23 Şubat 2017 Perşembe

Big Mac'e Yumulur Gibi Film Seyreden Blogger'lara...

Geçenlerde ilk kez blogger ödülleri için adaylarımı buradan paylaşmıştım. Adaylar belirlendikten sonra sıralama ve ödüller açıklandı. Tabii yine şaşırtmadı. Sanki ABD'de yaşayan bir grubun tercihlerini gördük. Ödüllerin dağıtımından önce en iyi film sıralamasında şu 5 filmden en az 4'ü ilk 5'e girer, hadi yanıltın diye tweet atmıştım. Yine yanıltmadılar, hatta 2'inci ve 4'üncü sırada olması muhtemel adayların sıralamasını bile bilmişim, 1'inci ile 3'üncü ise birbiriyle yer değiştirmiş. Gerçi zaten, filmin kendi ülkesinde sadece 2016 yılı içinde vizyona girmiş olma zorunluluğu da benim açımdan bazı filmlere (Love, Right Now Wrong Then gibi) adaylık vermemi imkansızlaştırmıştı. Kendi ülkesinde vizyona girdikten sonraki yıl bizim sinemalarımıza konuk olduysa o film suçumuz ne, di mi ama? Hoş, The Salesman'a ben yüksek bir oy vermesem o da en iyi film adayı olamıyormuş, neyse...

Devam edelim; adaylar açıklanmadan önce de, Frantz'a 1 adaylık bile çıkmaz, hadi yanıltın demiştim, orada da yanıltmadılar. İşin ilginci yönetmenlik, senaryo, oyunculuk gibi kategorilerde aday sayısı 5 değil 10 olsa dahi Franz yine listeye giremeyecek kadar görmezden gelinmiş, ne diyelim zevkler böyledir mi? Hangi zevkler, malum 1 ülkenin evet sadece tek 1 ülkenin tekeline aldığı zevkler mi? Frantz'ın bir Oscar adaylığı olsa mesela böyle mi olurdu? En azından 1 adaylık elde edebilir veya o adaylığı az farkla kaçırabilirdi sanki.

Niye yazıyorum bunları, ülkede dert mi kalmadı. Kalmadı. Oscar Akademisi'nin seçimleri olsun, bir yönetmenin twitter'daki alaycı paylaşımı olsun, ya da yerli festivalde bir filmin aldığı, alamadığı bir ödül olsun, günlerce sinema kamuoyumuzu meşgul etmiyor mu? Misal Fırat Yücel ile tanımadığım bir twitter kullanıcısının geçen yıl twitter'da 6 saat civarı neredeyse aralıksız Toz Bezi tartışması ne büyük dertti ama, benim ki de böylesi kişisel bir dert işte. En nihayetinde blog açıp sinema üzerine yazdığını söyleyen insanların kendi aralarındaki bir oyun bu, benim de dahil olduğum ve blog açmak da facebook, twitter hesabı açmaktan zor değil zaten. Yeni medyanın sağladığı demokratik ortam açıkça suistimal ediliyor. Allahtan SİYAD üyeliği de bu kadar kolay değil, yoksa kendilerini bir günde SİYAD üyesi ilan eder, oradaki belli ölçüde renkli, sonuçlarını pek kestiremediğimiz listelerin de içine ederler.

Sonuçta bu kadar istikrarlı, bu kadar ezici bir ABD üstünlüğü tez yazacak sosyoloji öğrencilerine bile konu olur cidden. 66 blogger, sevdiği filmleri oyluyor. İlk 4, ABD yapımı. 5'inci de yıllarca Hollywood'ta çalışmış, o tarz hikaye anlatmaya meyilli yönetmenin filmi, keza listedeki Koreli yönetmen de bu minvalde değerlendirilecek cinsten. Listede 1 İngiliz var ama film yine Amerika'yı anlatıyor, adı bile Amerikan diye başlıyor. Neyse 2 tane Dünya Sineması örneği listenin en altlarına sızmış diyorum, o da ne, ikisi de bu yılki Yabancı Film Oscar'ı adaylarından, hatta daha fazlası, 2'si de favori orada, biri kazanacak ama hangisi acaba muhabbeti yapılıyor.

Yani efendim, zevkler çeşitlidir biri senin sevdiğini sever diğeri sevmez ötesinde bir durum bu çünkü ortada bir çeşitlilik yok ve blogger üye sayısının çok az olduğu ilk 2 yılı kısmen dışarıda tutarsak, her yıl böyle bu. Nerede görülmüş, herhangi bir ülkenin sinema yazarları her yıl sevdiği filmleri oylayacak ve 4 yıl boyunca hep en iyi film ABD yapımı olacak, tüm kategorileri net biçimde ABD yapımları domine edecek...

Sonra, daha ufak kategorilerde biraz farklılık olur mu diye onlara göz atayım dedim, örneğin belgesel kategorisine. Ne çıksa karşıma beğenirsiniz. En yüksek oyu alan filmin adı O.J.: Made in America. Orada bile içinde Amerika kelimesi geçen filmi bulmuşlar. Bravo vallahi...

Gerçi  sadece Oscar'ı eleştirdim diye (eleştirmek için onlarca neden belgeleriyle ortada) twitter'da bloklayan, ondan sonra da işte bloğu böyle yersin gibisinden seviyesiz bir tweet atan, bir diğeri çektiği videoda en güzel dönem Oscar dönemi, Oscar Oscar diye anıran bir 'kitle'den bahsediyoruz. Bildiğiniz fanatizm bu. Ama sinema da Amerika'dan ibaret değil işte. Tek tipleşmiş dünyanın kime ne faydası olabilir ki, eğilimlerini çok rahatça tahmin ettiğimiz, sürprizin, çeşitliliğin olmadığı bir dünyanın...

Hemencecik, her yıl burada da paylaştığım, yılın en sevdiğim filmleri listesine göz atıyorum, acaba farkında olmadan benim seçimlerimde de tek 1 ülkenin egemenliği olabilir mi diye? Bu yıl Fransız, geçen yıl İtalyan, ondan önceki yıl Türk, daha önce yine FransızFransız, AmerikanAlman diye gidiyor en sevdiklerim, pek çoğu Avrupa ortak yapımları elbet ama bir yönetmenin menşei var, o filmi çektiği bir ülke var ve o ülke yapımcı aynı zamanda. Hemen ikinci sıralara kimleri koymuşum onlara bakıyorum, orada da liste Amerikan, Alman, İtalyan, Romen, Fransız, FinFransız şeklinde uzamış, bunların altlarında Rus da var, Filipinli de, İranlı da, Koreli de, Belaruslu da, çok sayıda Meksikalı da...

Yine benim seçimlerimde de bir Avrupa egemenliği, ezici olmasa dahi göze çarpıyor. Ama en azından tek 1 bir Avrupa ülkesinden ibaret değil bu ya, orada bir çeşitlilik var. Üstelik ne gam, ABD'nin zevkler konusundaki bu ezici üstünlüğünün karşısına tek 1 ülkeyi çıkarsam çok mu fena yani, ama yapmamışım.

Geçen yıl ortalığı kasıp kavuran Arkapencere'nin giriş yazısı vardı hani, orada blogger geçinenlerin pek çoğunu kapsayacak şekilde, onlara Coca-Cola içer gibi film seyredenler diyordu. İşte her sene sinema bloggerlarının seçimlerini görünce başka bir şey düşünemiyorum. Neden insanlar başka başka marka Colaları değil de hep aynı markayı içiyorlarsa, film izlemek de bunlar için farksız. Her türlü eleştiriyi fazlasıyla hak ediyorlar. Ben Cola'yı da içine alan, yuvarlak ekmek arası eti, patatesiyle, onlara McDonalds'ın en popüler menülerinden Big Mac'e yumulur gibi film izleyenler diyorum. Niye mi, George Ritzer'in Toplumun McDonaldlaştırılması adlı kitabı bu fastfood zinciri üzerinden film izleme kültürüne dokunan bu durumu çok güzel anlatıyor çünkü. Tavsiyemdir. Okuyun.

Şimdi soruyorum; eyy bloggerlar -tek tük de olsa farklı seçimleri olan varsa onlar hemen üstüne alınmasın- siz bloggerların film izleyen sıradan birinden ne farkınız var, takıldığım nokta bu. Sinema üzerine yazdığınızı söylüyorsunuz ama kendi ülkeniz dışındaki tek 1 ülkenin ürettikleri sizin beğeninizi esir almış ve siz kendinizi sıradan izleyiciden farklı, beğenisi törpülenmiş, sinema üzerine yazan, dolayısıyla kendinizi sinema üzerine düşündüğünü varsaydığımız insanlar olarak görüyorsunuz değil mi? Sinefil olmak mevzusuna artık girmiyorum bile, çok yazdım. Sizin pek çoğunuz günlerdir, salonların çoğu niye Recep İvedik ile dolu, ııığğğğğğğ zevksiz halk diye anırıyor. Onlar da senin gibi bir 'kitle' işte, bu kadar rahatsız edici olan ne olabilir ki, onların yerli senin Amerikan olmandan başka.

Ayrıca son olarak şunu da belirtmeden geçmemeliyim. ABD bir hegemonya ise onun karşısına konumlandırılan Avrupa da yeryüzüne indirilmiş bir melek tabii ki değil, evet bu ABD imparatorluğuna karşı korucu tedbirler alıyor. Eurimages gibi kuruluşların öncülüğünde ortak yapımlarla güç birliği oluşturuyor Avrupa, o da başka tür bir hegemonya yaratıyor ve o da tartışılmayı, yerine göre eleştirilmeyi hak ediyor, uzun uzun yazılabilir üzerine ama toplum şu vaziyette iken, oraya gelmeye o kadaaaar çok var ki... 1 Avrupa filmi tercih ettiğiniz de, istediği kadar ödül alsın, ama Yabancı Film Oscar'larına aday olmamışsa o filmi tercihinizle siz bir marjinal olup çıkıyorsunuz düşünsenize, henüz bu aşamadayken nesini-niye eleştireceksiniz Avrupa'nın. Daha durun bakalım.


 

18 Şubat 2017 Cumartesi

Blogger Ödülleri İçin Benim Önerdiğim Adaylar

Türkiyeli Sinema Bloggerları (en son 107'ye çıkmıştı) her yıl, tipik sektör ödüllerinde (Oscar, Altın Küre, Bafta, Cesar, David di Donatello vs.) olduğu gibi öncelikle, geçen yıl kendi ülkesinde gösterime çıkmış filmler içinde izledikleri arasından beğendiklerini aday olarak sunuyorlar, en çok puanı toplayanlar arasından önce adaylar belirleniyor, sonra da her dalda ödülü alan film. Geçtiğimiz sinema sezonu olağanüstü güzel olduğu için normalde o kadar çok önemsemediğim ama yine de içinde olmaktan tuhaf zevk aldığım (eğilimi de bildiğim: blogger sayısı arttıkça Hollywood'un ezici üstünlüğünün şiddetini katbekat arttırdığı, ama yine de sonuçları merak ettiğim) bu süreçteki adaylarımı sizlerle paylaşmak istedim. Geçen yılın Cannes'ında ben olsam ödülleri nasıl dağıtırdımı da unutmuş değilim, bir aksilik olmaz ise birkaç filmi daha izleyip onu da paylaşırım. O hevesle bir gün belki yoğun biçimde takip etmeye başladığım 2009 ve sonrası diğer Cannes tercihlerimi de. Kim bilir.


BLOGGER ÖDÜLLERİ İÇİN BENİM ÖNERDİĞİM ADAYLAR




EN İYİ FİLM






FRANTZ







THE SALESMAN









PATERSON







GRADUATION






FROM THE LAND OF THE MOON










EN İYİ YÖNETMEN





FRANÇOİS OZON (FRANTZ)        







TOM FORD (NOCTURNAL ANIMALS)






CRISTI PUIU (SIERANEVADA)
                                     







ASGHAR FARHADI (THE SALESMAN)                                        







FEDE ALVARES (DON'T BREATHE)










EN İYİ ÖZGÜN SENARYO         


   
                                

FRANÇOİS OZON, PHILIPPE PIAZZO (FRANTZ)








 ASGHAR FARHADI (THE SALESMAN)








MAREN ADE (TONI ERDMANN)
                                     




CRISTIAN MUNGIU (GRADUATION)







JIM JARMUSH (PATERSON)












EN İYİ UYARLAMA SENARYO



NICOLE GARCIA, NATALIE CARTER, JACQUES FIESCHI
(FROM THE LAND OF THE MOON)






PEDRO ALMODOVAR, ALICE MUNRO (JULIETA)






TOM FORD (NOCTURNAL ANIMALS)






CELINA SCIAMMA (MY LIFE AS A ZUCCINI)






DAVID BIRKE, HAROLD MANNING (ELLE)













EN İYİ ERKEK OYUNCU





SHAHAB HOSSEINI (THE SALESMAN)







PIERRE NINEY (FRANZ)






PETER SIMONISCHEK (TONI ERDMANN)






LOUIS GARREL (FROM THE LAND OF THE MOON)






ADRIAN TITIENI (GRADUATION)







EN İYİ KADIN OYUNCU






MARION COTILLARD (FROM THE LAND OF THE MOON)


   



PAULA BEER (FRANTZ)







SANDRA HÜLLER (TONI ERDMANN)






TARANEH ALIDOOSTI (THE SALESMAN)







ISABELLE HUPPERT (ELLE)



                                     



Sevgili Okur;
Elbette buradakinden çok daha fazla dalda aday belirttik. Örneğin, sinematografi, kurgu, prodüksiyon tasarımı ve daha nicesi. Oralarda az da olsa farklı adaylarım olmadı değil ancak ben diğer teknik dalları da yönetmenlik ile ilintili olarak gördüğümden burada ayrıca paylaşmıyorum. 

Frantz, özgün senaryo dalında aday olarak gösterildiğinden ötürü tercihimi bu yönde kullandım ama Frantz'ın uyarlama senaryo dalında aday olabileceğini de belirtmek isterim çünkü bir piyes ve oradan uyarlanan 1932 yapımı (Broken Lulaby) film ile çok güçlü bağları olduğu ifade ediliyor. Ben ikisini de izlemedim-okumadım. Söyleyenlerin yalancısıyım vallaha...

Bir de şunu belirtmek isterim. Tüm filmlerin ülkelerindeki vizyon tarihini (2016) baz alsak da hepsi İngilizce adlarıyla karşınızda. O da bu ödül sistemini hazırlayan arkadaştan kaynaklanıyor, sisteme her yıl öyle girdiği için ben de burada o şekilde paylaştım. Ah bu Amerikancılık ah...

9 Şubat 2017 Perşembe

Sadece Cinselliğe Yaklaşımı Nedeniyle Bile Görülmeli

Evet farkındayım çok geç kalmış bir yazı oldu bu. Ama Yeşim Ustaoğlu'nun yeni çektiği filme bir yazı yazmamak da olmazdı herhalde. Bu yazıyla bu görevi de yerine getirmiş olduk böylece. Neden böyle oldu peki? Elbette sansür (aslında bir oto-sansür) tartışmalarından sonra birkaç planın atıldığı, orjinalinden farklı bir filmi izlemek istemedim. Bir ilke benimkisi. Yine bir festivalde denk getirip tam haliyle izlemeyi arzuladım. Fakat Başka Sinema aklımı çelmeyi başardı ve vizyonu terk eden bazı filmleri 1 kereye mahsus gösterdiği, o meşhur Kaçırmadınız! gecesinde nasıl olduysa beni tavladı. Şöyle düşündüm: Şimdi sansürlü izleyeyim, festivalde de sansürsüz halini izler, böylece bir karşılaştırma yapmış da olurum. İlkeyi çiğnedik anlayacağınız.

Film deniz kıyısında küçük denebilecek bir yerleşim yerinde bir psikiyatrist ve genç bir kadının kesişen hayatlarını anlatıyor, aslında ikili arasında öyle güçlü bağlar da kurulmuyor. Elmas adlı bu gencecik hasta kadın, Şehnaz'ın diğer pek çok hastasından sadece biri. Yönetmen filmin başından itibaren kamerayla ikiliyi takip ettiğinden bir noktadan sonra klinikte ikiliyi epey izliyoruz. Elmas yaşça ondan çok büyük nobran kocası ve ona hizmetçi muamelesi yapan kaynanasının gizemli ölümü sonrası balkonda oldukça kötü bir halde bulunuyor ama film katil Elmas ya da değil hiç orasıyla ilgilenmiyor. Kadının evin içindeki ezilmişliği, yatakta cinselliği yaşamaktan öte kocası tarafından büyük bir işkenceye maruz kalıyor görünümündeki hali gerçekten dokunuyor (Bir erkek bir kadının ne yaşadığını ne kadar hissedebilir, ben perişan oldum vallahi, düşünün). Ya psikiyatrist Şehnaz ondan çok mu farklı durumda, ilk bakışta öyle olsa bile. Klasik burjuva bir yaşam, kendi doktor eşinin gördüğümüz kadarıyla ofisi-projeleri var, güzel yemekler yapıyorlar, şarap içiyorlar ama Şehnaz da cinsellikten pek zevk alamıyor. Erkeği cinselliğin çift taraflı olduğundan bir haber, kendi zevkine odaklanmış sadece, erken boşalıyor da diyebiliriz. 

Son kertede alt sınıfa da üst sınıfa da sirayet eden ataerkil toplumun marazlarını izliyoruz. Benim hep savunduğum noktaya geliyor aslında film. Bu toplumun erkeği de sorunlu kadını da ve inanın erkekler yüzünden hiç hak etmediği acıları çeken tonla kadın varsa, o çapta olmasa bile kadınlar yüzünden hiç hak etmediği acıları çeken erkekler de çok. Psikiyatristleri aşan bu duruma sosyologların mı eğilmesi gerekiyor acaba? Şehnaz başkalarını iyileştirmeye çalışırken kendisinin hasta olduğunu fark ediyor ya zaten. 

Gerçekten yönetmenin cinselliğe yaklaşımı Türkiye'de alışık olmadığımız kadar cesur. Kutlamak lazım. Filmin görsel dokusuna da ayrıca önem veren yönetmen, en büyük verimi iki kadın oyuncusunun devleşmesiyle alıyor. Özellikle yıllar önceki tv dizisinden sonra ardı ardına sinemalara konuk olan Ecem Uzun hayretler içerisinde bırakıyor. 

Burada bence oyuncu yönetiminin başarısına da parantez açmak lazım. Mesela klinikte Elmas'ın geçmişini, gördüğü rüyadan güç alarak aralıksız canlandırdığı sahne dikkat çekici, gerçi yine de ben o sahnenin biraz uzun tutulduğu kanaatindeyim. Yönetmen böyle yaparak senaryoyu değil Ecem Uzun'u daha da ön plana çıkarmış. Senaryo ise genel anlamda filmin yumuşak karnı olmuş.

Hala Ustaoğlu'nun en bütünlüklü eserinin Araf olduğunu düşünsem de Tereddüt'ün de ülke sinemasının kadın yönetmenlerinin kolay erişemeyecekleri bir çıtada olduğu ortada.

Yıldız: * *