31 Aralık 2016 Cumartesi

Yılın En İyileri

Bu yıl daha önce de ifade ettiğim gibi, sinema açısından fevkalade bir yıl oldu. İlginç sürprizlerle karşılaştık. Bu kadarını beklemiyordum doğrusu. Ülke tarihinin en azından 1980 sonrasının net biçimde en korkunç aylarını yaşadık, kimileri 1945 sonrası Avrupa'nın da ürkütücü bir dönemine girildi (asimetrik savaş) dedi ama işte sanat hayatın yerine geçemese de önemli bir işlev yükleniyor bu dönemlerde, sinema da hareket kavramı (biraz uzun mesele) üzerinden kurgulanan bu modern çağlara çok uygun bir sanat olarak ilgimizi çekiyor. Benim için de biliyorsunuz ki öyle. Her yıl 10 iyi film belirleyen ben bu sene 10 filmi oluşturmakta epey zorlandım. 10 filmden daha fazlasını listeye almak istedim o yüzden bu yıl vizyona girmiş ya da artık girme ihtimali olmayan filmleri değil, sinema perdesinde 2016 yılı içinde izlediğim tüm filmlerin içinde en beğendiğim 20 filmi sizlerle paylaşmak istedim. Vizyona sansürlü giren Tereddüt maalesef izlemediğimden yok, yoksa Yeşim Ustaoğlu'nun açık ara en iyi kadın yönetmenimiz olduğunu düşünüyorum.

Yılın Bana Göre En İyi 20 Filmi




1-Frantz/Francois Ozon

2-Paterson/Jim Jarmush

3-Bacaleurat/Cristian Mungiu

4-Mal de Pierres/Nicole Garcia

5-Toni Erdmann/Maren Ade

6-La Double Vie de Veronica/Krysztof Kieslowski

7-Francofonia/Alexander Sokurov

8-Ji-geum-eun-mat-go-geu-ddae-neun-teul-li-da/Hong Sang-Soo

9-Dheepan/Jacques Audiard

10-Love/Gaspar Noe

11-Nocturnal Animals/Tom Ford

12-La Fille Inconnue/Dardenne Kardeşler

13-Julieta/Pedro Almodovar

14-Elle/Paul Verhoeven

15-El Boton de Nacar/Patricio Guzman

16-Sieranevada/Cristi Puiu

17-Chronic/Michel Franco

18-I Daniel Blake/Ken Loach

19-Don't Breathe/Fede Alvarez

20-Carol/Todd Haynes

İzleyip de unuttuğum varsa affolsun...

29 Aralık 2016 Perşembe

Amerikan Usulü Kırık Bir Aşk Hikayesi

Bu yıl sanıyorum ki benim 10 yıldır dikkatle takip ettiğim sinema sezonları içinde en iyisi, 2010 yılını bile geride bırakabilecek güçte ve neredeyse her izlediğimiz film bu duyguyu daha da güçlendiriyor. İşte Ford'un Nocturnal Animals'ı, hemşerisi Jarmush'un Paterson'ından çok farklı ama yine nitelikli bir Amerikan yapımı.

Modacı kimliğiyle tanınan Tom Ford'un ikinci filmi Nocturnal Animals (Gece Hayvanları) kırık bir aşk hikayesini kadının (Susan) tarafından koşut öyküler çerçevesinde anlatıyor. Bu koşutluk Susan'ın bugünü, terkettiği eski eşinin yazıp gönderdiği romanın aklında canlanışı ve geçmişi şeklinde oluyor. Eski eşi Edward ile severek evlense de sosyetik güzel Susan onu çok haksızca terketmiştir, yazmaya düşkün Edward da yıllar sonra Susan'a adadığı henüz yayınlanmamış bir romanını gönderir ve Susan romanı okudukça, tüm pişmanlıkları depreşir, nitekim uğruna terkettiği adam ona o kadar da değer vermiyor, hatta değer vermemek ne kelime düpedüz aldatıyor. Sonuçta bu roman Susan'a sevginin ne kadar değerli olduğunu ve elde ettiğimizde kolayca bırakmamamız gerektiğini, duyguların araçsallaşmasının önünde sonunda bireyi mutsuz edeceğini hatırlatıyor. Romanın kurgusu sembolik düzlemde ikilinin ilişkisinin bitişi üzerine bir şeyler söylüyor. En azından roman karakterleri farklı kişiler olsa da Susan kendi yaşanmışlıklarına koşut okuyor romanı. Sinema dili, oyunculukları ve senaryosu oldukça başarılı. 

Aslında bir yandan ilginç de bir intikam filmi. Kalbi kırılmış Edward'ın şiddet içermeden, sanatın, edebiyatının gücüyle aldığı bir intikam, ne kadar onurlu bir tavır değil mi? Bizdeki gibi ya benimsin ya kara toprağın dememiş.

Belki kendi hayatımdan da bazı izler bulduğumdan daha da sevmiş olabilirim filmi, ama toplumsal eleştirisi çok görünür olmasa da bireysel dramların ardındaki gerçekleri oldukça estetize edip zevkle izlenen bir filme dönüştürmüş Ford. Sadece moda dünyasıyla teması bakımından değil biçimci yaklaşımıyla da kardeşliği sezilen Wending Refn'in The Neon Demon'ı (iki oyuncusu bile aynı Karl Glusman ve Jela Malone -ki çok çekici değişik bir güzel) gibi göz boyamaya çabalamadan yapıyor ne yapacaksa. Başarılı bir roman uyarlaması olmasının hakkını verecek şekilde öncelikle, beyazperdeye yakışan bir 'öykü' anlatıyor. Belki tek eksiği, Susan'ın kafasında canlanan romanın filmin süre bakımından çoğunu kaplaması, adeta filmin kendisine dönüşmesi, burada da gerilim ve aksiyonun kolaycılığına kaçan bir tür filmi izliyoruz hissi geçiriyor kısmen. Yoksa filmin başkarakterinin okuduğu bir romanı perdede izlediğimizi bilmek bile gayet ilgi çekici bir fikir.

Yıldız: * * * *

5 Aralık 2016 Pazartesi

Yüce Ruhun Filmi Bu, İnsanın Tüm Kötülüklerine Zıtlık Oluştururcasına

François Ozon 17.filminde savaşın kaybı, aşk ve insanoğlundaki o yüce ruhu öne çıkardığı öylesine dokunaklı bir filme imza atmış ki, zaman zaman unutulmaya yüz tutan sinema sanatına sevgimizi perçinleyen bir film ortaya çıkmış. 

Şöyle bir bakıyorum da bu sezon (Ekim'den bu yana) ne kadar güzel filmler izledik. Daha birkaçını izlemediğimizi varsayarak diyorum bunu. Aslında 2015 ve 2016 bizler için, maalesef savaşın yeni tezahürleriyle geldi, ardı ardına patlayan bombalar, üzerine ateş açılan insanlar, darbeler, ohaller... Peki Avrupa çok mu farklıydı, başkentleri Brüksel Havalimanı'nda, metrosunda yaşananlar. Hele Fransa'da 7 ayrı noktadaki yüzlerce insana yapılanlar ve Bastil gününde Nice'te olanlar...

Ama o Avrupa son zamanların en hoş filmlerini bunların ertesinde üretiyor. Esasen Avrupa Sineması'nı bu kadar özel kılanlardan biri de yaşadıkları iki büyük savaştı çünkü insanoğlunun daha ne kadar acımasızlaşabileceğine dair büyük tecrübe edindiler. Belki de o yüzden Amerikan Sineması'nın en başarılı örneklerinde bile o naifliği bulamadım ki gerçekten çok başarılı örneklerini zaman zaman izledim, biri de geçen haftaydı.

François Ozon, Venedik Film Festivali'nin favorileri arasında gösterilen ama sadece filmin genç kadın oyuncusuna verilen bir ödül ile yetinmek zorunda kalan son filmi Frantz'da, eskiye gidiyor ve sanki bir açıdan 3. Dünya Savaşı'nın ayak seslerinin duyulduğu şu dönemlerde, bakın ne acılar yaşadığımızı unutmayın, tekrar tekrar hatırlayın diyor. Siyasetçiler sanatçıları dinler mi ki? Biz yine öyle umalım. 

Bu hayli ilginç filmde,1.Dünya Savaşı'nın ertesi, önce yer Almanya'nın bir köyü, nişanlısı Frantz'ı savaşta Fransız kurşunuyla kaybeden Anna, onun mezarının önünde bir genci görmeye başlıyor, Adrien adlı gizemli bu genç bir Fransız, Frantz'ın ailesi için oğullarını öldüren ulustan biri o ama Adrien Frantz'ın arkadaşı olduğunu söyleyerek aileye kendini çok sevdiriyor. Oğullarının mezarını ziyaret için Almanya'dan gelmiş üstelik, az şey mi?

Filmin ortasında filmin akışını alt üst eden o sürpriz itiraf geliyor (aslında deneyimli izleyicinin ne zaman gelecek diye bekleyebileceği). Bundan sonra birbirine yakınlaşmaya çalışan Anna-Adrien ayrı düşüyor. Bir süre sonra Anna, Adrien'in peşinden onu bulmak için Fransa'ya gidiyor, burada da yaşanması beklenen büyük aşk için zaman biraz geçmiş oluyor. 

Filmi izlemeyenler için filmin önemli gelişmelerini daha fazla yazmak istemiyorum ama Adrien'in vicdani sorumluluğu, ansızın tamamen ayrı koyduğu bir aşkı (filmi izleyenler ne demek istediğimi çok iyi anlayabilecekler) kendince yerine koyma isteği insana olan derin inancın da karşılığı. Nasıl yüce bir ruh bu. Evet sorumluyuz pek çok acıdan ne yazık ki, bazı zamanlarda bu acıların en büyüklerinden sorumluyuz ama kaybolanı yerine koymak neden mümkün olamasın ki !!! Tabii ki aşk ile olacak, bir insanı sevmekle başlayacak her şey. Adrien'in niyeti çok alışık olmadığımız bir soylu tavra kapı açıyor. Yine film boyunca bize izlek sunan filmin ölü kişisi Frantz'ın Anna'nın ne olursa olsun aşkı yaşamasını, mutlu olmasını isteyişi peki, ve zaten Adrien'in bu bilgiye sahip oluşu. Ya Anna'nın birlikte yaşadığı Frantz'ın ailesini üzmemeye çalışan iyi niyeti, Adrien'e karşı affediciliği...

Evet savaşın ne kadar kötü bir şey olduğunu bıkmadan usanmadan 2016 yılında, üstelik 1.Dünya Savaşı ertesinden anlatan bir film. Tüm bunları çok sağlam bir senaryo, siyah-beyaz ve renkli film arasında özenle gidip gelen duyarlı bir estetikle ortaya döküyor Ozon. Adrien kemanı çalarken duyduğumuz Chopin'in çalışması gibi özenle seçilmiş çeşitli müzikler de aynı duyarlığın ürünü. Oyunculuklar da en iyisinden, özellikle Adrien rolünde Pierre Niney ve Anna rolündeki Paula Beer, filmin o hüznü ve hümanizmasını birinci sınıf bir mimik-jest ustalığıyla yansıtıyorlar.

Pek çok anlatmaya değer noktasını sürprizlerini bozmamak için anlatmadığım bu dört başı mamur hikaye, insanın karşıtlıkların içinde nasıl da var olduğuna dair, insanın yaşattığı her türlü kötülüğe karşın yine aynı insanın iç güzelliğiyle yapılan bir büyük vurgu. Anna'nın Adrien'in yanından trene binip ayrılırken Adrien'in seslenişinde insana dair o umut... Mutlu ol Anna, diyor. Daha başka ne istenebilir ki. Filmin özü biraz da bu cümle işte, ama burada sadece yazılı halini gördüğünüzden çok daha derin ifadesini buluyor filmde. 

Frantz hep izlemeyedeğer filmler üretmiş ilgiyle de takip ettiğimiz, dile kolay kısaları saymazsak 17. filmini çeken François Ozon'un başyapıtı...

Yıldız: * * * * *