15 Ağustos 2017 Salı

Personal Shopper İzleyiciye Saygısı Olmayan Bir Atmosfer Filmi

Sanki biraz da Türkçe çevirisinden (Hayalet Hikayesi) dolayı daha çok salonda gösterilme ve gişe yapabilme ihtimali Başka Sinema yerine genel dağıtıma almıştı onu ve gösterim tarihi 3 kez ertelendikten sonra Temmuz'da izleyicisiyle buluşabilen Personal Shopper'ın özellikleri beklenmedik biçimde Cannes'da bu filmden 3 yıl önce aynı ödülü kazanan Heli'yi hatırlattı bana. Heli burada çok daha olumlu olarak anılacak, yanlış anlaşılmasın.


Bazı filmler bulmaca gibidir, hatta bazen izleyiciye saygısı dahi yoktur. Yönetmen ben deneysel bir şeyler yaptım anlayan anlasın, bana ne der. Siz aklınızı zorlarsınız ve bu bulmacayı çözmeye çalışırsınız ama bulmaca o kadar girift ya da uçucu bir yapıya sahiptir ki ne yaparsanız yapın tutarlı bir bütüne ulaşamazsınız. Adeta anlaşılmaz olmak için yapılmıştır. Geçtiğimiz yılın Cannes'ında yönetmeni Olivier Assayas'a yarım bir mizansen ödülü getiren Personal Shopper da rahatlıkla bu filmler arasında görülebilir. Atilla Dorsay bu filmler için 'ukala' kelimesini kullanıyor, her zaman olmasa da en azından bu film için haklılık payı olduğu kanaatindeyim. Kristen Stewart'ın başrolünde olduğu karakter bir yandan zengin bir kadına alışveriş danışmanlığı yapıyor diğer yandan yeni ölmüş ikizinin hayaletinden işaretler bekliyor, filmin ağırlığı bu işaretin gelip gelmediği, telefondan rahatsız edenin kardeşi ya da bir başkası olup olmadığı üzerine. Yönetmen çoğu zaman atmosfer peşinde, yer yer korku-gerilim filmi sonlara doğru polisiye gizemi içinde gezinen belli ölçüde merak uyandıran ve yönetmeninin mizansen kurma ustalığını çeşitli sahnelerde hissettiren bir film olmakla beraber filme dair ne yorum yaparsanız yapın zorlama kaçıyor, tam olarak ikna olamıyorsunuz. Hele danışmanlık yaptığı zengin-çekici kadına yapılan bir suikast ve katilin kim olduğunu sezdiğimiz bir sahne var ki (kadının sevgilisi) filmin kilidi burası ve başkarakterin kadını sembolik düzlemde öldürüp sevgilisine sahip olma hayaliymiş tüm izlediğimiz, kardeşinin hayal-eti de bu hayalci kişiliğin bir dışa vurumu olsun deseniz kimse itiraz edemez herhalde size ama çok zorlama bir yorum olur bu. Keza iletişim teknolojilerinin karşımızdaki insanın fiziksel yokluğuna rağmen bizleri bir araya getirdiği günümüzde aslında hayaletlerle konuştuğumuz metaforu da aynen zorlama, ki filmin özünün bu olduğu çokça yazılmış.
Cannes'da aynı ödülü 2013 yılında kazanan Heli, o da bulmaca gibiydi ama film bittiğinde içerisindeki tuhaflıkları aklımızı biraz yorunca bir yere oturtabildiğimiz bir yapıya da sahipti. Şöyle ki; önce cinsel isteği yerinde bir abiyi yeterince gösteriyor, sonra bu abinin kız kardeşini kaçıran bir uyuşturucu karteli ortaya çıkıyor. Abi kardeşinin kartelin elinde olduğu bu süreçte cinsel isteğini kaybediyor ve daha önce eşiyle sevişirken problem yaşamayan abinin artık aynı başarıyı sağlayamadığını görüyoruz, tabii pek anlam veremiyoruz izlerken, sonra kız kardeşini kurtarmak için polise gidiyor ama ne hikmetse polisin bu konuda ona yardımcı olamayacağını anlıyoruz, başka bir sahnede bu kartellerin devletin üniformasını giydiğini de akılda tutuyoruz yine ve abiye yardımcı olamayan kadın polis tuhaf biçimde onu eve bırakırken göğüslerini ikram ediyor. Neyse en sonunda kız kartellerin elinden kurtuluyor ve abi eşiyle sorunsuz biçimde sevişmeye yeniden başlıyor, cinsel isteği yerine geliyor tekrar. Ama o son sahnede eve geri gelmiş kız kardeşin karnının belirgin biçimde şiş olduğunu, kartellerin elinde hamile bırakıldığını öğreniyoruz ve film orada bitiyor. Alın size bulmacanın hası. Devlet kartelle işbirliği içinde olduğundan abiye yardım edemiyor ve kartelin elindeki kız kardeşin tecavüze uğradığını biliyor, abi de bunu biliyor ve o yüzden kız kardeşinin başka erkeklerin cinsel saldırısına uğradığını düşündüğünde psikolojik olarak bundan etkilenip cinsel gücünü kaybediyor, kız kardeşin kartelden birileriyle cinsel ilişkiye girerken bunu engellemesi gereken ama devletin kartel ile işbirliğinden dolayı bunu yapamayan kadın polis, onlar kız kardeşini kirletiyorsa sen de beni kirlet başka şekilde ödeşme şansımız yok diyor aslında. Aynı ödülü farklı yıllarda almış iki bulmaca-film ama Heli'ye yaptığım yoruma bırakın karşı çıkmayı filmi dikkatle izleyen hiç kimse bu yorumda en ufak bir zorlama bile bulamaz. Film bittiğinde aklımızı zorladığımızda parçalar birleşiyor, her parça bütün içinde tutarlı. Keşke Assayas da bir bulmaca-filmdeki mizansen ustalığını atmosfer yaratmaktan ibaret sanmasaydı, bu ustalığın Amat Escalante'nin filmindeki gibi sağlam bir senaryoyla desteklendiğinde anlam kazanabildiğini görseydi.

11 Haziran 2017 Pazar

2000'lerin En Sevdiğim 25 Filmi

Evet 'En İyi' ibaresini bilerek kullanmak istemedim.'En Sevdiğim' demeyi tercih ettim, malum sinema ciddi ölçüde öznel bir alan. New York Times'ın yayınladığı 2000'lerin 25 filmi listesinden sonra bir furyadır gidiyor özellikle twitter'da. Şahsen böyle bir listeyi 2020'de yapmayı düşünüyordum ama hadi ben de eksik kalmiyim dedim. 2020'de belki güncelleriz.

Kış Uykusu / Nuri Bilge Ceylan

Beyaz Bant / Michael Haneke


Saklı / Michael Haneke


4 Ay 3 Hafta 2 Gün /Cristian Mungiu


Frantz / François Ozon


Muhteşem Güzellik / Paolo Sorrentino


Bir Kahin / Jacques Audiard


Aşk / Michael Haneke


Uzak / Nuri Bilge Ceylan


İki Gün Bir Gece / Dardenne Kardeşler

Piyano Öğretmeni / Michael Haneke


Gomorra / Matteo Garrone


Bir Zamanlar Anadolu'da / Nuri Bilge Ceylan


Heli / Amat Escalante

Le Havre / Aki Kaurismaki


Büyük Budapeşte Oteli / Wes Anderson

Kinatay / Brillante Mendoza


Çocukluk / Richard Linklater

Dönüş / Andrey Zvyagintsev

Aç Kalpler / Saverio Costanzo


Artist / Michel Hazanavicius

Satıcı / Asghar Farhadi

Gir Kanıma / Thomas Alfredson

Üç Maymun / Nuri Bilge Ceylan

Hayat Ağacı / Terrence Malick

28 Mayıs 2017 Pazar

Naomi Kawase veya Hong Sangsoo'nun Palmiye'ye Uzanması Şaşırtmaz


2009 yılından itibaren düzenli olarak günü gününe takip ettiğim Cannes yılları içerisinde 2010 ve 2015 yılına ayrı parantezler açmak gerekmişti. Her yılın en iyi filmlerinin çok büyük kısmına ev sahipliği yapan festival bu yıllarda başyapıt olarak görmenin mümkün olduğu hiçbir film çıkaramamıştı, iyi denebilecek filmler de fazla değildi. Yine de 2010'da ödüllerin dağıtımından önce Tanrılar ve İnsanlar'ın, kısmen de Biutiful ve Başka Bir Yıl'ın diğerlerinden ayrıldığı söylenebilirdi, keza 2015'te Carol için benzer bir yorum yapılabilirdi, her ne kadar ben Dheepan'ı daha çok beğensem de. 70.yıl pastası ne yazık ki o zayıf yıllardan biri görüntüsü veriyor. İşin ilginç tarafı çok iyi olmasa da diğerlerinin biraz önünde denebilecek bir film de yok bu yıl. Evet her yıl bazı filmler eleştirmenleri böler ama bazıları üzerinde de büyük oranda konsensüs sağlanabilir, bu yıl her film eleştirmenleri bölmüş, neredeyse hepsinin (Jacques Doillon'un Rodin'i dahil) seveni var çokça da sevmeyeni var. İş böyle olunca da tarihin en bilinmez ödül dağılımına doğru yol alıyoruz.
Ben bu yıl Uzakdoğu'nun yılı olabileceğini düşünüyorum. Üstelik Naomi Kawase ilk olarak 1997 Cannes'ında Altın Kamera sonra 2007'de Büyük Ödül almış ve şimdi 2017, neden benim yılım geldi demesin, bir de favorinin olmadığı böylesi vasat bir yılı hazır yakalamışken. Filmin konusu da bu kanıyı güçlendiriyor, sinemanın da ham maddesi olan ışık üzerine, bir yönüyle sinema salonunda birçok insanla beraber film izlerken karanlığı delip geçen ışığın yarattığı o büyülü ortam üzerine bir film bu. Jüri başkanı Almodovar'ın Netflix tartışmalarında insanların filmleri sinema salonunda izlemesini ne kadar önemsediğini düşündüğümüzde neden olmasın diyorum, yabancı basında Kawase'nin Hikari'deki şiirsel yaklaşımını beğenmeyen çok olsa da, beğenisine güvendiğim birkaç yerli yazarın böylesi bir biçeme ne kadar saygı duyduklarını biliyorum.Diğer Palmiye'ye uzanabilecek isim ise Hong Songsoo, bana kalırsa 2015 yılında Şimdi Doğru Sonrası Yanlış adlı filmi Locarno yerine Cannes'da yarışsa o zaman da bu ödülü alabilirdi. Yine Geu-Hu ile üslubunu koruyan iyi filmlerinden birine imza attığını düşündüğümüzde Palmiye'ye uzanabilir, en kötü ihtimalle bir senaryo ödülü alabileceğini düşünüyorum. Bir önceki yazımda da filmlerinin sinemalara dağıtımının çok zor olduğu bu yönetmenin Cannes'dan alacağı ödülün önemine değinmiştim çünkü bu sayede daha fazla insan tanış olacak Hong Sangsoo ile, olmalı da demiştim.

Elbet Michael Haneke'yi de unutmayalım. En formsuz haliyle bile film çekse ödül alabilecek bir 7.sanat anıtı. Varsın Batı hayal kırıklığı desin, bence festivalin entelektüel yoğunluğu en yüksek filmlerinden biri Happy End. Çok beğendiğim bir yazar da evet pek beğenilmedi, çünkü bu film Aşk'a nazaran genel izleyiciye daha bir mesafeli diyordu. 3.Palmiye'yi alamasa da en azından 70.Yıl Özel ödülü gibi bir ödül ile ayrılması gerektiğini düşüyorum. Ayrıca Zvyagintsev, Campillo, Östlund ve Loznitsa'nın da çeşitli ödüllerde söz sahibi olmaları şaşırtmayacak diğer isimler olduğunun altını çizelim. Bir de bu yıl epeyce 'tür' filmi yapılmış. Şu Hollywood'un ilk zamanlarında izleyiciyi nasıl daha fazla filme çekeriz diyen tüccar kafasıyla farkına vardığı ikili 'yıldız ve tür olgusu'ndaki tür işte, ama malumunuz bu filmlerin pek bir derinliği olmaz, yer yer derinleşiyor gibi gözükseler de bir filmden tür filmi diye bahsediyorsak o film sığ bir filmdir. Bu yıl Ramsey, Safdie Kardeşler ve Fatih Akın bu klasmanda beklendiği gibi epey bir taraftar topladı, yani içi boş ama yönetmenin biçimsel marifetleriyle dikkat çeken tür filmlerinin en çok yönetmen ödülü almaya eğilimli olduğunu düşünürsek bu gruptan biri bu ödülü alabilir, Lanthimos da içi boş, varı yoğu sıra dışı olma çabasıyla belki bu ödül için düşünülebilecek diğer bir isim.
En çok üzüldüğüm konu da François Ozon'un en incelikli filmi Frantz'ı geçen yıl Venedik'e göndermesi, oysa uzun filmografisine karşın sadece 3.kez katıldığı Cannes Ana Yarışı'nda Frantz ile bu yıl Palmiye'ye uzanması işten bile değildi. Burada yarışan filmi L'Amant Double, Frantz ayarı değil ama tür filmlerine göz kırpan ortalama bir Ozon'un bile, hele ki Almodovar sinemasıyla bazı benzerlikleri düşünüldüğünde ödül alması beklenmelidir.   
    
Ödül Verme Kuralları

Son yıllarda bu konuda yine epeyce yol kat edildi, ama yine de Cannes'da filmleri izleyen bazı kişilerin dahi bu kuralları tam bilmediğini, ödül gecesi niye öyle oldu böyle oldu gibi ifadelerine şahit oluyoruz. Buraya da yazalım ki Cannes'ın web sitesinde yazılı olan kuralları okumayan birilerinin burayı okuyacağı tutar belki, ne polyannacılık ama!

-  Ana yarışmada jüri bir filme kendi belirlediği özel ödülü ayrıca vermek istemediği takdirde 7 kategoride ödüller verilmektedir. Bunlar;
   Altın Palmiye, Büyük Ödül, Yönetmen, Jüri Ödülü, Senaryo, En İyi Aktrist, En İyi Aktör.
- Altın Palmiye ödülü tek bir filme gitmek zorundadır.
- Sadece ödüllerden biri iki film arasında paylaştırılabilir.
- Senaryo veya Jüri ödülünü alan filmden biri oyuncu ödüllerinden birini ya da jürinin belirlediği özel bir ödülü alabilir. Bu da Altın Palmiye, Büyük Ödül ve Yönetmen ödülü alan filmin başka bir ödül alamayacağı anlamına gelir.

David Lynch Meselesi

Cannes'ı yerinden takip eden biri festivalin bu yılki jeneriğinde (görüntülemek isterseniz burayı tıklayın) merdivenlere yazılan yönetmenlere ithafen Nuri Bilge Ceylan'ın Michael Haneke ve David Lynch arasında olmasını olumlamıştı. En üstte de David Lynch vardı, bende Cannes'da daha başarılı olmuş Haneke, Dardenne'ler ve Ceylan varken niye Lynch en üstte diye hayıflandım aslında, twitter'daki 'Linç'severler pek rahatsız oldu tabii, çok seviyorlamış 16 yıldır sinema film çekmeyen bu yönetmeni. Hımmm...İzlediklerim arasında sevdiğim bir filmi yok açıkçası, üstelik sinema perdesinde 1 tane filmini bile izleyemediğim birini küçücük ekranda izleme motivasyonum da yok, sinema filmiyse bunların adı, adı üstünde sinema perdesinde izlenmelidir. 'Linç'sever gençler de onlineizle.com, torrent vs. gibi platformlarda izliyor zaten ve çok sevdiklerini söylüyorlar, umarım bir gün bu yönetmen üzerine uzun uzun yazarlar da ben de nesini sevmişler öğrenirim, belki bende severim belli mi olur. Ne önemi var canım sinema perdesinde gösterilmesi için yapılmış filmi küçücük ekranda izlemişlerse de, çok seviyorlarmış işte... Neyse sonuçta yaptığı sinemayı sevemediğim biri Lynch, üstelik asıl izlenmesi gereken yerde, sinemada izleyemediğim için daha da uzaklaşmış olabilir bana, öyle ki 1990 yılında Altın Palmiye aldığını bile bilmiyordum, öğrenince şaşırdım. Bunu da garipsediler, nasıl bilmezmişim Lynch gibi yönetmenin Palmiye kazandığını, he canım işim gücüm yok sinemanın en büyük ödülünü almış filmleri sinemada izleyemeyeceğimi bile bile açayım arşivi yıl yıl ezberleyeyim, sebep? Öyle bir şey yapsam bile gözümden kaçacak ilk kişilerden biridir Lynch. Hatta Pulp Fiction ve Piyanist gibi filmlerin Palmiye aldığını bilirim de sinemaya yaklaşımlarını beğenmediğimden bazen sanki almamış gibi düşünürüm, bilinçaltımın almamalıydı almamalıydı ısrarının çıktısı mı acaba? En nihayetinde bir sanatçı hangi sanat dalında olursa olsun üretiyorsa o sanat dalı adına yaşıyordur, hele sinema gibi çağın bir sanatıysa bu...Lynch'in sinema filmi üretmesine görünür hiçbir engel yok, ama beyefendi tv dizisi üretmeyi tercih ediyor ve benden onu bir sinemacı olarak ciddiye almam bekleniyor öyle mi? 

30 Nisan 2017 Pazar

Ankara Film Festivali Sönük Geçti

Ankara Film Festivali'nde geçen yılın tadı yok, her yıl aynı canlılıkta olacak değil ya ! Yine de insan öyle istiyor. Hele ki İstanbul Film Festivali'nin programını gördükten sonra...Yaklaşık iki yıl kadar önce haftalarca vizyonda kalan Abluka'yı burada tekrar göstermenin mantığını ben çözemedim açıkçası. Ankara her yıl Venedik Film Festivali'nden birçok film getirirken bu yıl o da yok. Oysa İstanbul, Venedik'ten şu ana kadar izleyemediğimiz ve bundan sonra da sinemada izlememizin pek mümkün olmadığı önemli iki filmi getirmiş. Amat Escalante'nin The Untamed'ı ve Gaston Duprat ve Mariano Cohn ikilisinin El Ciudadano Ilustre'si, bunlara son Cannes'da Mizansen kazanan Personel Shopper da eklenince fark daha da ortaya çıkıyor. Neyse ki Personel Shopper bir aksilik olmazsa vizyona girecek. İstanbullu izleyicilerin iki farklı sinema etkinliğinde izleme şansı bulduğu yine Cannes'dan ödüllü Brillante Mendoza'nın Ma'Rosa'sı da yine aynı şekilde Ankaralı izleyiciye çok görülmüş. Daha öncesinde gösterilmediği gibi festivalde de yok yani.

O Gerçek Bir Auteur


Onun adı Hong Sangsoo, geçen yıl da Locarno'dan Altın Leopar kazanmış filmini yine festivalde izlemiştik bu yıl da San Sabastian'da Gümüş İstiridye kazanmış Dangsinjasingwa Dangsinui Geot (Kendin ve Sen) adlı filmini izledik, üstelik o kadar üretken bir yönetmen ki, geçen Berlin'de Altın Ayı için yarışan bir filmi daha var henüz izleyemediğimiz ve nihayet Mayıs'ta da bir kez daha bir filmi ile Cannes'da Altın Palmiye'ye aday. Böylesine kısa sürede Avrupa festivallerinde bu kadar görünürlük elde eden başka bir yönetmen var mı bilmiyorum doğrusu. Her ne kadar her filminde sanki aynı filmi mi izliyoruz hissi geçse de auteur olmak biraz da bu değil mi? Birkaç karakter var Kendim ve Sen'de ama özellikle bir adam var (gerçek adı Yoo Joonsang olan, filmdeyse sanırım Youngsoo) ve bu adamın sevgilisine çok benzeyen alkolik bir kadının mahallede adı çıkar ve bu adam o kadının kendi sevgilisi olduğunu sanır bu yüzden sevgilisinin kalbini kırar ve terk edilir sonra biraz pişman da olsa sevgilisine bir türlü ulaşamaz, çok sonraysa karşısına o alkolik kadın çıkar ve büyük olasılıkla onunla aşkı yeniden yakalar. Kaybettiği sevgilisi ile tekrar birlikte olduğu, hafızanın silindiği tuhaf ama çok hoşuna giden bir noktadadır, her şeye en baştan başladığını sanır tahminimce. Gerçi bu benim yorumum tabii, muhtelif yorumlara da açık film. Bir yandan da hayal ile gerçek arasında seyreden dokusunu da unutmadan... Elbet izleyicisinden çaba isteyen zor filmlerden ama ben Sangsoo'nun kesinlikle bu çabanın karşılığını verdiğini düşünüyorum. Tiyatroya fazlasıyla yaklaşan bir yaratıcı sinemasını yeğleyen yönetmeni keşke daha fazla insan izleyebilse diyorum. İşte bu yıl zorlu geçeceği tahmin edilen 70.Cannes'dan alacağı hacimli bir ödül, ki o ödül Altın Palmiye olursa böyle bir fırsat oluşacaktır. 

Marco Bellocchio'dan Fai Bei Sogni (Tatlı Rüyalar) ICS'ye göre 2016'da gösterime girmeyen filmlerin en iyisiymiş. O da nesi demeyin. Uluslararası Sinefiller Birliği. Filmin ise anne sevgisinin yüceliğine vurgu yaptığı ifade edilebilir. Güzel genç bir anne 9 yaşındaki oğluyla hoşça vakitler geçirdiği bir gün aniden ölüverir ve bu oğlan hiç beklemediği bu boşluğun ağırlığını hayatı boyunca sırtında taşır. Sahi durduk yere annesi onu niye bırakıp gitmiştir. Hayatı boyunca bu öfke ve bazı soru işaretleri yakasını bırakmaz. Yazılar yazar, başarılı biri olur, sevdiği kadını da bulur gibi ama çocukluk baki kalır işte. Film yer yer ivme kaybetse farklı yollara sapmaya çalışır gibi yapıp geri dönse de küçük bir çocuk için annenin ne denli önemli olduğunu (üstelik hep var olacağı düşünüldüğü andaki kaybının) ve boşluğunun kimselerin kolay kolay dolduramayacağını akıcı bir senaryoyla anlatıyor, bittiğinde azımsanmayacak bir duygu yoğunluğu izleyiciye geçiyor. En azından bana geçti.  

Berlin'in bu yılki Altın Ayı'lısı Testrol es Lelekrol (Beden ve Ruh) yine Berlin'de ödül almış ve yine Ankara Film Festivali'nde iki yıl önce izlediğimiz aynı isimli Polonya filminden oldukça farklı denebilir. Orada hayatla ölüm arasındaki paralellik burada başka bir bağlamda kullanılmış. Yine bir aşk filmi ve kimilerince Amour gibi Lobster gibi örneklerle kıyaslanan, benzerlerinden bir çırpıda farklılaşan, aşkın farklı yüzlerini görmek için sanata başvuranların elini boş döndürmeyen bir film, üstelik bir yandan hayvanlara yönelik bir ince duyarlık da var bu filmde... Birbirinden hoşlanan iki kişinin her gece aynı rüyayı gördüklerini fark ettikten sonra yakınlaşmaya başlamaları ilginç doğrusu. Biz de az da olsa bu rüyalara tanıklık ediyor, yönetmenin şiirsel dokunuşunu takdir ediyoruz, her ne kadar Beden ve Ruh tam anlamıyla soluksuz izlediğimiz bir film olamasa da. 

Abbas Kiyerüstemi'yi dünyaya tanıtan filmlerden Nema-ye Nazdik (Yakın Plan) de festivalde yönetmenin anısına gösterildi. Kendisini ünlü yönetmen Muhsin Makfalbah olarak tanıtan bir adam minibüste karşılaştığı kadın ve ailesine filmine finansal destek sağlamaları takdirinde filminde oynatabileceğini söyler ama bir süre sonra Makfalbah olmadığı tahmin edilince tutuklanır. Film bize İran'da yönetmen olma heveslisi ama buna imkanı olmayan bir oyunbazın gerçek hikayesini anlatıyor. Filmdeki tüm karakterler gerçek ve kendilerini oynuyorlar. Sorgu sürecinde de durumun düşündürücü yönü izleyicilere sunuluyor. Yönetmenin filmi kurgulayışı (ki aynı zaman dilimini koşut kurguyla vermenin ilk örneği olabilecek bir sahne var) ve yarattığı estetik ile gerçek bir durumu filme aldığını göstermesi de sinema aracının kendisi üzerine düşünme olanağı sağlıyor. Yine de zanlının mahkeme salonunda sorgulandığı neredeyse kesintisiz, o upuzun dakikaların sinemasal alanı törpülediği ve sıkıcı olduğunu da belirtmeliyim.

Ayrıca Calin Peter Netzer'in filmlerini sevemiyorum galiba, önceki filmi Çocuk Pozu'nu da çok sevememiştim. Yeni filmi Ana, Sevgilim'i (Orjinali Fransızca, Ana, Mon Amour) de aynı şekilde. Çetrefilli bir ilişkinin yıllara yayılan halet-i ruhiyesini izlemekten usandık artık. Kabul, yönetmen hareketli kamerasıyla Romen Yeni Dalga'sına yakışır akıcı bir dil tutturmuş. Bir genç adam ve ruhsal dengesi biraz bozuk sevgilisi Ana'nın birlikteliklerinin gelişimi, çocuklarının doğumu ve büyümesiyle beraber Ana'nın psikolojisi düzelirken ilişki çatırdıyor, bu kez fedakar adamın psikolojisi bozuluyor. Geçen yıl izlediğimiz Maiwenn'in Mon Roi'unu ciddi şekilde andırıyor. Her yıl bu kadar çok çekilen aşk filmlerine ufak da olsa bir yenilik getiremedikten sonra da benim için pek bir şey ifade etmiyor.

Sonuç olarak bu festivalde 9 film izledim, festivalde gösterilen filmlerden 1 tanesini de daha önce izlemiştim.


Yıldız Tablosu :


Kendim ve Sen      * * *

Tatlı Rüyalar           * * *

Beden ve Ruh        * * *

Yakın Plan              * * *        

Ana, Sevgilim         * *

İz                            *

Tuz ve Ateş              *

Kaygı                       *

Albüm                     *

Koca Dünya             X



23 Şubat 2017 Perşembe

Big Mac'e Yumulur Gibi Film Seyreden Blogger'lara...

Geçenlerde ilk kez blogger ödülleri için adaylarımı buradan paylaşmıştım. Adaylar belirlendikten sonra sıralama ve ödüller açıklandı. Tabii yine şaşırtmadı. Sanki ABD'de yaşayan bir grubun tercihlerini gördük. Ödüllerin dağıtımından önce en iyi film sıralamasında şu 5 filmden en az 4'ü ilk 5'e girer, hadi yanıltın diye tweet atmıştım. Yine yanıltmadılar, hatta 2'inci ve 4'üncü sırada olması muhtemel adayların sıralamasını bile bilmişim, 1'inci ile 3'üncü ise birbiriyle yer değiştirmiş. Gerçi zaten, filmin kendi ülkesinde sadece 2016 yılı içinde vizyona girmiş olma zorunluluğu da benim açımdan bazı filmlere (Love, Right Now Wrong Then gibi) adaylık vermemi imkansızlaştırmıştı. Kendi ülkesinde vizyona girdikten sonraki yıl bizim sinemalarımıza konuk olduysa o film suçumuz ne, di mi ama? Hoş, The Salesman'a ben yüksek bir oy vermesem o da en iyi film adayı olamıyormuş, neyse...

Devam edelim; adaylar açıklanmadan önce de, Frantz'a 1 adaylık bile çıkmaz, hadi yanıltın demiştim, orada da yanıltmadılar. İşin ilginci yönetmenlik, senaryo, oyunculuk gibi kategorilerde aday sayısı 5 değil 10 olsa dahi Franz yine listeye giremeyecek kadar görmezden gelinmiş, ne diyelim zevkler böyledir mi? Hangi zevkler, malum 1 ülkenin evet sadece tek 1 ülkenin tekeline aldığı zevkler mi? Frantz'ın bir Oscar adaylığı olsa mesela böyle mi olurdu? En azından 1 adaylık elde edebilir veya o adaylığı az farkla kaçırabilirdi sanki.

Niye yazıyorum bunları, ülkede dert mi kalmadı. Kalmadı. Oscar Akademisi'nin seçimleri olsun, bir yönetmenin twitter'daki alaycı paylaşımı olsun, ya da yerli festivalde bir filmin aldığı, alamadığı bir ödül olsun, günlerce sinema kamuoyumuzu meşgul etmiyor mu? Misal Fırat Yücel ile tanımadığım bir twitter kullanıcısının geçen yıl twitter'da 6 saat civarı neredeyse aralıksız Toz Bezi tartışması ne büyük dertti ama, benim ki de böylesi kişisel bir dert işte. En nihayetinde blog açıp sinema üzerine yazdığını söyleyen insanların kendi aralarındaki bir oyun bu, benim de dahil olduğum ve blog açmak da facebook, twitter hesabı açmaktan zor değil zaten. Yeni medyanın sağladığı demokratik ortam açıkça suistimal ediliyor. Allahtan SİYAD üyeliği de bu kadar kolay değil, yoksa kendilerini bir günde SİYAD üyesi ilan eder, oradaki belli ölçüde renkli, sonuçlarını pek kestiremediğimiz listelerin de içine ederler.

Sonuçta bu kadar istikrarlı, bu kadar ezici bir ABD üstünlüğü tez yazacak sosyoloji öğrencilerine bile konu olur cidden. 66 blogger, sevdiği filmleri oyluyor. İlk 4, ABD yapımı. 5'inci de yıllarca Hollywood'ta çalışmış, o tarz hikaye anlatmaya meyilli yönetmenin filmi, keza listedeki Koreli yönetmen de bu minvalde değerlendirilecek cinsten. Listede 1 İngiliz var ama film yine Amerika'yı anlatıyor, adı bile Amerikan diye başlıyor. Neyse 2 tane Dünya Sineması örneği listenin en altlarına sızmış diyorum, o da ne, ikisi de bu yılki Yabancı Film Oscar'ı adaylarından, hatta daha fazlası, 2'si de favori orada, biri kazanacak ama hangisi acaba muhabbeti yapılıyor.

Yani efendim, zevkler çeşitlidir biri senin sevdiğini sever diğeri sevmez ötesinde bir durum bu çünkü ortada bir çeşitlilik yok ve blogger üye sayısının çok az olduğu ilk 2 yılı kısmen dışarıda tutarsak, her yıl böyle bu. Nerede görülmüş, herhangi bir ülkenin sinema yazarları her yıl sevdiği filmleri oylayacak ve 4 yıl boyunca hep en iyi film ABD yapımı olacak, tüm kategorileri net biçimde ABD yapımları domine edecek...

Sonra, daha ufak kategorilerde biraz farklılık olur mu diye onlara göz atayım dedim, örneğin belgesel kategorisine. Ne çıksa karşıma beğenirsiniz. En yüksek oyu alan filmin adı O.J.: Made in America. Orada bile içinde Amerika kelimesi geçen filmi bulmuşlar. Bravo vallahi...

Gerçi  sadece Oscar'ı eleştirdim diye (eleştirmek için onlarca neden belgeleriyle ortada) twitter'da bloklayan, ondan sonra da işte bloğu böyle yersin gibisinden seviyesiz bir tweet atan, bir diğeri çektiği videoda en güzel dönem Oscar dönemi, Oscar Oscar diye anıran bir 'kitle'den bahsediyoruz. Bildiğiniz fanatizm bu. Ama sinema da Amerika'dan ibaret değil işte. Tek tipleşmiş dünyanın kime ne faydası olabilir ki, eğilimlerini çok rahatça tahmin ettiğimiz, sürprizin, çeşitliliğin olmadığı bir dünyanın...

Hemencecik, her yıl burada da paylaştığım, yılın en sevdiğim filmleri listesine göz atıyorum, acaba farkında olmadan benim seçimlerimde de tek 1 ülkenin egemenliği olabilir mi diye? Bu yıl Fransız, geçen yıl İtalyan, ondan önceki yıl Türk, daha önce yine FransızFransız, AmerikanAlman diye gidiyor en sevdiklerim, pek çoğu Avrupa ortak yapımları elbet ama bir yönetmenin menşei var, o filmi çektiği bir ülke var ve o ülke yapımcı aynı zamanda. Hemen ikinci sıralara kimleri koymuşum onlara bakıyorum, orada da liste Amerikan, Alman, İtalyan, Romen, Fransız, FinFransız şeklinde uzamış, bunların altlarında Rus da var, Filipinli de, İranlı da, Koreli de, Belaruslu da, çok sayıda Meksikalı da...

Yine benim seçimlerimde de bir Avrupa egemenliği, ezici olmasa dahi göze çarpıyor. Ama en azından tek 1 bir Avrupa ülkesinden ibaret değil bu ya, orada bir çeşitlilik var. Üstelik ne gam, ABD'nin zevkler konusundaki bu ezici üstünlüğünün karşısına tek 1 ülkeyi çıkarsam çok mu fena yani, ama yapmamışım.

Geçen yıl ortalığı kasıp kavuran Arkapencere'nin giriş yazısı vardı hani, orada blogger geçinenlerin pek çoğunu kapsayacak şekilde, onlara Coca-Cola içer gibi film seyredenler diyordu. İşte her sene sinema bloggerlarının seçimlerini görünce başka bir şey düşünemiyorum. Neden insanlar başka başka marka Colaları değil de hep aynı markayı içiyorlarsa, film izlemek de bunlar için farksız. Her türlü eleştiriyi fazlasıyla hak ediyorlar. Ben Cola'yı da içine alan, yuvarlak ekmek arası eti, patatesiyle, onlara McDonalds'ın en popüler menülerinden Big Mac'e yumulur gibi film izleyenler diyorum. Niye mi, George Ritzer'in Toplumun McDonaldlaştırılması adlı kitabı bu fastfood zinciri üzerinden film izleme kültürüne dokunan bu durumu çok güzel anlatıyor çünkü. Tavsiyemdir. Okuyun.

Şimdi soruyorum; eyy bloggerlar -tek tük de olsa farklı seçimleri olan varsa onlar hemen üstüne alınmasın- siz bloggerların film izleyen sıradan birinden ne farkınız var, takıldığım nokta bu. Sinema üzerine yazdığınızı söylüyorsunuz ama kendi ülkeniz dışındaki tek 1 ülkenin ürettikleri sizin beğeninizi esir almış ve siz kendinizi sıradan izleyiciden farklı, beğenisi törpülenmiş, sinema üzerine yazan, dolayısıyla kendinizi sinema üzerine düşündüğünü varsaydığımız insanlar olarak görüyorsunuz değil mi? Sinefil olmak mevzusuna artık girmiyorum bile, çok yazdım. Sizin pek çoğunuz günlerdir, salonların çoğu niye Recep İvedik ile dolu, ııığğğğğğğ zevksiz halk diye anırıyor. Onlar da senin gibi bir 'kitle' işte, bu kadar rahatsız edici olan ne olabilir ki, onların yerli senin Amerikan olmandan başka.

Ayrıca son olarak şunu da belirtmeden geçmemeliyim. ABD bir hegemonya ise onun karşısına konumlandırılan Avrupa da yeryüzüne indirilmiş bir melek tabii ki değil, evet bu ABD imparatorluğuna karşı korucu tedbirler alıyor. Eurimages gibi kuruluşların öncülüğünde ortak yapımlarla güç birliği oluşturuyor Avrupa, o da başka tür bir hegemonya yaratıyor ve o da tartışılmayı, yerine göre eleştirilmeyi hak ediyor, uzun uzun yazılabilir üzerine ama toplum şu vaziyette iken, oraya gelmeye o kadaaaar çok var ki... 1 Avrupa filmi tercih ettiğiniz de, istediği kadar ödül alsın, ama Yabancı Film Oscar'larına aday olmamışsa o filmi tercihinizle siz bir marjinal olup çıkıyorsunuz düşünsenize, henüz bu aşamadayken nesini-niye eleştireceksiniz Avrupa'nın. Daha durun bakalım.


 

18 Şubat 2017 Cumartesi

Blogger Ödülleri İçin Benim Önerdiğim Adaylar

Türkiyeli Sinema Bloggerları (en son 107'ye çıkmıştı) her yıl, tipik sektör ödüllerinde (Oscar, Altın Küre, Bafta, Cesar, David di Donatello vs.) olduğu gibi öncelikle, geçen yıl kendi ülkesinde gösterime çıkmış filmler içinde izledikleri arasından beğendiklerini aday olarak sunuyorlar, en çok puanı toplayanlar arasından önce adaylar belirleniyor, sonra da her dalda ödülü alan film. Geçtiğimiz sinema sezonu olağanüstü güzel olduğu için normalde o kadar çok önemsemediğim ama yine de içinde olmaktan tuhaf zevk aldığım (eğilimi de bildiğim: blogger sayısı arttıkça Hollywood'un ezici üstünlüğünün şiddetini katbekat arttırdığı, ama yine de sonuçları merak ettiğim) bu süreçteki adaylarımı sizlerle paylaşmak istedim. Geçen yılın Cannes'ında ben olsam ödülleri nasıl dağıtırdımı da unutmuş değilim, bir aksilik olmaz ise birkaç filmi daha izleyip onu da paylaşırım. O hevesle bir gün belki yoğun biçimde takip etmeye başladığım 2009 ve sonrası diğer Cannes tercihlerimi de. Kim bilir.


BLOGGER ÖDÜLLERİ İÇİN BENİM ÖNERDİĞİM ADAYLAR




EN İYİ FİLM






FRANTZ







THE SALESMAN









PATERSON







GRADUATION






FROM THE LAND OF THE MOON










EN İYİ YÖNETMEN





FRANÇOİS OZON (FRANTZ)        







TOM FORD (NOCTURNAL ANIMALS)






CRISTI PUIU (SIERANEVADA)
                                     







ASGHAR FARHADI (THE SALESMAN)                                        







FEDE ALVARES (DON'T BREATHE)










EN İYİ ÖZGÜN SENARYO         


   
                                

FRANÇOİS OZON, PHILIPPE PIAZZO (FRANTZ)








 ASGHAR FARHADI (THE SALESMAN)








MAREN ADE (TONI ERDMANN)
                                     




CRISTIAN MUNGIU (GRADUATION)







JIM JARMUSH (PATERSON)












EN İYİ UYARLAMA SENARYO



NICOLE GARCIA, NATALIE CARTER, JACQUES FIESCHI
(FROM THE LAND OF THE MOON)






PEDRO ALMODOVAR, ALICE MUNRO (JULIETA)






TOM FORD (NOCTURNAL ANIMALS)






CELINA SCIAMMA (MY LIFE AS A ZUCCINI)






DAVID BIRKE, HAROLD MANNING (ELLE)













EN İYİ ERKEK OYUNCU





SHAHAB HOSSEINI (THE SALESMAN)







PIERRE NINEY (FRANZ)






PETER SIMONISCHEK (TONI ERDMANN)






LOUIS GARREL (FROM THE LAND OF THE MOON)






ADRIAN TITIENI (GRADUATION)







EN İYİ KADIN OYUNCU






MARION COTILLARD (FROM THE LAND OF THE MOON)


   



PAULA BEER (FRANTZ)







SANDRA HÜLLER (TONI ERDMANN)






TARANEH ALIDOOSTI (THE SALESMAN)







ISABELLE HUPPERT (ELLE)



                                     



Sevgili Okur;
Elbette buradakinden çok daha fazla dalda aday belirttik. Örneğin, sinematografi, kurgu, prodüksiyon tasarımı ve daha nicesi. Oralarda az da olsa farklı adaylarım olmadı değil ancak ben diğer teknik dalları da yönetmenlik ile ilintili olarak gördüğümden burada ayrıca paylaşmıyorum. 

Frantz, özgün senaryo dalında aday olarak gösterildiğinden ötürü tercihimi bu yönde kullandım ama Frantz'ın uyarlama senaryo dalında aday olabileceğini de belirtmek isterim çünkü bir piyes ve oradan uyarlanan 1932 yapımı (Broken Lulaby) film ile çok güçlü bağları olduğu ifade ediliyor. Ben ikisini de izlemedim-okumadım. Söyleyenlerin yalancısıyım vallaha...

Bir de şunu belirtmek isterim. Tüm filmlerin ülkelerindeki vizyon tarihini (2016) baz alsak da hepsi İngilizce adlarıyla karşınızda. O da bu ödül sistemini hazırlayan arkadaştan kaynaklanıyor, sisteme her yıl öyle girdiği için ben de burada o şekilde paylaştım. Ah bu Amerikancılık ah...

9 Şubat 2017 Perşembe

Sadece Cinselliğe Yaklaşımı Nedeniyle Bile Görülmeli

Evet farkındayım çok geç kalmış bir yazı oldu bu. Ama Yeşim Ustaoğlu'nun yeni çektiği filme bir yazı yazmamak da olmazdı herhalde. Bu yazıyla bu görevi de yerine getirmiş olduk böylece. Neden böyle oldu peki? Elbette sansür (aslında bir oto-sansür) tartışmalarından sonra birkaç planın atıldığı, orjinalinden farklı bir filmi izlemek istemedim. Bir ilke benimkisi. Yine bir festivalde denk getirip tam haliyle izlemeyi arzuladım. Fakat Başka Sinema aklımı çelmeyi başardı ve vizyonu terk eden bazı filmleri 1 kereye mahsus gösterdiği, o meşhur Kaçırmadınız! gecesinde nasıl olduysa beni tavladı. Şöyle düşündüm: Şimdi sansürlü izleyeyim, festivalde de sansürsüz halini izler, böylece bir karşılaştırma yapmış da olurum. İlkeyi çiğnedik anlayacağınız.

Film deniz kıyısında küçük denebilecek bir yerleşim yerinde bir psikiyatrist ve genç bir kadının kesişen hayatlarını anlatıyor, aslında ikili arasında öyle güçlü bağlar da kurulmuyor. Elmas adlı bu gencecik hasta kadın, Şehnaz'ın diğer pek çok hastasından sadece biri. Yönetmen filmin başından itibaren kamerayla ikiliyi takip ettiğinden bir noktadan sonra klinikte ikiliyi epey izliyoruz. Elmas yaşça ondan çok büyük nobran kocası ve ona hizmetçi muamelesi yapan kaynanasının gizemli ölümü sonrası balkonda oldukça kötü bir halde bulunuyor ama film katil Elmas ya da değil hiç orasıyla ilgilenmiyor. Kadının evin içindeki ezilmişliği, yatakta cinselliği yaşamaktan öte kocası tarafından büyük bir işkenceye maruz kalıyor görünümündeki hali gerçekten dokunuyor (Bir erkek bir kadının ne yaşadığını ne kadar hissedebilir, ben perişan oldum vallahi, düşünün). Ya psikiyatrist Şehnaz ondan çok mu farklı durumda, ilk bakışta öyle olsa bile. Klasik burjuva bir yaşam, kendi doktor eşinin gördüğümüz kadarıyla ofisi-projeleri var, güzel yemekler yapıyorlar, şarap içiyorlar ama Şehnaz da cinsellikten pek zevk alamıyor. Erkeği cinselliğin çift taraflı olduğundan bir haber, kendi zevkine odaklanmış sadece, erken boşalıyor da diyebiliriz. 

Son kertede alt sınıfa da üst sınıfa da sirayet eden ataerkil toplumun marazlarını izliyoruz. Benim hep savunduğum noktaya geliyor aslında film. Bu toplumun erkeği de sorunlu kadını da ve inanın erkekler yüzünden hiç hak etmediği acıları çeken tonla kadın varsa, o çapta olmasa bile kadınlar yüzünden hiç hak etmediği acıları çeken erkekler de çok. Psikiyatristleri aşan bu duruma sosyologların mı eğilmesi gerekiyor acaba? Şehnaz başkalarını iyileştirmeye çalışırken kendisinin hasta olduğunu fark ediyor ya zaten. 

Gerçekten yönetmenin cinselliğe yaklaşımı Türkiye'de alışık olmadığımız kadar cesur. Kutlamak lazım. Filmin görsel dokusuna da ayrıca önem veren yönetmen, en büyük verimi iki kadın oyuncusunun devleşmesiyle alıyor. Özellikle yıllar önceki tv dizisinden sonra ardı ardına sinemalara konuk olan Ecem Uzun hayretler içerisinde bırakıyor. 

Burada bence oyuncu yönetiminin başarısına da parantez açmak lazım. Mesela klinikte Elmas'ın geçmişini, gördüğü rüyadan güç alarak aralıksız canlandırdığı sahne dikkat çekici, gerçi yine de ben o sahnenin biraz uzun tutulduğu kanaatindeyim. Yönetmen böyle yaparak senaryoyu değil Ecem Uzun'u daha da ön plana çıkarmış. Senaryo ise genel anlamda filmin yumuşak karnı olmuş.

Hala Ustaoğlu'nun en bütünlüklü eserinin Araf olduğunu düşünsem de Tereddüt'ün de ülke sinemasının kadın yönetmenlerinin kolay erişemeyecekleri bir çıtada olduğu ortada.

Yıldız: * * 

28 Ocak 2017 Cumartesi

Bir Kez Daha İran Toplumu'na Bakan Bir Başyapıt ve Oscar Yaygarası

Ashgar Farhadi'yi son filmi Forushande (Satıcı) ile karmaşık duygular selinde boğulmamaya çalışarak alkışladık. 

Son dönemde Başka Sinema'ya epey kayda değer film geldi, bir de Oscar'ın Yabancıları Haftası yaptılar. Pek çokları gibi ilk anda ben de Oscar'da son 9'a kalan filmleri izleriz sanmış ama yanılmıştık. Bazı ülkelerin kendi adaylarından seçmelerdi izlediklerimiz. Orada izlediğim Lav Diaz'ın Altın Aslan'lı filmi Ang Babayeng Humayo (Giden Kadın), sinema tarihinin izlemesi en zor filmleri arasında yer alacak kıvamdaydı. 4 saat boyunca neredeyse yok denecek kadar az olayın gerçekleştiği bir film düşünün ve zaman zaman da, konuşan karakterlerin yüzleri karanlık olduğundan kim olduğunu seçemediğiniz bu film benim için hayal kırıklığıydı ama başka bir hayal kırıklığını da Andrea Arnold'un American Honey'sinde yaşadım. Amerika'nın serseri gençlerinin Amerika'yı kat edişinde ne bir anlam ne bir ritim duygusu vardı. Zevkler çeşitli, çok sevenleri (sadece American Honey için biliyorum) var elbet ama bence tek kelimeyle sıkıcı filmler bunlar. 

Oysa bir kez daha Oscar heykelciğini gözüne kestirdiği söylenen Ashgar Farhadi öyle mi? Satıcı ile birlikte Dünya Sineması'nın sayılı isimleri arasına girmeyi artık hak ediyor. Her şeyden önce Farhadi, muhteşem bir hikaye anlatıcısı; hikaye nasıl kurulur, geliştirilir, ritim duygusu niye önemlidir, gerilim nasıl yaratılır gibi, sorulara ders niyetine izletilmeli. Evet Hollywood reçetelerine elbet bağlı kalınmamalı ama sinemanın görsel bir takım araçlarla öncelikle bir hikaye anlattığını unutmamalıyız. Fransızcası Le Client (Müşteri) olarak kayda geçen son filminde yönetmen tekrar İran'a dönüyor, iyi de yapıyor. Bir önceki filmi Fransa'da çektiği Geçmiş'in üzerine sinen biraz özenti (Ceylan ve Mungiu da teklifler almasına rağmen kendi ülkeleri dışına çıkmamakta haklıymış dedirten) ve biraz fazlaca melodramatik unsurlar törpüleniyor. Yine hareketli omuz kamerası ve doğal oyunculuklar. Kimileri her ne kadar Farhadi'nin eski filmleri kadar akıcı olmadığını söylese de Bir Ayrılık ne kadar akıcıysa Farhadi kurduğu dil ile Satıcı'da da en az o kadar akıcı ve çarpıcı bana göre (biraz Audiard'a da benzetiyorum). 

Rana (Tadeneh Alidoosti) ve Emad (Shahab Hosseini) Arthur Miller'ın Satıcı'nın Ölümü adlı eserini sahneye koymak üzere olan genç bir çift, kentsel dönüşümün gölgesindeki Tahran'da yaşadıkları bina sallanmaktadır (ki yine dönecekleri yer orasıdır, harikulade bir metafor), onlar da oradan mecburen başka bir eve taşınırlar, onlardan önce bir fahişenin yaşadığı bir eve. Nitekim filmin kırılma noktası da bu taşınmanın ertesinde gerçekleşir. Bir akşam Rana banyoya girmek üzereyken eve gelmek üzere olan Emad'tan kahvaltılık bir şeyler almasını ister kısa bir süre sonra da kapı çalar ve Rana, Emad geldi diye kapıyı açıp banyoya girer ama gelen daha önce orada yaşayan fahişenin bir müşterisidir ve Rana'ya tam olarak içeriğini öğrenemediğimiz bir saldırıda bulunur. İşte buradan hareketle İran toplumundaki mahalle baskısı ve kadının yeri, kültürlü görünen erkekte bile ortaya çıkan kof bir ahlakçılık ve intikam duygusu filmi kuşatır. Farhadi tüm bunları bir gerilim ve kara film havası içinde gerçekleştirir. Filmdeki herkesin bir şekilde satıcı ve müşteri olduğu olduğu film bu kavram üzerine düşünme fırsatı da verir. 

Satıcı'nın Ölümü ile bazı paralellikler üzerinden de okunabilecek filmin özellikle son 20-25 dakikası gerçekten izleyicinin duygularıyla çok ustaca oynuyor, adeta paçavraya çeviriyor ve düşündürüyor. Başta Hosseini olmak üzere tüm oyuncuların da mükemmel bir kompozisyon çizdiği Satıcı, aynı zamanda izleyicisini entelektüel anlamda da geliştirmeyi teşvik eden o özel filmlerden. 

Filmden çıktıktan sonra sinemanın birkaç yüz metre ötesindeki kitapçıda filmden çıkan birkaç kişiyi görmek... Elbette satın aldıkları kitap Satıcı'nın Ölümü.

Not 1: Bu yıl daha Ocak ayında olmamıza rağmen sinemalarda izlediğim 15. Cannes-Ana Yarışma filmi oldu Satıcı, en azından 2 tane daha kesinlikle izlemek istediğim var, ama şu an için ben olsam Altın Palmiye'yi Satıcı'ya verirdim diyorum.

Yıldız: * * * *

Oscar Yaygarası

Oscar adayları belli oldu, o gün yine twitter kilitlendi. Öncelikle kendini 'sinefil' olarak adlandırmayı seven o twitter eleştirmenleri ve tabii ki çeşitli yayın organlarında yazan eleştirmenler o dalda bunun hakkı yendi, şu en azından şu dalda olmalıydı onun şansı bu dalda yüksek vs. diye yazdılar, saatlerce. Ama daha bu ne ki, ödül törenine kadar daha çok yazacaklar, hele ki ödül gecesi. Aslında burada çok da sıkıntı yok. Ödüller; izlediğimiz, sevdiğimiz ya da sevmediğimiz filmlere dair oyun alanı yaratır, oynarız, bu oyunları ben de seviyorum. Ancak sıkıntı şurada; neden 'sadece' Oscar üzerine bu kadar çok yazıyoruz. Örneğin 1 gün sonra Cesar adayları da açıklandı. Mantığı Oscar ile aynı. Sektörü canlandırmayı amaçlayan ticari bir döngü ve aday olan yönetmenlerin çoğu sinemalara da uğradı. Hepimiz izledik. Ozon, Verhoeven, Dumont, Garcia, Dolan gibi Dünya Sineması'nda saygınlığı olan yönetmenler çeşitli adaylıklar elde etmişler. Verhoeven'in filmi Elle 11 adaylık almış mesela ama o Verhoeven'in filmi Elle, Oscar'da niye sadece 1 adaylık aldı, diğer dallarda tüh! onun hakkında konuşamayacağız diye dert yanıp dakikalarca üzerine konuşulurken, hali hazırda 11 adaylık aldığı aldığı Cesar'daki şansına dair kimse bir tek cümle etmiyor. Bir tek cümle yahu! Çok eskiden biraz da eleştirmenlerin Hollywood filmlerine taptıkları için (ki öyle bir durum da var) vaziyetin böyle olduğunu düşünürdüm, net biçimde görüyorum ki sizin derdiniz filmlerle de değil, sadece Oscar fetişizmi bu.

Not 2: Bir de twitter'da Oscar, iyi filmler için bir şey ifade etmez diyene, bir tane 20 yıllık Siyad üyesi artık ben de Oscar'a olumlu bakamıyorum diyor. Artık mı? Duayen de bunu derse vah halimize.


15 Ocak 2017 Pazar

İsviçre'den İnsancıl Bir Kukla Filmi

2007 yılında Persepolis'in Cannes'da Jüri Ödülü alması 1 yıl sonra Beşir ile Waltz'in yine Cannes'da övgülere boğulması ve Altın Palmiye'nin favorisi olarak görülmesi kimilerinde sinema artık yeni bir forma evriliyor, dolayısıyla yakıcı gerçeklerin sinemasını bundan sonra giderek insanlar değil çizgiler belirleyecek algısı oluşturmuştu. Belki 10 yıla kalmadan Altın Palmiye adaylarının yarısı animasyon olur diyen bile vardı. Bu öngörü elbette tutmadı. 2008'den sonra tek bir animasyon dahi Cannes'ın Ana Yarışması'na çıkamadı. Yine de animasyonun çeşitli türlerinde kayda değer filmler yapanlar oldu, farklı festivallerde bazen de Cannes'ın alt bölümlerde kendine yer buldu bu filmler. Bu yıl İsviçre'nin adayı olarak Oscar 'shortlist'e kalma başarısı gösteren Ma Vie de Courgette (Kabakçığın Hayatı) de onların başında geliyor. Stop Motion tekniğiyle oluşturulmuş ustalıklı bir film bu, içeriği belki pek toplumsal-politik yakıcılığa yaslanmıyor denebilir (aslında tam olarak öyle değil) ama çocukluğu zor şartlarda geçen, dünyamızın geleceği olacak insanlara dair hem içburucu biraz da komik, en önemlisi hümanist bir hikaye anlatılıyor. Başkarakter oğlanın takma adından da anlayacağımız filmin ismine atfedilen kabak tadı veren bir yaşamın sadece çocukları ilgilendiren değil hatta daha çok da büyükleri ilgilendiren taraflarını zevkle izliyoruz.

Yıldız: * * *