet film ikinci yarıda melodramatik ögelerin gazına fazlaca basıyor, hatta benzer gerekçelerle geçen aylarda yerdiğim Alfonso Cuaron'un Roma'sından daha fazla ve daha yoğun olarak yapıyor bunu. Ama en azından kimse filmden derin anlamlar çıkarmaya çalışmıyor. Roma'nın belki düşük tempolu sahnelerine aldanıp yaptıkları gibi Bizim İçin Şampiyon'u sinema tarihinin baş köşesine koymaya kalkmıyorlar. Bizim İçin Şampiyon, açıkça ben ana akım bir filmim diyor, yapabileceğim kadar gişe yapmalıyım çünkü başka bir kazancım yok, Venedik'in pek Hollywoodsever ve Netflixsever seçicilerini etkileyemem, Oscar'a aday olması banko bir film de değilim ve sonuçta elindeki malzemeyi de bu hedef doğrultusunda optimal olarak kullanıyor. Kimin itirazı olabilir? Üstelik bir adamın çocukluk anılarından ibaret de değil anlattıkları, zamanında bu ülke insanını belli ölçüde bütünleştirmiş ama bugün herkesin o kadar da çok tanımadığı bir at üzerinden yüreğimize dokunmaya çalışıyor ve başarıyor da. Şahsen, Bizim İçin Şampiyon'un Çağan Irmak'ın Dedemin İnsanları'ndan bugüne yapılmış en kaliteli gişe filmlerimizden biri olduğunu söyleyebilirim. Filmin en çok hoşuma giden yanlarından biri de filmin sonunda film boyunca izlediğimiz yarışlardan en önemli ikisinin görüntülerini kısaca görmemiz ve Halis Karataş ile Begüm Atman'ın hayatına dair görsel ve yazılı bazı bilgilerin verilmesi oldu. Böylece kurgunun yapaylığından çıkıp gerçeğin yakıcılığını daha da derinden hissettik diye düşünüyorum.

Bir de son bir not ekleyelim. Filmde Bold Pilot'ı canlandıran atlardan biri oğlu Ganesh imiş.

Yıldız: * * * 

25 Kasım 2018 Pazar

Rusya'dan Dokunaklı Bir Müzikal Film

Filmin adı Leto (Yaz), 1980'lerin başı, Leonid Brejnev dönemi, Rusya'nın o meşhur 'Avrupalı' kenti Leningrad'tayız. Şu Anglo kültürün içinden çıktığı söylenen rock and roll müziğin Sovyet Rusya'sındaki varlığına şahit oluyoruz. Tiyatro izler gibi müzisyenleri dinlemek zorunda olan insanlar, bir yandan yazılan şarkı sözlerinin yönetim tarafından denetlenmesi, diğer yandan da Afganistan'a gidecek askerlerin sanırım eşcinsel olmadıklarının denetlenmesi gibi döneme dair detaylar da var filmde. Ama çok büyük ölçüde dönemin baskıcı yanını değil de gençlerin özgürlük arzusunu ortaya koymuş yönetmen Kirill Serebrennikov. Dönemin ilk ünlü rock müzisyenlerinden Mayk Neumenko ve onun yanında ileriki yıllarda yıldızı parlayacak Viktor Tsoy adlı gerçek karakterlerin hayatından izleri yansıtıyor. Çoğu kare müzikle yoğrulmuş. Otobüste, yolda, plajda her fırsatta bu gençlerin müzik yapma tutkuları dışarı vuruyor. Çok fazla sayıda şarkı dinliyoruz ve elbette filmin bütünlüğünü bozmadan şarkılarla beraber zaman zaman video kliplere de evriliyor film. Çerçeve üzerinde bir takım grafik oyunbazlıklar; bazen siyah-beyazdan renkliye geçiş, kimi yerde bir karakterin duvara yansıtılan videonun içine dahil olması gibi anlar da var. Ama beni en çok etkileyen Mayk'ın karısı Natasha ve Viktor arasında alevlenen aşk oldu. Film bu noktada tam bir soylu ruhun eseri olduğunu hissettiriyor sanki ve bize empoze edilen beylik aşkları bir anda tersine çeviriyor, filmin içindeki o özgürlük tutkusu kendini gösteriyor. Natasha zaten filmin başından beri hissettiğimiz bir duyguyu açığa çıkarıyor. Eşi Mayk'a şöyle diyor: Viktor ile öpüşmek istiyorum. Ama o kadar masumane bir tavırla söylüyor ki bunu, ve bunu senden gizli yaparsan içim içimi yer diyor ve Mayk ise benden resmi bir yazı, imzalı kağıt mı istiyorsun diye soruyor, salon burada basıyor kahkahayı. Aslında duygusal yoğunluğu o kadar güçlü bir sahne ki bu. Sonra Viktorla baş başa kaldıklarında da Mayk'ın öpüşeceğimizden haberi var diyor Natasha. Viktor'un da içi rahat ediyor. Ama bu aşk bir yandan da çıkmaz sokak, Natasha'nın Mayk'la arasında görmezden gelinemeyecek bir bağ var, çiftin bir de çocukları var üstelik. Natasha Viktor'a evlenmesi için kız bile bulmaya kalkıyor. Bir yandan da bizleri düşündürüyor, bu kadar özgürlükçü bir gençlik bile önünde sonunda evlilik kurumunun duvarına çarpıyor işte. Oysa hangi aşk, devletin o kağıttan belgelerindeki ıslak imzalara sığabilir ki? Ancak yine de filmin sonuna kadar gördüğümüz bu üçlünün arasındaki sevgiden çıkarılacak o kadar çok ders var ki ve filmin sonunda bu iki rockçının çok erken yaşta hayata veda ettiğini öğrenmemiz de filmin hüznünü bir derece daha katlıyor. Yukarıda paylaştığım Natasha'nın fotoğrafı da filmin son karesi. Mayk ile birlikte rock müziğin yeni yıldızı olan Viktor'u seyretmeye gelmişler ve şarkı bittiğinde Natasha gözleri yaşlı alkışlıyor Viktor'u ve benim de ansızın gözümden bir damla yaş akıyor. Jenerik bitene kadar salondan çıkamıyorum. 

Filmdeki özgürlük tutkusu demişken yönetmen Kirill Serebrennikov bir süredir ev hapsinde, zaten filmin Cannes'daki prömiyerine de gelememişti ve bunun nedeninin de bir önceki filmiyle Vladimir Putin'i eleştirmiş olması gösteriliyor. Ne acı ! Cannes'a gelmesi için Putin'den izin istendiğindeyse, Putin'in cevabı şöyle olmuştu: Rus yargısı bağımsızdır, müdahale etmem söz konusu olamaz.

Yıldız: * * * *

12 Kasım 2018 Pazartesi

Moskova'da Dardenne Esintisi

Bilmem haberiniz var mı? İstanbul'da Suç ve Ceza Film Festivali adında bir etkinlik var ve bir süre daha devam edecek. Ancak ne yazık ki filmler boş salonlara oynuyor. Hani Filmekimi'nde bilet bulunamayan, prömiyerini Cannes'da yapan birçok film olur ya, orada da gösterilebilecek filmlerden birini, Kazakistan doğumlu yönetmen Sergey Dvortsevoy'un Ayka adlı filmini izledim. Bir pazar akşamı 21.30'da Kadıköy Sineması'nda benim dışımda 4-5 kişi ya vardı ya yoktu... Sonra düşündüm. Bu ödüllü Cannes filmi böylesi makul bir gün ve saatte Filmekimi'nde gösterilse bilet bulabilirmiydik diye. Belki bulurduk da bilet alıp gelemeyenlerin yerine bulurduk... Dvortsevoy, Kazakistan'dan Rusya'ya göçtüğünü tahmin ettiğimiz bir genç kadının birkaç günden biraz fazla denilebilecek bir yaşam kesitini perdeye getirirken pek çok unsuru da içine katıyor. Kadının istenmeyen gebelikten (bir polisin tecavüzü) meydana gelen çocuğunu hastanede bırakıp kaçtığı etkileyici bir sahneyle açılan film kadının türlü işlerde çalışıp bir türlü hayatını rayına oturtamamasını anlatıyor. Ev bile denilemeyecek bir odanın içindeki bölmenin kirasını ödeyemiyor, yeni doğum sonrası oluşan komplikasyonlar yüzünden doktora gidemiyor diğer yandan da kim olduklarını bilemediğimiz alacaklıları peşindeler... Dvortsevoy'a göre hayvanların bile temel ihtiyaçlarını karşıladığı bir coğrafyada insan bunlardan mahrum. Son noktada ise Ayka'yı analık duyguları ve kendi hayatı arasında ikilemde bırakıp filmi bitiriyor Dvortsevoy. Ayka'yı canlandıran Samal Yeslyamova'nın oldukça başarılı yorumunun ardında hareketli omuz kamerasıyla da bir an olsun ritmi düşmeyen film, Dardenneler'in Çocuk ya da Lorna'nın Sessizliği gibi filmlerini anımsatıyor. Ancak geçmişi hakkında neredeyse hiçbir bilgiye sahip olmadığımız Ayka'nın birkaç gününden ötesini anlatan-gösteren bir filmin daha kapsayıcı ve etkili olabileceğini düşünüyorum. En azından benzeri filmlere farklı bir bakış bir derinlik katabilmesinin bir yolu olabilirdi bu.

Yıldız: * 

3 Kasım 2018 Cumartesi

Climax: Amerikan Cennetine Karşı Yaşasın Fransız Cehennemi

Gaspar Noe sineması kuşku yok ki sinema koltuklarında pembe rüyalar görmek isteyenlere göre değildir. Mesela açıkça beyazcamın dokusuna daha uygun olduğu ve daha çok izleneceğini tahmin ettiği için sinemalar yerine Netflix ile anlaştım diyen Alfonso Cuaron'un Roma'sına her ne kadar gerekçelendiremeseler de övgüler düzenler için bu filmlerin bazı zorlukları olduğu muhakkak. Oradaki nabza göre şerbet hali, senaryonun derinleşemediği yerlerde en kolayı seçip ritmi melodramın tuzaklarında arttıran tavırdan elbette eser yok Noe'de. Gerçi Noe filmlerinin de ne kadar derin olduğu tartışılabilir ama ben bir miktar da olsa derinleşebildiği kanaatindeyim. Aslına bakarsanız Noe'nin her filminde benzer varoluşçu izlek tekrar ediyor. Yedi buçuk yıl önce, ilk sinema yazılarımdan birinde yine beyazperdede izlediğim Enter the Void için şu cümleyi kurmuşum: Her ne kadar yeni bir şey söylemese de felsefenin alanında dolanan bir meseleye, varoluşun anlamı üzerine gerçekleştirdiği bu olağanüstü yönetmenlik deneyine saygılarımızı sunuyoruz. Bu cümleler yönetmenin diğer filmleri için de kullanılabilir... Özetle Noe, herşeyden önce başını Hollywood'un çektiği geniş kitle sinemasının sivrilikleri törpüleyen ve böylece ortalamanın zevkini kendi çizgisine çekmeye çalışan sanatkarlığı değil de kendini ortalamanın zevkine göre tasarlayıp yüksek gişe hedefleyen bir sinemanın karşısında konumlanır. Yıllar önce Peter Wollen'ın kitabında somutlaşan Hollywood'un o temel yedi unsurundan 'İyi Hissetme' değil bilhassa 'Rahatsız Etme' hissi ön plandadır. Sadece o kadar da değil. Hollywood ahlakçılığının izin vermeyeceği ölçüde bir cinsel birleşmeyle sonuçlanan sevişme güdüsü Noe filmlerinin başat unsurudur. Varoluşu orada konumlandırır. Her yerde açıkça dile getirilmeyen o basit gerçeği yılmadan dile getirir: Bizden önceki kuşakta bu güdü olmasa biz bugün hayatta değildik.

Noe'nin son filmi Climax yine izleyicisini rahatsız etme konusunda taviz
vermediği çokça ânı barındırıyor olsa da çok hafif bir törpüden de geçmiş. Süresi onlardan biri. Enter the Void (161 dk.) ve Love'dan (135 dk.) sonra 95 dakikaya dönüyor yönetmen. Irreversible'ındaki gibi 10 dakikaya yakın kesintisiz tecavüz sahnesiyle kıyaslanabilecek bir sahne de yok burada. Yine sevişme sahneleri Love ve Enter the Void ölçüsünde uzun tutulmamış. Mesela Love için zamanında şu cümleyi kurmuşum: Erotizmin sınırlarını da aşıp perdeyi kaplayan pornografi -aslında cinselliğin en saf hali- aşkın duygular seline dönüştü. Climax için bu denli cüretkar ifadeler kurmam zor. Kaba tabirle üç epizottan oluştuğu söylenebilecek filmde ilk başta bir grup dansçının katıldıkları mülakatı izliyoruz. İkinci epizot ise uzun ve başarılı bir dans plan-sekansıyla başlıyor ve gruptakilerin bir yandan sangria adlı içkileri içerken diğer yandan birbirleriyle muhabbetlerine tanık oluyoruz. Son epizot ise LSD'nin etkisini göstermeye başladığı ve Noe sinemasının zorlayıcı pek çok unsurundan oluşuyor.

Bir grup dansçının üç günlük provaları bitmiştir ve biz son provaları ile ardından başlayan partiyi izlerken içtikleri sangria adlı içkiye biri LSD adlı uyuşturucu maddeyi katıyor ve asit olarak da anılan bu madde bir süre sonra etkisini gösteriyor, dansçılar kademe kademe LSD'nin etkisi altına giriyor. Bilinçlerini kaybetmeye başlıyorlar kimisi cinselliğe yöneliyor, kimisi şiddete, bir yandan artarak devam eden saçma sapan tavırlarla kendini gösteren bir cinnet hali hepsini sarıp sarmalıyor. Yönetmen onlarla birlikte kameranın devinimlerini de arttırıyor, kamerayı ters çevirme, izleyicinin alışılagelmiş algılarını zorlayacak şekilde döndürmek gibi üslup denemelerine girişiyor. Sanırım LSD'yi kullananların zaman içerisinde neler hissettiği, dünyayı nasıl algıladığını bizlerin de kendi gözlerimizden algılamamızı istiyor. Burası Noe'nin zorlayıcı tavrının bu filmdeki en dikkat çekici noktası, diğerleri ise o ortamda küçük bir oğlu olan annenin LSD etkisinde olanlardan zarar görmesin diye onu elektrik dairesine kilitlemesi ama kendisi de LSD'nin etkisine girdiği için anahtarı nereye koyduğunu unutması, bir türlü bulamaması ve panik olan oğlanı odadan çıkaramaması. Yine birkaç ani şiddet sahnesi bu rahatsız edici unsurlara eklenebilir. Tabii artan bağrışmalar, artan çığlıklar ve sonra annenin intihar etmesi de bu toplama eklenebilir. Filmin farklı noktalarında perdede karşımıza çıkan cümleler Noe'nin görsel dünyası yanında yazınsal olarak da bütünü tamamlıyor. Film 'Varoluşumuzun Nedeni Olan Ama Artık Aramızda Olmayanlara Adanmıştır' diyor misal. Sevişmekten çekinmeyen analarımız atalarımız yani. Sonra 'Yaşam Eşsiz Bir Fırsattır, daha sonraysa 'Ölüm Sıradışı Bir Deneyimdir' ve 'Hayat Müşterek İmkansızlıklardır.' Noe filmi nasıl bir ruh halinde gerçekleştirdiğini ise bir demecinde şöyle anlatmış: 'İnsanlar doğar, yaşar ve bir tarladaki papatya kadar iz bırakıp giderler. Neşeli ya da acılı anlarımız, başarılarımız ya da yanlışlarımız hepsi sanal bir algının ürünüdür sadece. Yaşanmışlığın bellek dışında hiçbir varlığı yoktur...'  Derin anlamlar yüklemeye çalıştığımız hayata dair bu tespite itiraz etmek mümkün mü? 

Climax'ta tüm bu anlattıklarımın dışında başka bir şeylerin olduğunu da söylemeliyim. Noe, filmin başında Amerika'ya gidip bir gösteri düzenleyecek bu dans grubunun kısa mülakatını perdeye taşıdığında gruptakilerden birinin ağzından sanatsal konularda yetersiz bir ülkeye bu konuların alametifarikası konumunda olan Fransa'nın katacağı değerden söz ettiriyor. Diğer bir dansçı ise Amerika'yı cennet olarak ifade ederken eliyle kendi bulunduğu yerin cehennem olduğunu belirtiyor. Burada dikkat edilmesi gereken şöyle de bir ayrıntı var. Dansçılardan biri, sarışın, beyaz tenli, uzun boylu adı Psyche olan kadına dikkat ettiyseniz İngilizce konuşuyor, diğer bir arkadaşı Ivana gibi. Oysa diğerleri Fransızca konuşuyor. Daha önemlisi filmin başındaki mülakatta Psyche, gruba diğer pek çoğu gibi Fransa'dan katılmadığını özellikle belirtiyor. Berlin'den geliyorum diyor ve ekliyor, oralarda LSD çok kullanılıyor. Aynı Psyche'i filmin son sahnesinde LSD adlı kutunun yanı başında kendini tedavi ederken görüyoruz. Film boyunca aranıp da bulunamayan, sangriaya LSD'yi katanın o olduğu kanaatindeyim. Burada durmak düşünmek lazım, sanatlarını Amerika'yla tanıştıracak Fransız gençliğini Fransa bayrağı altında acınacak hallere sokan da bir Fransız değil, Fransızca bilmeyen bir Berlinli. Normalde başta olacak jenerik filmin ortasında LSD'nin etkisini göstermeye başladığı epizotta karşımıza çıkıyor. Yönetmenin Gaspar Noe olduğunu orada öğreniyoruz ve dansçılardan biri bağırıyor. 'Herşey Fransa için, Amerikalıları katledelim. Bu bir savaştır.' Yine geri gidip mülakattan sonraki epizotun başında 'Bu Fransız Filmini İftiharla Sunarız' şeklinde bir yazı belirdiğini unutmayalım. Şimdi bu bilgilerden nasıl bir sonuç çıkarmalı? Amerika'nın film endüstrisindeki hegemonyasına karşı Fransızların cevabı olarak görebilir miyiz? Kuşkusuz o mülakatları yapan da bir anlamda sahiden de Noe değil mi, bu film bir biçimde Amerika'daki izleyiciyle de buluşmayacak mı? Yazının başında da dile getirdiğim gibi, evet orası cennetse burası cehennem. Bir Fransız filminde ortalama zevklerinizi bir kenara bırakın ve sinemanın bir sanat olduğunu ve bunun bazen cehenneme inmek gibi hisler barındırabileceğini de unutmayın. Uyanın, dünya güllük gülistanlık bir yer değildir. Bir de Fransız olmayan birileri çıkıp siz ilgilenmeseniz de sizin zevklerinize başka bir şeyler katıp beyninizi uyuşturabilir. Her ne kadar bu olay 1996 kışında gerçekleşse de Fransız gençliğinin yaşadığı böylesi bir akıl tutulmasıdır işte. Bu durumu da Gaspar Noe gibi bir yönetmen çıkıp Anti-Amerikan bir anlatım yöntemiyle perdeye getirir.

Yıldız: * * * *

Bir Not 

Filmin çeşitli noktalarında karşımıza çıkan soundtrackler içerisinde, uzun dans sekansında Cerrone'nin Supernature (1977) adlı parçasının bir bölümü kullanılıyor, oldukça beğendim.

Bir Not Daha

Climax, Gaspar Noe'nin sanırım Türkiye'de en geniş dağıtıma ulaşan filmi oldu. Gösterimde olduğu iller: İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa, Antalya, Diyarbakır, Eskişehir. 21 Kasım'da da, Adana, Antakya, Bodrum ve Edirne'de gösterimleri olacak.

29 Ekim 2018 Pazartesi

Sergei Loznitsa'nın Krotkaya'sı

Bir masterclass gerçekleştiren ve dört filmiyle Boğaziçi Film Festivali'ne konuk olan Sergei Loznitsa'nın bu yılki filmi Donbass ne güzel ki festival haricinde vizyona da girecek ancak geçen yıl Cannes'da Altın Palmiye için yarışan Krotkaya (Uysal Bir Ruh) vizyona girememişti. Boğaziçi Film Festivali'nin yönetmene gösterdiği ilginin karşılığı olarak geçen yılki Altın Koza ve Filmekimi'den sonra bu yıl bir kez daha izleyicinin karşına çıkan filmde ismini bile bilmediğimiz bir kadının hapisteki kocasına ulaşma çabasına iki buçuk saate yakın bir sürede tanık oluyoruz. Günümüz Rus sinemasında yozlaşmışlığın oldukça net ve etkili temsillerini perdeye taşıyan yönetmenin filmini izlerken bürokrasinin işlemediği bir coğrafya karşımıza çıkıyor. Başkalarının hapisteki yakınlarına yiyecekleri didik didik edilerek ulaştırılsa dahi size hiçbir gerekçe göstermeden yiyeceklerinizi  kabul etmemeleri, nedenini sorduğunuzda terslemeleri ve bunun üzerine bir süre iş yapmayı bırakmaları sonucunda diğer bekleyenlerin de mağdur olması, daha çok üstüne giderseniz başınıza gelecekleri kestiremememiz... Dahası da var, bir takım devlet görevlilerine ulaşmak için kadın ticareti yapan insanlarla irtibat kurmanız gerekebiliyor mesela. Bir yerlerden tanıdık geliyor mu? Dünya'nın farklı coğrafyalarından da benzer hikayeleri perdede izlemiş olabilir miyiz? Hani şu gelişmemiş ama gelişmekte olduğu var sayılan bazı ülkeler. Amerika'nın güneyinde, Asya'nın güneydoğusunda ve Avrupa'nın yakın doğusunda olan, ister istemez Rusya da o ülkelerden biri olarak resmedilmiş. İlgimi çeken noktalardan birinde kadın sokakta bir adamla konuşurken adam Hegel ve Marks'ı anıyor, sonra da ekliyor: Ülkenin içine ettiler. Bir de duvarlara gamalı haçlar çizdiği söylenen karşı gruplar var. Belli ölçüde mesafeli bir dilin ardında Loznitsa, ilk filmi Mutluluğum'un yolundan gidiyor, aslında sistemler değişse de insan değişmiyor ve yoz kalıyor. Artık ezberlemedik mi? Ya da şöyle düşünebilir miyiz, Marks'ın çocukları gitti de böyle oldu. Ne yazık ki yönetmen yeterince bilgi vermiyor. Ayrıca Loznitsa makul ölçüde ağır bir anlatımla hikayesini ortaya koyarken biraz fazlaca diyaloğa yaslanmayı tercih etmiş bu da filmin sinemasal gücünü bir ölçüde zedelemiş. Örneğin filmin son bölümünde merak uyandırıcı şekilde başlayan bir rüya sekansı var, belki yarım saate yakın süren ama tamına yakını o kadar çok diyalogdan ibaret ki, bu müsamereden sıkılmayana aşk olsun! Yazılan diyaloglar çok ilgi çekici değil ve biraz monoton anlayacağınız.

Yıldız: * *  

Ve Bir Özür

Geçen İstanbul Film Festivali yazımda Naomi Kawase'nin Hikari adlı filminin Antalya'dan sonra bir daha perdeye gelmediğinden yakınmıştım. Yanılmışım. Geçen yıl Boğaziçi Film Festivali'ne gelmiş (daha sonra İstanbul Modern'e de) ama hem benim o dönem İstanbul dışında olmam daha da önemlisi festival duyurularının nedense çok cılız olması sebebiyle gözümden kaçmış. Bu cılızlıkta kültür-sanat dünyasına hakim muhalif grupların hükümete yakın bir festivale karşı tavrı etkili olabilir mi? Peki ya Boğaziçi ekibi çok mu farklı? İşte Uysal Bir Ruh adlı bu film vizyona girmeyip geçen yılki Filmekimi'ne gelmesine rağmen Boğaziçi'nin web sitesinde 'vizyonda kaçıranlar için...' şeklinde bir cümle kullanılabiliyor. Farklı festivallerin adını anmak bu kadar zor olmamalı diye düşünüyorum.

16 Ekim 2018 Salı

Filmekimi 2018

Bu yıl Filmekimi'nde oldukça stratejik davrandım ve ileriki aylarda vizyon tarihi belli olan pek çok filmi listeme almadım. Vizyon tarihi henüz belli olmayan, üstelik vizyona girme ihtimalini düşük gördüğüm ama benim türlü nedenlerle izlemek istediğim filmlerden oluşan bir liste yaptım... Beni dikkatle okuyanlar bilir, sinema konusunda yergiyi değil övgüyü severim, o yüzden izlediklerim içinde övgüye değer unsurlar gördüğüm 8 tanesini seçtim. Ayrıca çok fazla övülen bir film hakkında ise gerekçeleriyle birlikte bir yergim var. Bence en zayıf filmler Amerikanlar olurken, Cuaron'un Roma'sını da bu klasmanda değerlendirmemek için bir sebep yok. En beğendiklerimin başında ise sürpriz bir film geliyor: Kalpteki Bıçak.

Yann Gonzales'in Kösnül Filmi


Sanatın bir görevi de o ihlal edilmez denilen sınırları ihlal etmek, özgürlük de bir yere kadar diyenlere yok dahası da var diyebilmek değil midir? Bu konuda tereddütümüz yok. Öyle olmalıdır. Tıpkı Yann Gonzales'in yaptığı gibi. Un Counteau Dans Le Coeur / Knife+Heart, Türkiye'deki gösterim adıyla Kalpteki Bıçak kabul etmeliyim ki kendi sinema tarihimde izlediğim en tuhaf filmlerden biri. Şu salonu terkeden terkene diye tabir edebileceğimiz... Bir film, festival izleyicisine dahi sonunu getirtemiyorsa çokluk ben seviyorum o filmi. Gerçi hakkını yemeyelim terk eden çoktu da, terk etmeyen daha çoktu. 1970'lerin Fransa'sındaki bir gay porno yapım şirketinin patronu (Vanessa Paradis) ile ona artık yüz vermeyen kurgucu kadın sevgilisi (Louis McKenna), set işçileri ve çok sayıda oyuncuyla dolu porno film çekilen bir mekandayız. Sözümona bir seri katil dadanıyor sete, bir bir öldürüyor filmlerde oynayanları... Ama beylik bir seri katil filmi olmadığı gibi esas meselesi seri katil de değil, o filmin cazibesini arttıran bir figür sadece. Zengin renk paleti, incelikli kurgusu, M83'ün retro denilebilecek müzikleri ve bir sahne sonrasını kestiremediğimiz alabildiğine kural tanımaz tavrıyla da şaşırtıyor. Çoklu hislerimize hitap eden; germeyi, korkutmayı, kışkırtmayı, duygulandırmayı, hatta güldürmeyi kısa zaman dilimleri içerisinde başaran bir 'metafiction' bu. Film bitti sandığımız anda, gerçekten salon çok büyük ölçüde boşaldıktan sonra aynen biraz önce kendi ifade ettiği gibi bir süre daha devam eden bir filmden bahsediyoruz. Kendisinin de bir film olduğunun farkında ve bittiğinde yenisinin başlayacağının ve onun da elbet biteceğinin... Yann Gonzales bundan sonraki filmlerini merakla bekleyeceğimiz yaratıcı yönetmenler kısa listesine sağlam bir giriş yapıyor.  

Kalpteki Bıçak, hatırlarsanız Cannes'da görmezden gelinmişti. Tıpkı Ahlat Ağacı gibi son gün gösterilmenin gazabına mı uğradı yoksa onu mükafatlandıracak devrimci bir jürinin eksikliğini mi hissetti bilinmez ama eli boş gitmeyebilirdi diye düşünüyorum çünkü bu haliyle çok sınırlı bir dağıtıma tâbi olacak. Türkiye'yi ele alalım, Kalpteki Bıçak'ı Filmekimi'nde (o da sadece İstanbul) izleyemeyenler bir daha beyazperdede izleme şansı yakalayabilecek mi? Başka Sinema ya da Cinemaximum Arthouse kanalıyla dahi vizyona girmesi sürpriz olur. Bırakın Türkiye'yi, festivalleri saymazsak Fransa dışında hiçbir ülkede vizyona girmediği gibi gireceğine dair de bir işaret yok.


Jia Zhangke, Kül En Saf Beyazdır (Jiang Hu Er Nv) şeklinde Türkçeleştirdiğimiz (İngilizcesi de birebir aynı, Ash is Purest White) son filminde epik olarak da ifade edilebilecek bir kara filme bir yanıyla da duygusuz bir melodramaya imza atmış. Bir ilişkinin 2001'den günümüze uzanan yolculuğu büyüyen Çin'e koşut biçimde işleniyor. Bir mafya lideri ve ona sevdalı kadının yaşamını izliyoruz bir süre, bir yanda kapitalistlere tepkili halk öbür yanda ihtişamlı yaşamlar... Daha sonra sevdiği adamı korumak için 5 yıl hapis yatan da aynı kadın. Ama hapisten çıktığında gördüğü adam aynı adam değil. Film ikinci yarıda tamamen kadının (Tao Zhao'nun canlandırdığı Qiao) hikayesine dönüşüyor. Bir yanda dürüstlük, merhamet ve karşılıksız sevgi, diğer yanda yoğuşan şiddet, değişken duygular, belki iki yüzlülük var. Elbette geride bırakılan uzun yılların küle çevirdiği, o yüze vuran aşkın iç ateşi güzel resmedilmiş. Her ne kadar sönümlenmiş olsa da sonuçta tamamen yok olmayan ama şekil değiştirip küle dönüşen aşkı, Tao Zhao'nun yorum gücünden ilham alarak yansıtan Qiao karakteri, 'en saf beyaz' olanın da ne demek olduğunu bize gösteriyor. Acaba yukarıdaki bu ikilikler Çin'in geçmişi ve bugününü simgeliyor olabilirler mi? Arka fonda uzun yıllar önce geçtikleri yolu telefonun yardımı olmaksızın bulamayan ya da artık güvenlik kamerası olmadan yaşayamayan da aynı Çin halkı. Değişmeyense insanlardaki para kazanma hırsı, belki bir açıdan zorunluluğu. 

Çin hükümeti geçen yıl rejimlerinin adının Çin tipi sosyalizm olduğunu açıklamıştı. Şahsen ben, biçimsel olarak sosyalist olduğunu iddia eden, devlet müdahalesiyle dünyanın kapitalist devleri arasına giren ülkedeki bu değişimi arka fon olmaktan öte bir belirginlikte görmek isterdim. Ama olsun Jia Zhangke yine de etkileyici.  


Lars von Trier, örneğin iki önceki filmi Melankoli ile belki de kendisinden beklenmeyecek derecede Hollywood-vari bir kıyamet filmi çekmiş ve bende hayal kırıklığı yaratmıştı. Son filmi The House Jack Built / Jack'in Yaptığı Ev ise gerilim türünün bir takım özelliklerini taşıyor olsa da herhangi bir Hollywood filminden pek çok açıdan farklılaşan bir yaratıcı sineması örneği. Her ne kadar film son dönemde yönetmenin nevrotik hallerinin dışavurumu olarak kendini gösteren emarelerle dolu olsa da o ruh halinin yaratıcılığı kışkırtan bir yanı olduğu rahatlıkla iddia edilebilir. 155 dakikalık bu uzun film bir seri katilin 12 yıla yayılan cinayetlerinden 5 tanesini birbirinden bağımsız 5 epizot içerisinde inceliyor, gerçi bir bölümde 3 diğerinde 2 kişiyi öldürdüğü vakalar da var ama aynı mekanda birbiriyle bağlantılı vakalar bunlar. 6.epizotu ise sonsöz olarak adlandırmış yönetmen. Matt Dillon'ın hayat verdiği Jack karakteri yüksek zekalı ve cinayetlerini büyük bir sanatçı zarafetinde gerçekleştiriyor ve her vakadan sonra düşüncelerini bir tür iç sesi olarak adlandırılabilecek Bay Verge'ye anlatıyor, biz de dinliyoruz, şüphesiz yoğun diyaloglarla örülü ve izleyiciyi yorgun düşürebilecek anlar... O anlarda Jack'in yer yer derinleşen hatta bazan kaçırdığımız ya da anlamakta zorlandığımız düşünce bombardımanına maruz kalırken, perdede; mimariden, resime, müzikten, doğa belgeseline, çizgi film karelerinden yönetmenin önceki filmlerine kadar görüntüler silsilesiyle karşılaşıyoruz. Bir yerde Stalin, Lenin, Mao, Pol Pot, Hitler bile beliriyor. Yönetmen sinema aracının olanaklarıyla Jack'in işlediği cinayetleri ayrıntılarına kadar betimlerken, içine düştüğümüz dehşet, Jack aracılığıyla yönetmenin insanlık tarihine dair düşünceleriyle bütünleşiyor ve yargılarımızın boyutunu genişletmemiz gerektiğini bize hatırlatıyor. Bir seri katile kızarken insanlığın onsuz yapamadığı siyasetçileri nereye koyacağız, peki ya onların gerçekleştirdiği kırımları? Yine yönetmen siyasetin acımasızca katlettiği çok sayıda insanın görüntülerini de bir yerde perdeye taşıyor ve belki şöyle soruyor: Doğadaki bu bitmek bilmez şiddet dürtüsüne engel olmayı bir kenara koyun o şiddetin kaynağı tarafından yönetilmeyi bile isteye kabullenen bir toplumun değer yargılarını tekrar gözden geçirmesi gerekmez mi?  

Asako 1-2 filmi ise verimli bir yıl geçiren Uzakdoğu'nun sinema tarihine
izler bırakmış ülkesi Japonya'dan geliyor. Asako genç bir kadın, tesadüfen tanışıp sevdiği ama onu nedensiz terk eden Baku ve yine tesadüfen tanışıp biraz da tipi Baku'ya benzediği için zamanla sevdiği Haruyo arasında kalıyor, tabii yıllar sonra. Kimileri bilincimizden öte yüreğimizle baktığımızda daha çok sevebileceğimizi düşündüğüm filmin bir iki sahnesinin bir miktar gerçekçilikten uzak olduğunu iddia edebilir elbette. Ancak aşkın dehlizlerinde olgulara ulaşmak galaksimizin ötesinde ne olduğu sorusuna cevap vermekten daha mı kolay, peki aşkı tanımlamak, kimi sevip sevmeyeceğimize karar vermek hangi matematiksel kesinlikle açıklanabilir? Üstelik siz birini, tipi daha önce sevmiş olduğunuz birine benziyor diye sevmeye kalkarsanız ! Ryusuke Hamaguchi'nin Asako 1-2'si buralarda geziniyor, her zaman olumlamasak da o bazen olumlamadığımız insanlık hallerine de dokunan, her şeye karşın masumiyetin ya da saf sevginin taşıdığı; tatlılık, sıcaklık, huzur gibi kelimelerle açıklanabilecek ruha sahip bir film. Özünde iki erkek arasında kalmış kadının üzerinden ortaya çıkan basit hikayeyi o basitliği bir çırpıda geçip şiirselleşmiş olarak görmek de mümkün.


Japonya'dan gelen diğer bir film Naomi Kawase'nin Vision'u; yumuşak, makul düzeyde akıcı, belli ölçüde düşsel ve kolaycı yaklaşımlara prim vermeyen üslubuyla kimileri için fazla şiirsel gelebilir. Mesela arka sıramda oturan bir izleyici film bittiğinde 'bu ne şimdi, parçaları nasıl birleştireceğiz' diye veryansın ediyordu. O halde yönetmenin adeta yaşlandıkça güzelleşen Juliette Binoche'a başrolü teslim ettiği Vision'u nasıl değerlendirmeli. Mutluluk kalptedir diyen rol arkadaşı Masatoshi Nagase'den yola çıkarak şu Uzakdoğu'ya has kalplerimizin gözleriyle izlenmesi gereken bir film olarak mı? Artık olgunluk çağına girdiği ifade edilebilecek yönetmen bu kez Binoche'u vision adındaki bir bitkiyi bulmak için Japon ormanlarının derinliklerine sürüklüyor. Bu özel bitki, 997 yılda bir ortaya çıkıyor ve en son görüneli yaklaşık 997 yıl olmuş ve bu yakın zamanda bir kez daha karşımıza çıkacağını müjdeliyor. Film farklı noktalarında birkaç karakteri bizlere sunuyor, epey sonraysa yapbozun parçaları oturmaya başlıyor, her ne kadar kalp vurgusu yapsak da kesinlikle bilincimize hitap eden bir yönü de var filmin ve özellikle sonları ciddi biçimde beyin jimnastiği yapma şansı sunuyor. Hayatın döngüden, o sonsuz bitiş ve başlangıçlardan ibaret olduğunu, mutluluğun bizim dışımızda değil en derinimizde olduğunu, geçmiş (anılar) ve geleceğe (hayaller) sıkışmamamızı, anı yaşamamızı salık veriyor. O 'an' değil midir ki zaten yaşam dediğimiz şey. 

Ulus aşırı bir aktrist olan Juliette Binoche, Olivier Assayas'ın Çifte Hayatlar (Double Vie) filmi ile bir kez daha sahnede... Personal Shopper ile dikkatimizi çeken günümüz teknolojisi bizi nereye götürüyor sorusuna yeni bir boyut katmış yönetmen. Bir yayıncı, bir kitap yazarı ve onların eşleri ve birkaç kişiden daha oluşan film büyük oranda yayıncılık sektörünün bugünü üzerine tartışmalardan oluşuyor. İnternet yayıncılığı basılı kitaplarının sonunu getirecek mi, sosyal medya bağımlısı yeni kuşağın artık kitap okumaması, tablet ya da akıllı telefonlardan okuyoruz diyenlerin de aslında pek gerçekçi olmadığı, internet yayıncılığında kaliteyi korumanın önemi gibi... Fransız entelektüel kesiminin beyin fırtınasına tanık ettiriyor bizleri. Adı gibi ikilikler ya da arada kalmışlıklar üzerine bir film diyelim biz ona. Bu arada hep de yayıncılık tartışılmıyor elbet, bu insanların özel hayatları var, tabii ki tek eşle yetinmeleri zor oluyor, eşleri dışında sevgilileri var, hatta bir tanesinin sevgilisinin de sevgilisi var, aslında o bir lezbiyenmiş... Neyse çok önemi yok. Oldukça hafif dokulu bir film olan Çifte Hayatlar'ın yayıncılık üzerine tartışmaları kuşkusuz bu konularla ilgilenenlerin daha çok ilgisini çekecektir. Mesela basılı yayınların kudretine inanan ama burada bir blog yazarı olmanın özgür imkanlarından yararlanmaktan da ayrıca mutlu olan benim gibi. Assayas'ın gündelik diyalogların ötesinde pek bir şey vaat etmeyen filminin başarısı, güncel tartışmaları iletmenin yanı sıra mizah dozu iyi ayarlanmış bazı sahneleri de içermesinden geliyor. Bir de insan Fransız entelektüel çiftlerin ilişkilerindeki rahatlığa ve karşısındakine gösterdiği olgun tavra gerçekten imreniyor.

Stéphane Brize, Savaşta (En Guerre) filmine Bertold Brecht'ten bir sözle başlıyor. "Mücadele eden yenilebilir ama etmeyen zaten yeniktir". Bir otomobil firması işçilerle iki yıl önce bir anlaşma yapmış ve onlara güvence vererek onları aynı ücrete daha uzun saat çalıştırmıştır. Tam da kapitalizme özgü bir hamle aslında, işçi daha fazla artı değer ortaya çıkarır, böylece patronlar zenginliğine daha da zenginlik katar. Ancak daha ötesi de söz konusu, kapitalizmin işleyiş mantığının yanı başında, küresel boyutu da işin içine giriyor, işçilerin özverili tutumunu suistimal etmek ve onları yüzüstü bırakmak gibi. Nasıl mı? Fabrikanın artık yeterince kar etmediğini düşünüp, hissedarların kardan zarar etmemeleri için fabrikayı kapatarak, daha doğrusu başka bir ülkeye taşıyarak... Şirketin aynı gemideyiz diyerek işçileri oyalaması, hedef şaşırıp kendilerini birbiriyle kavga ederken bulan işçi sendikaları, Elysée sarayının serbest piyasaya müdahalenin verimliliği düşüreceği gerekçesiyle çekimser tavrı, Fransa dışındaki pek çok ülke insanına çok tanıdık gelecektir. Yönetmen bir kez daha emektar Fransız aktör Vincent Lindon'un oyun gücünden yararlanıyor, Lindon'un bir sendika liderini canlandırdığı, ayrıca gerçek işçilerin de içinde yer aldığı filmin öncesi yönetmen Fransa'daki benzer olayların nasıl meydana geldiği didik didik etmiş sonra senaryoyu yazmış, bunları yaparken 'belge ve sanat' arasında bir denge tutturmaktan öte bir tutum sergilemiş, benim tarafım açıkça ilki demiş. Savaşta'nın neredeyse tamamı o kadar yoğun tartışmalarla dolu ki, bu takibi güçleştiriyor ve mecburen sinemasal hazzı epey düşürüyor. Yıllar önce çok benzer bir konuyu irdeleyen Dardenne Kardeşler'in İki Gün Bir Gecesi'nin etkileyiciliğine ulaşamasa da yine de yönetmenin finaldeki mesajı aynı, ve bu kez o mesaj Brize'ye uzak coğrafyadan bir politik ruh kardeşinin dizelerini doğrudan akla getirebilir: "Ben yanmasam, sen yanmasan, biz yanmasak nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa..."

Bi Gan'ın Di Qui Hou De Ye Wan/Uzun Sürmüş Günden Gece'ye Yolculuk adlı
filminden çıktıktan sonra ilk düşündüğüm yönetmenin yaşı oldu, kesinlikle toy dedim. Hemen yaşına baktım, 29'muş. Kamerayı büyük bir hevesle eline almış olmanın heyecanıyla ne anlatacağını bilemeyen bir halde. Bir takım küçük yaratıcı buluşları biraz olsun bütünlüklü bir esere dönüştürememiş. Bir erkek ana karakterin geçmişindeki kadını her yerde arayışı, aradığına benzer kadınlarla muhabbetlerini izliyoruz. Zaman zaman fazlaca diyaloğa yaslanan filmdeki bu arayış hiçbir kolona yaslanmıyor, bırakın sinemasalı herhangi bir anlatısal cezbediciliği dahi yok. Ta ki ikinci yarıya kadar, filmin başında perdede gördüğümüz, karakterimiz gözlüğü taktığında siz de koltuklarınızdaki 3D gözlükleri takın uyarısı karşılığını buluyor. Yenilikçi bir tavır, kuşkusuz. 3.boyuta ulaşan film ilk yarıda ıskaladığı 4.boyuta ulaşma noktasında da bir miktar ivme katederken bu bölümde belli bir gizem duygusuna koşut giden başarılı bir plan-sekans çalışması var. Yine ilk yarıyla ilişkili saat, ateş, elma gibi 'leitmotif'ler filme dikkatimizi arttırıyor, karakterlerin birbirlerine söyledikleri; saatin sonsuzluğun fişeğin ölümlülüğün sembolü olduğu gibi düşündürücü diyaloglar da var var olmasına ama var olmuş olmak için var ne yazık ki.


Bizde Çağan Irmak'ın bazı filmleri ya da daha küresel bir başarı öyküsü, Kenneth Lonergan'ın Manchester By the Sea adlı filmi de yaratıcılıklarıyla değil, ortalama izleyiciyi yakalama stratejilerinin başarısıyla bilinir tıpkı Alfonso Cuaron'un Roma'sı gibi. Roma kendine gelişmiş dünyanın ortalama bir televizyon izleyicisi hedeflemiş ve ona göre tasarlanmış. Demeyin ki ne var bunda çok mu kötü bir şey bu. O zaman Türkiye ölçeğinde ortalama izleyiciyi hedefleyip çekilen ve her defasında stratejisinin haklılığını ortaya koyan Recep İvedik serisine de laf atmayın... Biri ABC1 grubunun ortalamasıysa diğerini de Total ortalama gibi düşünün...  İkisi de sanatsal değer üretiminin epey uzağında televizyon reyting kavramları. Hani şu adı aptal kutusuna çıkan. Geçelim... Roma'yı izlerken birkaç bölümlük dizi olsa ya da film bittiği yerden devam etse ve birkaç sezon sürecek bir dizi olsa olmaz mıydı diye düşündüm. Kimin itirazı olabilir, adı da İyi Kalpli Hizmetçi Cleo olabilirdi mesela. Tam Soap Opera ismi. Zaten Latin Amerikalılar Soap Operalarıyla meşhur değil midir? Hele Cuaron'un ülkesi Meksika. O Rosalinda'lar Alma Rebelde'lerin ne fanatikleri vardı zamanında... Film Venedik'teki prömiyerinde büyük yankı uyandırdığında soğukkanlı yaklaşıp sosyal medya hesabımdan bir paylaşım yapmış ve şu cümleleri kullanmıştım. Cuaron'un Roma'sı en nihayetinde bir televizyon filmi. Yani olsa olsa ne kadar muhteşem olabilir ki? Sınırları, çerçevesi belli, ulaşabileceği maksimum düzey belli. Ölçüyü buradan alın işte. Bir kere sinema tarihine varoluşu gereği kalabilecek bir film değil. En nihayetinde bir Netflix filmiydi, yani televizyon ya da bilgisayarlarınızda izlemeniz için tasarlanan. Beyazperde ve daha küçük ekranda izlenmesi için tasarlanan film ya da sadece dinlenmesi için tasarlanan film (radyo filmi) arasındaki farkları ben uzun uzun anlatmayayım çok sayıda kitap var bu konuda (Turgut Özakman'ın Oyun ve Senaryo Yazma Tekniği gibi). Elbet günümüzde belli ölçüde sınırların belirsizleştiği de ifade edilebilir. Ancak hala sınırların büyük oranda korunduğu da apaçık ortada. Kanıtı dün gece Zorlu'da izlediğimiz Roma adlı film işte... Cleo, bir üst sınıf ailenin hizmetçiliğini yapan iyi kalpli bir kız ve onunla birlikte ailenin geçip giden günlerine tanıklık ediyoruz. Cleo'nun kaçamağı, aldatılması gibi unsurlar da var. Cuaron, vakur bir anlatımla hikayesini anlatmaya başladığı ama yine de en ufak yaratıcı anlar yaşatmadan günlük rutinin içinde debelendiğinde tam da o dizilere özgü yapay gerilimler kendini gösteriyor, filmin bütünlüğü içinde bir karşılığı olmayan bir deprem ve yangın sahnesi araya konuluyor. Neyse ki kısa sürüyor ama ilerleyen dakikalarda trajedi üstüne trajedi yaşanmaya başlıyor, aynı sakız gibi uzatılan dizilerde gördüğümüz sahneler bunlar... Kanlı miting ve onunla doğrudan ilintili Cleo'nun bebeğini ölü doğurduğu sahne ve sonra Cleo'nun ailenin denizde boğulan çocuklarını kurtarmasının (üstelik yüzme bilmemesine rağmen) uzun uzadıya gösterilmesi ortalama izleyicinin ruhunu okşayacak hamleler, Cuaron maalesef duygu sömürüsü yapıyor. Haliyle dizi izlemeyi ve kitle sinemasını seven -ki aynı insanlardır bunlar- o geniş kesimleri çok rahat etkileyebilecek bir film. Sinemadan çıkar çıkmaz sosyal medyadaki aşırı övgü ifadeleri de bunu doğruluyor. Peki hiç mi iyi bir şey yok bu filmde? Salondan mıydı filmden miydi emin değilim ama denizdeki dalgalar kıyıya vurdukça lunaparklardaki gibi koltuklarımız da sallandı sanki. Ayrıca özenli siyah-beyaz kadrajlar ve çevreyi betimlemeye yarayan ağır kamera hareketleri var, göze hoş mu geliyor, belki. Bir de Cuaron'un kendi hayatından izler barındırdığını düşünürsek alt sınıftan ama iyi kalpli hizmetçisine yıllar sonra bir vefa borcu olarak, iyi niyetli bir hareket olarak düşünülebilir, hayatını kurtarmış ne de olsa... Ama keşke bu borcu ödemenin ortalama izleyiciyi hedeflemeyen daha yaratıcı yollarını bulabilseydi. O zaman da Hollywood ve Netflix ile bağlarını koparması gerekirdi herhalde. Böyle başa böyle tarak! 

Yıldız Tablosu

Kalpteki Bıçak   * * * *

Kül En Saf Beyazdır   * * * *

Jack'in Yaptığı Ev  * * * *

Asako 1-2  * * *

Vision  * * *

Çifte Hayatlar * * *

Savaşta  * *

Uzun Sürmüş Günden Geceye Yolculuk   * *

Kız  * *

Roma  *

Gölün Altında (Under the Silver Lake)   *

Mandy X

30 Eylül 2018 Pazar

Irkçılığın İzinde Rahat İzlenen Bir Film

Hollywood'un kolaycılıkla itham ettiğimiz reçeteleri her zaman mı olumsuz olarak görülmeli? İlle de her film sinema sanatına bir katkıda mı bulunmalı, en azından böyle bir çabası olmalı mı? Mesela Spike Lee'nin geçtiğimiz Cuma vizyona giren filmi BlackkKlansman'ı nasıl değerlendirmeliyiz? Tipik bir ana akım film olarak mı? Kuşkusuz dramaturjik yapısı, hani şu alabildiğine hareketli, yoğun biçimde söze dayanan haliyle bir sinefile nasıl bir çekicilik vaat edebilir ki bu film? Üstelik pek çok kentteki popcorn salonlarda kolaylıkla kendine yer bulması o meşhur vasatlıkla ilintili değil mi? Elbette bir açıdan öyle, onu bir kenara koyalım. Ama ben filmin en azından eleştirel ve hümanist bir içeriğe sahip olduğunu söylemeliyim. BlackkKlansman'a pek çok Hollywood filmine göstermeyeceğim bir iyimserlikle yaklaşıyorum. Bir kere Lee, diğer yurttaşları gibi zerre göz boyamaya çabalamıyor. Vietnam Savaşı zamanları bir siyahinin polis teşkilatına girip ülkedeki ırkçılığı devletin içerisinden değiştirebilme çabasına odaklanıyor. Kolay değil elbet, o devlet değil mi ki Amerika'daki eli silahlı ırkçılara orduda yer veren. Yine film bize bir yönüyle barışçıl, insan ayırt etmeksizin şiddetle, kanunsuzlukla mücadele etmeyi amaç bellemiş müspet bir devlet görünümü sunuyor ki o dönem Amerikan devleti böyleyse, bravo vallahi. Elbet sadece izler sunuyor, daha derinlere hiçbir zaman inmiyor film. Katliamlar yapan ırkçı bir örgüt olan Klu Klux Klan'ın tekrar hortladığı dönemde örgütün planlarını kendi gibi ırkçılıktan nasibini alan Yahudi meslektaşıyla (Adam Driver) çözmeye çalışan bir siyahi başrolümüz var (John David Washington canlandırıyor). O başrolün (filmde ve gerçek hayatta Ron Stallworth) kitabından uyarlanan filme, oldukça usturuplu bir aksiyon filmi denebilir, polisiye filmlerden de izler ve bir miktar mizah barındırıyor, yer yer gerçekçilik duygusunu zedeleyecek Hollywood'a has ciddiyetsizlik de yok değil, ama kendini bir biçimde zevkle izletiyor işte, çünkü politik-tarihsel bir dayanağı var filmin. Amerika'nın ırkçılık tarihinden bir kesiti irdeliyor. Siyahilere yönelik akla hayale gelmeyecek nefretin izlerine mercek tutuyor. Yönetmenin filmin sonunda daha geçen yıl haberlerde izlediğimiz ırkçılık karşıtı bir protestoda eylemcilerin arasına araçla dalmak suretiyle gerçekleştirilen ölümlü saldırının görüntüleri ile Trump'ın ırkçıları aklamaya çalışan görüntülerini sunması bütünlüklü bir çerçeve çiziyor. Irkçılık konusunda o kadar yıldan sonra çok şeyin değiştiğine pek de emin olmayın diyor Lee ve karamsarlığımız artıyor.

Yıldız: * * * 

15 Eylül 2018 Cumartesi

Vizyonda Kayda Değer Filmler


Zamanda yolculuk mümkün müdür? Ya da şöyle soralım: Bu yolculuk hem ileri hem geri olabilir mi? Ya da bir tanesini seçme şansımız olsa hangisini seçerdik? Stephen Hawking yıllar önce Radikal gazetesinin tam çevirisini yayınladığı yazısında Albert Einstein'ın yolundan gitmiş ve ışık hızına erişebildiğimiz takdirde bunun teorik olarak mümkün olduğunu belirtmişti. Oysa zamanda geriye gitme şansımız teorik olarak dahi mümkün değildi. Elbette Hawking öyle düşünebilir ama bunun da çeşit yolları olduğunu biliyoruz aslında. Üstelik ileriye akan zamanın sanıldığı kadar olumlu olmadığı da çok yazıldı çizildi... Fazla uzatmayalım, güzel olan, bana zaman üzerine tüm bunları hatırlatan filmin bir bilimkurgu olmaması ve bana kalırsa adına inat western de pek sayılmaz bu film. Cannes Film Festivali'nden Belirli Bir Bakış, İstanbul Film Festivali'nden ise Altın Lale ödülü ile dönen Valeska Grisebach'ın yönetmenliğini yaptığı Western'i yönetmeni bir önceki filminden 11 yıl sonra gerçekleştirmiş ve inanır mısınız çok büyük oranda erkekler arasında geçen filmin yönetmeninin bir kadın olduğuna... Bulgaristan kırsalına alt yapı getirmek için görevlendirilen bir grup Alman işçisi ülkeye gelirler gelmesine de, bulundukları yer kendi ülkelerinden haliyle epey farklıdır. Orada uzun süre yaşamaları çok da kolay olmayacaktır. Elbet bir biçimde yaşarlar yaşamasına da, dillerini bilmedikleri ahaliyle ilişkileri de çetrefil olur. Lejyoner (bir çeşit paralı asker) olarak görülen gruptan biri Meinhard (Meinhard Neumann) ise yerli halkla giderek ısınan bir ilişki kurmaktadır. Filmin bir yerinde onları gözetleyen iki yerliyi kovalarken ne yeterli suyu ne düzgün bir yolu ne de ışığı olan bu diyarda nereye geldik biz diye veryansın eder bir tanesi, 70 yıl geri geri gittik diye devam eder konuşmasına, gülerek. Filmin sonunda da Meinhard'a köy böyledir, ne arıyorsun burada diye soruyor bir yerli ve cevapsız kalıyor bu soru. Bana kalırsa Meinhard bir noktada geçmişi arıyor. Bugünün imkanlarının (iktidarının) çok gerisinde olsa da bugün (Batıda) olmayan bir samimiyeti, tevazuyu. Ve zamanda geriye yolculuğu filmin adı da olan o Batılı, Doğu'ya giderek gerçekleştiriyor, diğer deyişle kentli taşraya gidiyor çünkü taşrada zaman daha yavaş akıyor, aynı anda farklı coğrafyalar farklı yılları yaşıyor, buna hiç şüphe yok. Tüm bu anlattıklarımı bu film içinde yer almayan bilgilerle de sentezleniyorum farkındayım ama filmin böyle bir yoruma kapı açabildiği ortada. Sonuçta farklı yönlerden bakmak çok mümkün olsa da böylesine temel bir mesele bilimkurgu kalıplarına girmeden de gayet güzel anlatılabiliyor. Yine de ben eleştirmen arkadaşlarımın filme bu açıdan yaklaşacaklarına pek ihtimal vermiyorum. Belki yanıltırlar. Belki sadece birkaç sinemada gösterimde olan filme yazı yazma zahmetine dahi girmezler.

Yıldız: * * *


Yine İstanbul Film Festivali'nde gösterilmiş olan Beast (Canavar) ise Western'e
kıyasla genel kitleye daha yakın bir film. Bir adada geçmişinde kötü anılar
bulunan genç bir kadının -Moll (Jessy Buckley)- yine tacize uğradığı bir anda karşılaştığı genç bir adamla -
Pascal (Johnny Flynn)- ilişkine koşut biçimde ailesi ve çevresinin bu ilişkiye tepkilerini anlatıyor çünkü adada ardı ardına ergenlik yaşındaki kızlar tecavüze uğrayıp katlediliyor, geçmişindeki bazı vukuatlardan dolayı da Pascal'ın şüphe uyandırdığı Moll'e iletiliyor, daha sonra öğreneceğimiz ondan hoşlanan biri (Clifford) tarafından. Bu noktada gerilimi yavaşça tırmanan film bir aşk filmine has anlarla da hemhal oluyor ama gerilim bir an olsun azalmıyor ve film bitene kadar devam ediyor. Çok iyi yazılmış ve çekilmiş, sürpriz sayılabilecek finaline kadar da merak unsurunu bir an olsun yitirmiyor. Moll'un şiddete eğilimi, Pascal'ın kural dışılığı, Clifford'un Moll'e karşı hissettikleri ve Portekizli işçi Nuno iyi bir gel-git yaratıyor. Kim bu canavar sorusuyla izleyicisini boğuşturuyor. Sonuçta British Film Institute'ün desteğiyle çekilmiş film okyanus ötesindeki pek çok benzerinin ötesine geçebilecek bir tür filmi.

Yıldız: * * *

10 Ağustos 2018 Cuma

Sinemamızın En İyi Aşk Filmlerinden

Rahatlıkla sinemamızın başyapıtları arasında gösterilebilecek Ömer Kavur imzalı 'Kırık Bir Aşk Hikayesi', Başka Sinema sayesinde İstanbul'da vizyona girdi. Ama tahminimce hiçbir eleştirmen arkadaşım film hakkında yazmayacak.


Aşkın insanevladının yeryüzünde yakalayabileceği en yüce duygu olduğunu çok kere belirtenlerdenim, gücüm elverdiğince de belirteceğim. Aşkın anlatılmaya belki de en çok ihtiyaç duyduğu zamanlardan geçiyoruz. Tüm ilişki biçimleri gibi aşkın da kar-zarar şirket mantığında işlendiği korkunç zamanlar bunlar... Daha önceleri çok mu farklıydı, bilemiyorum çünkü tanıklığım yok ama bana hep kötüye gidiyormuşuz gibi geliyor. Belki de benim vesvesem... Tüm aradığımız, aramamız gereken, çıkarsızca birbirini seven, birbiriyle pek çok şeyi paylaşmaktan mutlu olan ve sevdiğini mutlu etmekten mutlu olan insanlar olabilmek. Yoksa bana şunu vaat edersen seninle evlenirim, bir diğeri daha fazlasını vaat ederse ona gidebilirimin adı aşk değildir. Aynı şekilde bir kadını sadece göğüs, kalça vesaireden ibaret görmek de. Yoksa tam 13 yıl önce hayatımda ilk aşık olduğum kadının çarpık bacaklarının bana dünyanın en güzel bacakları olarak görünmüş olmasını nasıl açıklayabilirim... Neyse ki bütün bu anlatmaya çalıştıklarımı benden daha etkili yapan eserler var, aman var olmaya da devam etsin. Örneğin edebiyatta Kürk Mantolu Madonna daha bestseller olmadığı zamanlarda, 2007 yazında okuduğumda yaşadığım duygusal yoğunluğu unutamam. Son 5 sayfasında salya sümük ağlamış, daha sonra romanı birkaç kez, son sayfalarını belki onlarca kez okumuş ve her seferinde ilki kadar olmasa dahi gözlerimin sulandığını kalbimin farklı çarptığını hissetmiştim ve geçen yıl Zorlu PSM'de romanın tiyatro uyarlamasını izlediğimde de çok benzer duygularla ayrılmış, son dakikalarında yine ağlamıştım. Bu vesileyle romanı uyarlayan-yöneten Engin Alkan'ı ve başta Tuba Ünsal, Menderes Samancılar, Alper Saldıran, Sercan Badur olmak üzere tüm oyuncuları tebrik edelim. Kürk Mantolu Madonna bana göre ülkemizde aşkı etkili biçimde anlatan romanların başında geliyorsa Kırık Bir Aşk Hikayesi de aşkı etkili biçimde anlatan filmlerin başında geliyor işte. Keşke Başka Sinema denen pek güzel platform yıllar önce ortaya çıkmış olsaydı da Kırık Bir Aşk Hikayesi'ni de ilk kez sinemada izlemiş olsaydım. Ama olsun muhakkak ilk kez sinemada izleyen birileri olacaktır. En azından bana şu yazıyı yazdıran da filmin sinemada gösterilmesi değil mi zaten? Bu vesileyle birileri sinemada izledi, bir kısım insan da böyle bir filmin varlığından haberdar oldu, belki olacak ve izleyecek... Sinemamızın en önemli birkaç auteur yönetmeninden Ömer Kavur'un ilk dönem filmlerinden olan Kırık Bir Aşk Hikayesi; Gizli Yüz, Akrebin Yolculuğu, Karşılaşma hatta Anayurt Oteli gibi soğuk-mesafeli, varoluşçu ve belli ölçüde fantastik üslubunu henüz olgunlaştırmadığı, daha bir Yeşilçam'ın kıyısında gezindiği dönemden ama o sinemanın görüp görebileceği belki de en içtenci yaklaşımla kotarılmış bir film. Aynı zamanda yönetmenin 1980 darbesi sonrası ilk filmi. Filmde darbenin konusu edilmese dahi, darbe sonrası ruhunun filme sirayet ettiği ve filmin büyüklüğünün biraz da buradan geldiği rivayet edilir. Sinemasını edebiyattan destek alarak şekillendiren yönetmenin Selim İleri ile birlikte kaleme aldıkları film bir Ege kasabasında geçiyor (Ayvalık'ta). Kente gelen yeni lise öğretmeni Aysel (Hümeyra) ve işleri kötüye gittiği için bir fabrikatörün kızıyla evlendirilmek istenen yakışıklı Fuat'ın (Kadir İnanır) tam da bir düğün arefesinde istemsiz yakınlaşması konu ediliyor. E aşk biraz da böyle bir şey değil midir zaten, en olmadık zamanda karşımıza çıkan. Ancak salt bir aşk filminin ötesinde mekanikleşmiş, duygusuz haliyle taşra insanı ve onun diğerleri üzerinde yarattığı mahalle baskısını bir bütün olarak ele alışıyla zenginleşiyor. Her şeyin paraya indirgendiği ve bunun yanında insan merkezli olmayan bir ahlak anlayışının doğurduğu mutsuzluğu olması gereken diye kodlayan bir coğrafyada insanların sevmediği insanlarla evlenmeye zorlandığı ve bu duruma direnmeye çalışan iki insanın hikayesi çok güzel yazılmış ve oynanmış ve bence kof melodramlara değil de daha fazlasına duygulanacak insanları hüngür hüngür ağlatacak türden... Mesela ikilinin aşklarının ete bürünmesinin simgesi denebilecek bir kanarya var filmde. Yıllar sonra filmin finalinde ikilinin bir dinlenme tesisinde karşılaşması ve Aysel'in 'sarı kanat öldü...' demesi ve bizde hissetirdikleri anca büyük sanat eserlerinin başarabileceği olgunlukta ve bunun gibi yüreğimizden vuran, tek başına o kadar anlam ifade etmezken filmin içinde anlam kazanan başka cümleler de var. Fuat'ın dediği 'mutluluk yanımızdan gelip geçti...' veya Aysel'in dediği 'hiçbir şey söyleme, çok güzel ve çok acıydı, hepsi...' gibi. Yine filmin ilk yarısında gözüken resim öğretmeni Bedri'nin (Kamran Usluer) filmdeki varlığı ve tepkilerinin Kavur'un varoluşçu yaklaşımının ta o zamanlarda dahi filmlerinde kendini hissettirdiğinin bir kanıtı. Filmin en önemli artılarından biri de kesinlikle Cahit Berkay'ın müziği.

Yıldız: * * * *

25 Temmuz 2018 Çarşamba

İçinde Başyapıt Esintileri Taşıyan Film

Ermeni asıllı Fransız yönetmen olarak bilinen Robert Guediguain'ın vizyondaki 2.haftasını doldurmak üzere olan son filmi La Villa (Deniz Kıyısındaki Ev) pek çok açıdan oldukça etkileyici olmakla birlikte, çok fazla parçayı tek potada eritme yaklaşımıyla belli bir ivme de kaybediyor hiç şüphesiz. Babalarının felç geçirmesiyle Marsilya'da denizin kenarındaki bir villada toplanan yaşını almış 3 kardeşin yaşadıkları olarak özetleyebileceğimiz film. Bize en az tanıttığı yaşlıca olanın dışında (1952 doğumlu Gerard Meylan- filmde Armand) harikulade bir hatip olarak tanıtılanın (Jean-Pierre Darroussin-filmde Joseph) genç sevgilisiyle (benim François Ozon'un Yeni Kız Arkadaşım filminden hatırladığım büyülü güzel Anais Demoustier- filmde Berangere), eski bir tiyatrocu olanı (Ariana Ascaride-Angele) da hayranı bir balıkçıyla gönül işleri cenderesine alıyor. Önce yapılaşmayla bozulan cennet doğaya ilişkin bir film görünümündeyken, Arap mültecilerin dramı ve onlara kucak açan sol-kanat aydınları anlatan bir filme evriliyor. Özellikle mültecileri anlatmaya başladığı neredeyse filmin son 1/3'lük bölümü yönetmenin izleyiciye hem önemli sözler sarf ettiği hem de bunları görselleştirdiği anlarla dolu. Siyahi bir ordu mensubuyla Joseph'in tartışmaları oldukça ilginç mesela. Joseph'in önce ordu tarafından konforu sağlanan bir burjuva sınıf mensubu sonraysa ırkçı biri olarak görülmesi ve tepkisi. Siyahi olanın devletin ''baskı aygıtı'' görevindeyken beyazın ona muhalif bir noktadan bakması ama baskı aygıtının bunun pek de farkında olmaması, ve tabii ki 3 kardeşin kendi isimlerini yankıladıkları, göçmenlerinse ölen kardeşlerinin ismini yankıladığı final bölümü bence önemli şeyler anlatıyor. Kayıpları olanlar ve olmayanların farkı olarak mı yorumlamalı bu sahneyi? Mülteci çocuklarının birbirinin ellerini bırakmadığı ve onların ellerini bırakması için Joseph'in bulduğu yöntem de ilgi çekici. Ayrıca Angele'in bir takım talihsizlikler sonucu ölen kızı da yine filmin içinde kendine yer buluyor. Felçli babayla da önemli bir bağlantı noktası var onun, bir de komşuları var sanıyorum ki ve oğlu var yine bu toplama katılan. Üstelik filmdeki oyuncuların yıllar önce yine benzer bir deniz kenarında çekilmiş filminden alınan gerçek bir flashback var. Yine de keşke fazla dağılmadan derdini anlatmış olsaydı Guediguain demeden edemiyorum.

Yıldız: * * *

Bir Uzun Not 

Bir takım gazetelerde ya da ona eşdeğer sayılabilecek online mecralarda yazan eleştirmenlerin hiçbiri bu filme dair yazı yazmadı. Anladığım kadarıyla nedeni şu: Cinemaximum'un Arthouse salonlarında gösterilen birçok filme basın gösterimi yapılmıyor. Sektörün ayıbı kuşkusuz. Bana kalırsa sinema üzerine yazmayı sadece basın gösterimi yapılan filmlerden ibaret görerek de eleştirmen olunmuyor. Onun adı olsa olsa memurluktur. Eleştirmen entelektüel gelişmeyi amaçlamalı, hele ki kendi eleştirdiği alanda... Festivallerde gösterilmiş, kayda değer filmleri (her ticari filmi demiyorum bakın dikkatinizi çekerim) bırakın izlememiş olmasını yazmamış olması dahi ayıp. Peki o zaman basın gösterimi yapılsın izleyeyim yazayım, geri kalanlardan bana ne diyebilir mi bir eleştirmen? Belki şöyle diyebilir: Aldığım maaşla yiyecek ekmeği zor buluyorum. Zaman zaman basın gösterimi yapılmayan bazı arthouse filmlere 12 lira, evet sadece 12 lirayı nasıl cebimden verebilirim. O para, akşam yiyeceğim ekmek arası domates-peynir param benim... Bizim eleştirmenlerin çoğunluğu aynı biçimde yerli ya da yabancı festivallerde izledikleri filmler üzerine de yazmaz. Memlekete İstanbul Film Festivali gelir, bizim eleştirmen memurluğa devam eder ve sadece vizyondaki basın gösterimi yapılan filmleri yazmakla meşguldür...Gerçi Cannes'a yazmak için gidenleri de gördük. Biri Ceylan'ın son filmini beğenmedim diyor, nedeni de bugüne kadar teknik olarak mükemmele yakın filmler yapan yönetmenimizin teknik hatalar yapması ama neden böyle yapmış olabileceğine dair fikri yok, teknik hata yapmış, doğal olarak kötü işte, o kadar. Diğeri yardımına yetişiyor. Red kameraya geçtiği için kamerayı kullanmayı bilmiyor, o yüzden hatalar yapmış diyerek sözde eleştiri yazısı yazıyor. Yetmiyor, sürekli filmi kalın bir romanla eşdeğer tutuyor. Dikkat edin bir romanla değil, kalın bir romanla eşdeğer tutuyor. E bre cahil eşdeğer olsa o filmin en az 25-30 saat sürmesi gerekir, hayatında hiç mi kalın roman okumadın? Ve gelelim bana, niye sürekli bu konulara değindiğim soruluyor, hatta eleştirmenlerin yakınındaki kişiler şikayette bulunuyor benden. Neden bu kadar uğraşıyormuşum, eleştirmenim diyen herkes eleştirmenmiş zaten de falan, kafaya takmaya gerek yokmuş. O zaman şöyle diyeyim; ben bu blogta 8 yıldır kendi çapımda eleştiri yazıları yazıyorum. Neden peki? Çünkü kaliteli eleştirileri okumaktan büyük haz duyuyorum ve bu bende yazma isteğini kamçıladı, yıllar önce. Rekin Teksoy, Nijat Özön hatta Memet Baydur gibi isimler artık aramızda yok. Burçak Evren ne güzel ki yazıyor ama çokça doğrudan sinema filmleri değil de sinemaya dokunan konular hakkında yazıyor, ki elbet değerli, Zahit Atam da biraz öyle, araştırmacı derinliğine saygı duymamla birlikte nadiren doğrudan sinema yazsa dahi orada bile sinemanın çok dışına çıktığı kanaatindeyim. Mehmet Basutçu, Atilla Dorsay, Vecdi Sayar, bir oranda da Sungu Çapan gibi ustalar aradığım lezzette yazmayı sürdürüyor ama artık onlar da yaşlandılar, bu diyardan gittiklerinde onların yerini doldurabilecek kim var? Sorulması gereken bu. Nasıl ki film yönetmeni kaliteli filmler izleye izleye film çekmek isteğine sahip oluyor ya da romancı iyi romanlar okuya okuya bu isteğe sahip oluyor, öyle bir şey. Belki daha önce de söylemişimdir, benim için kaliteli bir film izlemek kadar büyük bu haz. Benden sonraki kuşağı da geliştirecek bir şey olacak: Kaliteli eleştirileri okumak. 

20 Temmuz 2018 Cuma

Beyoğlu-Kadıköy: Artık Bambaşka İki Türkiye, O Halde Kültür-Sanatın Son Kalesi Neresi Olacak?

Başlık sizi yanıltmasın. Bu adam sinema dışında bir yazı mı yazdı şimdi demeyin. Bu blog sinema blogu. Sinemaya dokunmayan, bir biçimde sinemayla ilişkilenmeyen hiçbir yazı olmaz burada. Ancak sinema da sadece sinema değildir. Ben hep bunu savunurum. Sadece bir filmin artıları eksilerinden ibaret yazan, onun dışında tek cümle edemeyecek olan insandan da eleştirmen meleştirmen olmaz... 

Bu yazıya gelince yine sinema filmi izlemek için sokaklara düştüğümde gördüklerimin beni şaşkına çevirmesi üzerine çıktığını söyleyebilirim. Yazının sonunda izlediğim filme dair görüşlerim de olacak. Şimdi gelelim başlıktaki soruya, bu soruyu sorarken aslında cevabını da vermiyor muyum sizce ya da İstanbul'u biraz bilenler cevabı zaten kendileri veriyor. Bu yazıyı yazarken bir İstanbullu ya da İstanbul tarihçisi olarak değil daha önce sadece birkaç kez İstanbul'a gelen, kısa bir süredir de İstanbul'da yaşayan birinin gözlemi olarak yazıyorum. Yoksa ben şehrin tarihine dair büyük laflar edebilecek biri değilim. Haşa ! 

Beyoğlu ve Kadıköy, İstanbul'un Avrupa ve Asya yakalarının merkezi konumdaki iki ilçesi. Öyle ki bir yerde Galatasaray-Fenerbahçe rekabetinin bile çıkış noktası... Her ne kadar Kadıköy'de yaşayan kitle Avrupai olagelmişse de Avrupailik söz konusu olduğunda sanki daha önce akla gelen bir yer vardı. Beyoğlu'nun en işlek noktası dünyaca ünlü Taksim Meydanı'na çıkan İstiklal caddesi yıllarca Türkiye'nin Avrupa'ya açılan yüzünün bir simgesi olarak görülmüş, belki Kadıköy'e pek uğramayan Türkiye'nin çok farklı renklerinin (o kadar da Avrupai olmayan) de yolu Taksim'den geçmiş ama eğlence yaşamıyla, kültür-sanat faaliyetleriyle, Batılı turistlerin önceliği oluşuyla bir simge olarak görülmüş Taksim-İstiklal. AKM de, Cumhuriyet Anıtı ve Gezi Parkı da o simgeselliğin somutlaştığı bir üçgen oluşturmuş. Cumhuriyet Anıtı için Beyazıt Meydanı düşünülürken, bölgenin dini-mistik atmosferinin anıtı gölgeleyebileceği ve bu durumun yeni rejimin ruhuna uygun olmadığı için Taksim'in seçildiği de biliniyor. Bu noktada Cumhuriyet Anıtı'ndaki sivil kıyafetler içindeki Atatürk'ün, arkasındaki iki Sovyet generaliyle beraber Batı'ya baktığı ve bunun ne anlamlar ifade edebileceği de apayrı yazıların konusu herhalde.

Yine kendini dinin gereklerini yerine getiren bir müslüman olarak gören (%73, Konda'nın 2017 araştırmasıdır) ya da dinin tüm gereklerini yerine getirmese dahi kendini dinsiz olarak görmeyen yani kendini müslüman olarak gördüğünü açıkça söyleyen (%84, yine Konda'nın aynı araştırmasıdır) bir Türkiye toplumunun içinden çıkan, o meşhur Gezi Parkı eylemlerindeki dokunun, Arap Baharı'ndan ziyade Avrupa'daki eylemlere benzemesi de Taksim'in o Avrupai yüzüyle de ilişkiliydi. Muhtemelen o yüzün son göründüğü yer Gezi Parkı eylemleri oldu zaten. 

Gelin görün ki Taksim'de Avrupai olarak adlandırdığımız o seküler kitleden eser
kalmamış, 2010'larda değiştirilmeye başlanan çehresi; içkili mekanlara getirilen bazı kısıtlar ve Galataport ihalesinin konut fiyatlarını arttırması gibi hem siyasi hem ekonomik nedenlerle seküler kesimin Beşiktaş ve Kadıköy'e başlayan göçü, onlardan boşalan evlere çokça Suriyeli ile birlikte pek çok Arap ülkesinden Türkiye'de yaşamak için gelenlerin yerleşmesi, buna eklemlenen o seküler yüzün simgelerinden AKM'nin yıkımıyla birlikte tam karşısına inşa edilen bir camii ve giderek kendini Taksim'de azınlıkta hissetmeye başlayan diğer sekülerlerin de bölgeyi terki...Buna bir süre öncesine kadar süren ve Batılı turistleri de hedef alan terör eylemlerinin bu turistleri korkutması oysaki Arapların turistik ilgisinin azalmak şöyle dursun daha da artmasını da eklediğimizde sonuç birkaç yıldır Taksim'e ayak basmamışların bugün şaşkına döneceği bir vaziyette. Artık Türkiyeli seküler-dindar mevzunu da aşan bir başka gerçek bu. Evet hangi saatte giderseniz gidin artık Taksim-İstiklal'in %80-%90'ı Arap. Birine bir şey sormak istediğimde en az 4-5 kişiden cevap alamadıktan sonra, yaşadığım ohhh! en sonunda Türkçe bilen birini buldum duygusunu nasıl anlatayım size.

Kadıköy ve ulaşım açısından muhteşem bir kavşakta yer alan Zorlu Center, kültür-sanat açısından doyurucu olduğundan İstiklal'e gelmeyeli uzun zaman olmuştu ve kendi ülkemde ilk kez bu denli yabancı hissettim. İşte eğlence yaşamının yanı sıra, yıllarca kültür-sanat etkinliklerinin merkezi olan, İstanbul Film Festivali başta olmak üzere, diğer film şenliklerinin de merkezi olmuş bu diyarda birkaç yıldır yapılamayan Beyoğlu Sineması'nın Yaz Şenliği gerçekleşti. Arap kantonuna dönüşen Taksim-İstiklal'de inatla eski bir kültürün yaşaması için çabalamak da az şey değil. Kabul edelim seküler kültürün alanı burası, yani genel anlamıyla film şenliklerini takip etmeyi de içinde barındırarak zuhur eden son günlerin meşhur deyişiyle o kültürel hegemonya küçük bir kesime ait ve ne yapalım ki o kesim seküler... 

Neredeyse hiç Türk görmeden ve oldukça az başı açık kadın görüp İstiklal'deki yürüyüşünüzü tamamlıyor ve sinemaya varıyorsunuz. Buradaki doku dışarıdan tamamen farklı, adeta böyle bir yolculuktan sonra böyle bir yere nasıl vardım hissi ya da böyle bir mekanın burada ne işi var hissi diyelim biz ona. Filmler hala sadece Türkçe altyazıyla gösteriliyor. Arapça altyazı yok, dükkanların pek çoğu Arapça tabelalar asmış oysaki, Taksim-İstiklal'deki Arapların da ilgisi o dükkanlar zaten, dur gelmişken bir de sanat filmi izleyeyim demiyorlar.

Artık Beyoğlu Sineması sanki ben İstiklal'e ait değilim diye bağırıyor. Nereden nereye... Öyle ki o İstiklal'deki bir sokak adı ülke sinemasının adını bile koymuştu uzun yıllar önce: Yeşilçam. Salon ses sistemiyle, koltuklarıyla zaten yenilenmişti, gayet konforlu ama akşam vakti olmasına ve şenlikte başka bir seansı bulunmayan üstelik vizyona girmemiş bir film gösterilmesine rağmen hepi topu 7 kişiyiz. 

Hiç de Fena Olmamış Denebilecek Bir Alman Filmi


İstanbul Film Festival'i zamanı yoğun programım dolayısıyla kaçırdığım birkaç filmden biriydi Üç Tepe. Gerçi bakmayın Alman dediğime yönetmen Berlin doğumlu da başrolde Arjantin asıllı Fransız güzel Berenice Bejo var. Sanıyorum ki filmin çekildiği yer de İtalyan Alpleri ve Alman-İtalyan yapımı olarak geçiyor. Filmde anneyle oğlu bolca Fransızca konuşuyor, annenin sevgilisiyle oğul Almanca konuşuyor, bir ara İngilizce de konuşuluyor. Bir birleşmiş Avrupa filmi işte. 

Deniz ve havuzların birleştiği göz alıcı bir planla açılıyor film. Oğul yüzmeyi yeni öğrenmiş, havuzun içinde debeleniyor. Sonraysa anne-sevgilisi ve oğlu bir dağ evinde görüyoruz. Kısa süre babası da sanıyoruz bu sevgiliyi (Alexander Fehling- filmde Aaron) çocukla (Arian Montgomery-filmde Tristan) yakınlaşma çabaları, çocuk da zaman zaman yakın hissediyor kendini Aaron'a. Aaron, sevdiği kadınla ve onun oğlunu da kabullenerek bir aile kurmaya çalışıyor. 

Bu süreçte oluşan pürüzler giderek gün yüzüne çıkıyor. Çıktıkları dağ evinde aileyi temsil ettiği söylenebilecek (ana-baba-çocuk) üç tepeye tırmanma girişimi de bu zorluğun somutlaştığı etkili bir alan. İlginç biçimde filmin başındaki Tristan'ın yüzme çabasıyla, daha sonra tepede gözü bağlı, sadece ses ile Aaron'u bulma çabası tersine dönüyor ve Aaron, adeta Tristan'ın yerine geçiyor. Benzer acizlikler Aaron'un başına geliyor, şu ünlü psikanalitik eleştiri diliyle 'kastre ediliyor' Aaron. Tristan annesini ona bırakmıyor ya da beni var eden iktidarı (öz babayı) tanırım sadece, seni değil diyor. 

Yönetmen görüntü yönetmenliğinden yönetmenliğe geçmiş bir isim, Jan Zabeil. Doğanın muhteşem biçimde kullanışına şahit oluyoruz haliyle. Görsel gücüyle insanı baştan çıkaracak anlar var filmde ve çekimi zor sahneler de oldukça etkili biçimde kotarılmış ve de gayet vakarlı bir anlatım dili tutturmuş yönetmen. Bir iki tane sanki çok gerekli olmayan sahne gördüm desem de, bir an bile sıkılmadım çünkü gerçekten belli bir temponun altına inen filmler, üstelik henüz yönetmen ikinci uzun metrajını çekiyorsa bir yüke dönüşebiliyor.

Yıldız: * * *