28 Ocak 2017 Cumartesi

Bir Kez Daha İran Toplumu'na Bakan Bir Başyapıt ve Oscar Yaygarası

Ashgar Farhadi'yi son filmi Forushande (Satıcı) ile karmaşık duygular selinde boğulmamaya çalışarak alkışladık. 

Son dönemde Başka Sinema'ya epey kayda değer film geldi, bir de Oscar'ın Yabancıları Haftası yaptılar. Pek çokları gibi ilk anda ben de Oscar'da son 9'a kalan filmleri izleriz sanmış ama yanılmıştık. Bazı ülkelerin kendi adaylarından seçmelerdi izlediklerimiz. Orada izlediğim Lav Diaz'ın Altın Aslan'lı filmi Ang Babayeng Humayo (Giden Kadın), sinema tarihinin izlemesi en zor filmleri arasında yer alacak kıvamdaydı. 4 saat boyunca neredeyse yok denecek kadar az olayın gerçekleştiği bir film düşünün ve zaman zaman da, konuşan karakterlerin yüzleri karanlık olduğundan kim olduğunu seçemediğiniz bu film benim için hayal kırıklığıydı ama başka bir hayal kırıklığını da Andrea Arnold'un American Honey'sinde yaşadım. Amerika'nın serseri gençlerinin Amerika'yı kat edişinde ne bir anlam ne bir ritim duygusu vardı. Zevkler çeşitli, çok sevenleri (sadece American Honey için biliyorum) var elbet ama bence tek kelimeyle sıkıcı filmler bunlar. 

Oysa bir kez daha Oscar heykelciğini gözüne kestirdiği söylenen Ashgar Farhadi öyle mi? Satıcı ile birlikte Dünya Sineması'nın sayılı isimleri arasına girmeyi artık hak ediyor. Her şeyden önce Farhadi, muhteşem bir hikaye anlatıcısı; hikaye nasıl kurulur, geliştirilir, ritim duygusu niye önemlidir, gerilim nasıl yaratılır gibi, sorulara ders niyetine izletilmeli. Evet Hollywood reçetelerine elbet bağlı kalınmamalı ama sinemanın görsel bir takım araçlarla öncelikle bir hikaye anlattığını unutmamalıyız. Fransızcası Le Client (Müşteri) olarak kayda geçen son filminde yönetmen tekrar İran'a dönüyor, iyi de yapıyor. Bir önceki filmi Fransa'da çektiği Geçmiş'in üzerine sinen biraz özenti (Ceylan ve Mungiu da teklifler almasına rağmen kendi ülkeleri dışına çıkmamakta haklıymış dedirten) ve biraz fazlaca melodramatik unsurlar törpüleniyor. Yine hareketli omuz kamerası ve doğal oyunculuklar. Kimileri her ne kadar Farhadi'nin eski filmleri kadar akıcı olmadığını söylese de Bir Ayrılık ne kadar akıcıysa Farhadi kurduğu dil ile Satıcı'da da en az o kadar akıcı ve çarpıcı bana göre (biraz Audiard'a da benzetiyorum). 

Rana (Tadeneh Alidoosti) ve Emad (Shahab Hosseini) Arthur Miller'ın Satıcı'nın Ölümü adlı eserini sahneye koymak üzere olan genç bir çift, kentsel dönüşümün gölgesindeki Tahran'da yaşadıkları bina sallanmaktadır (ki yine dönecekleri yer orasıdır, harikulade bir metafor), onlar da oradan mecburen başka bir eve taşınırlar, onlardan önce bir fahişenin yaşadığı bir eve. Nitekim filmin kırılma noktası da bu taşınmanın ertesinde gerçekleşir. Bir akşam Rana banyoya girmek üzereyken eve gelmek üzere olan Emad'tan kahvaltılık bir şeyler almasını ister kısa bir süre sonra da kapı çalar ve Rana, Emad geldi diye kapıyı açıp banyoya girer ama gelen daha önce orada yaşayan fahişenin bir müşterisidir ve Rana'ya tam olarak içeriğini öğrenemediğimiz bir saldırıda bulunur. İşte buradan hareketle İran toplumundaki mahalle baskısı ve kadının yeri, kültürlü görünen erkekte bile ortaya çıkan kof bir ahlakçılık ve intikam duygusu filmi kuşatır. Farhadi tüm bunları bir gerilim ve kara film havası içinde gerçekleştirir. Filmdeki herkesin bir şekilde satıcı ve müşteri olduğu olduğu film bu kavram üzerine düşünme fırsatı da verir. 

Satıcı'nın Ölümü ile bazı paralellikler üzerinden de okunabilecek filmin özellikle son 20-25 dakikası gerçekten izleyicinin duygularıyla çok ustaca oynuyor, adeta paçavraya çeviriyor ve düşündürüyor. Başta Hosseini olmak üzere tüm oyuncuların da mükemmel bir kompozisyon çizdiği Satıcı, aynı zamanda izleyicisini entelektüel anlamda da geliştirmeyi teşvik eden o özel filmlerden. 

Filmden çıktıktan sonra sinemanın birkaç yüz metre ötesindeki kitapçıda filmden çıkan birkaç kişiyi görmek... Elbette satın aldıkları kitap Satıcı'nın Ölümü.

Not 1: Bu yıl daha Ocak ayında olmamıza rağmen sinemalarda izlediğim 15. Cannes-Ana Yarışma filmi oldu Satıcı, en azından 2 tane daha kesinlikle izlemek istediğim var, ama şu an için ben olsam Altın Palmiye'yi Satıcı'ya verirdim diyorum.

Yıldız: * * * *

Oscar Yaygarası

Oscar adayları belli oldu, o gün yine twitter kilitlendi. Öncelikle kendini 'sinefil' olarak adlandırmayı seven o twitter eleştirmenleri ve tabii ki çeşitli yayın organlarında yazan eleştirmenler o dalda bunun hakkı yendi, şu en azından şu dalda olmalıydı onun şansı bu dalda yüksek vs. diye yazdılar, saatlerce. Ama daha bu ne ki, ödül törenine kadar daha çok yazacaklar, hele ki ödül gecesi. Aslında burada çok da sıkıntı yok. Ödüller; izlediğimiz, sevdiğimiz ya da sevmediğimiz filmlere dair oyun alanı yaratır, oynarız, bu oyunları ben de seviyorum. Ancak sıkıntı şurada; neden 'sadece' Oscar üzerine bu kadar çok yazıyoruz. Örneğin 1 gün sonra Cesar adayları da açıklandı. Mantığı Oscar ile aynı. Sektörü canlandırmayı amaçlayan ticari bir döngü ve aday olan yönetmenlerin çoğu sinemalara da uğradı. Hepimiz izledik. Ozon, Verhoeven, Dumont, Garcia, Dolan gibi Dünya Sineması'nda saygınlığı olan yönetmenler çeşitli adaylıklar elde etmişler. Verhoeven'in filmi Elle 11 adaylık almış mesela ama o Verhoeven'in filmi Elle, Oscar'da niye sadece 1 adaylık aldı, diğer dallarda tüh! onun hakkında konuşamayacağız diye dert yanıp dakikalarca üzerine konuşulurken, hali hazırda 11 adaylık aldığı aldığı Cesar'daki şansına dair kimse bir tek cümle etmiyor. Bir tek cümle yahu! Çok eskiden biraz da eleştirmenlerin Hollywood filmlerine taptıkları için (ki öyle bir durum da var) vaziyetin böyle olduğunu düşünürdüm, net biçimde görüyorum ki sizin derdiniz filmlerle de değil, sadece Oscar fetişizmi bu.

Not 2: Bir de twitter'da Oscar, iyi filmler için bir şey ifade etmez diyene, bir tane 20 yıllık Siyad üyesi artık ben de Oscar'a olumlu bakamıyorum diyor. Artık mı? Duayen de bunu derse vah halimize.


15 Ocak 2017 Pazar

İsviçre'den İnsancıl Bir Kukla Filmi

2007 yılında Persepolis'in Cannes'da Jüri Ödülü alması 1 yıl sonra Beşir ile Waltz'in yine Cannes'da övgülere boğulması ve Altın Palmiye'nin favorisi olarak görülmesi kimilerinde sinema artık yeni bir forma evriliyor, dolayısıyla yakıcı gerçeklerin sinemasını bundan sonra giderek insanlar değil çizgiler belirleyecek algısı oluşturmuştu. Belki 10 yıla kalmadan Altın Palmiye adaylarının yarısı animasyon olur diyen bile vardı. Bu öngörü elbette tutmadı. 2008'den sonra tek bir animasyon dahi Cannes'ın Ana Yarışması'na çıkamadı. Yine de animasyonun çeşitli türlerinde kayda değer filmler yapanlar oldu, farklı festivallerde bazen de Cannes'ın alt bölümlerde kendine yer buldu bu filmler. Bu yıl İsviçre'nin adayı olarak Oscar 'shortlist'e kalma başarısı gösteren Ma Vie de Courgette (Kabakçığın Hayatı) de onların başında geliyor. Stop Motion tekniğiyle oluşturulmuş ustalıklı bir film bu, içeriği belki pek toplumsal-politik yakıcılığa yaslanmıyor denebilir (aslında tam olarak öyle değil) ama çocukluğu zor şartlarda geçen, dünyamızın geleceği olacak insanlara dair hem içburucu biraz da komik, en önemlisi hümanist bir hikaye anlatılıyor. Başkarakter oğlanın takma adından da anlayacağımız filmin ismine atfedilen kabak tadı veren bir yaşamın sadece çocukları ilgilendiren değil hatta daha çok da büyükleri ilgilendiren taraflarını zevkle izliyoruz.

Yıldız: * * *