31 Ekim 2016 Pazartesi

Kadim Duyguların Kıyısında Özenli Bir Film


Hüzün ve suçluluk ya da vicdan azabı diyebileceğimiz duyguların kıyısında bir kadın (Julieta) ve onun hayatına etki eden, büyük oranda ailesi; sevdiği adam, kızı, biraz da babası, trende yakınlaşmayı reddettiği yaşlıca bir adam ve de eşinin fuck buddy'si arasında Julieta'nın gençlikten orta yaşa sürüklenen yaklaşık 30 yılını izliyoruz. Günümüzde açılan ve uzun yıllardır annesiyle görüşmek istemeyen kızının çocukluk arkadaşıyla karşılaşması Julieta'nın gençliğine gitmesine sebep oluyor, film uzunca bir süre o gençliği doğrusal olarak anlattıktan sonra çok çaktırmadan 
bazı zamansal med-cezirler de gerçekleştiriyor. Almodovar'ın birkaç öyküden esinlenerek uyarladığı senaryo yine ustalıklı, merkezde Julieta olsa da onun hayatı ve hayatına etki eden karakterler arasında incelikli bir benzerlik inşa edilmiş, yok birbirimizden farkımız dercesine. Karmaşık duyguların çoklu karakterler arasındaki harmonisi... Julieta'nın farklı yaş dilimlerini canlandıran Emma Suarez-Adriana Ugarte ikilisi ve tüm yan karakterler de başarılı bir kompozisyon çiziyor, yine renkli bir dekor, güzel kadrajlar... Aşırılıkları daha bir törpülenmiş kısacası bir önceki filmi İçinde Yaşadığım Deri kadar olmasa bile, tadı damağında uzun süre kalan filmlerden Julieta. En iddiasız olduğunda bile sinemada usta olarak addedilmenin karşılığının ne olduğunu hatırlatan.

Yıldız: * * * *

10 Ekim 2016 Pazartesi

Filmekimi Güçlü Filmlerle Geldi

Filmekimi ne zaman güçlü olmadı ki denebilir ama bu sefer o düzey biraz daha yüksek gibi...

Romen Sineması'ndan Etik Üzerine

Diyelim ki yaşadığımız toplum alabildiğine yozlaşmıştır ve dürüst bir yaşam ile bu toplumda iyi bir yere gelmek mümkün değildir üstelik siz hep dürüst yaşamanın önemine vurgu yapmış biri olduğunuzu iddia etseniz de, dürüstlüğü yaşama uygulayamadıktan sonra ne fayda.

Cristian Mungiu'nun son filmi Bacalaureat (Mezuniyet) bu sorunun cevabını arıyor. Bir baba lise başarısının yüksek olduğunu söylediği kızının bu başarıyı son sınavlarda da devam ettirip kazanacağı bursla İngiltere'ye gitmesini planlar ama kızı ufak bir cinsel saldırıya maruz kalır ve bileğini burkar o yüzden son sınavlarda yeterli başarıyı göstermesi dahası sınava girmesi bile tehlikededir. Baba bir takım ilişkiler ağıyla kızına en tanıdık tabirle 'torpil' bulmaya çalışır. 91'de ülkeye geri dönmüş çok farklı bir ülkeyle karşılaşacaklarını sanmış ama yanılmıştır. Kızına saldırıldığında çevreden geçen kimsenin tepki göstermediği bir ülkedir burası, hatta kızın sevgilisi de o kişilere dahil, düşünün. Kızının İngiltere'de üniversite okuması, diğer deyiş Romanya'dan kurtulması büyük bir gereklilik gibi gözükür.

Temelde yine Mungiu, Doğu Bloku parçalanmadan önce ülke ne kadar yozlaşmışsa bugün de o kadar yoz diyor. Bir önceki filmi Tepelerin Ardında da, muhafazakarlaşma vurgusuyla bugünü anlatmaya çalışırken Mezuniyet'de o muhafazakarlaşma hiç yok değil sanki, çok daha hafif volümden sezdiriliyor. Öyle ya da böyle olumlu anlamda geçmişe göre değişen bir şey var mı bu yeni liberal Romanya'da? Dahası dünyanın pek çok yerinde diye de okunabilir.

Etik üzerine bir film Mezuniyet, geleceğin toplumunda söz sahibi olabilecek gençler üzerine. Sonunda ders niteliğinde takdir edilecek bir noktaya da varıyor. Her türden çürümüşlüğe karşı doğru olanı yapmanın şaşmaz gerekliliği, umudun pek de olmadığı bu dünyada tutunulacak belki tek dal. Baba rolünde Adrian Titieni başarılı, yine kızı rolünde Maria-Victoria Dragus da öyle (biz onu Haneke'nin Beyaz Bant'ındaki kötü çocuklardan biri olarak tanımıştık). Film toplumsal gerilimi neredeyse filmin tamamına sirayet ettiren ve önemlisi ayrıntıları incelikle bütünün içinde eriten senaryosu ve olgun yönetmenliğiyle de oldukça başarılı, hatta sürükleyici bir deneyim sunmasına rağmen kendini kolay ele vermeyen o yüzden de kimilerinin çok sevemeyeceği yapısıyla bir kez daha izlenmeyi hak ettiği söylenebilir. Öyle ki Haneke'nin Cache'si ile Nuri Bilge'nin Kış Uykusu'ndan bir bileşke olarak tarif edebileceğimiz bazı sahneleri bir vicdan ya da adaletin tecelli edeceğinin metaforu olarak mı değerlendirmeli, başka düşünmeye değer noktalar da var elbet, babaanne, metres, polis amiri gibi...

Yıldız: * * * *

Avrupa'nın Vicdanı Dardenne'ler

Etkinliğin diğer etkileyici filmlerinden biri Dardenne Kardeşlerden geliyor, aslında tema olarak Mungiu'nun Mezuniyet'i ile de ilintili bir film La Fille Inconnue (Meçhul Kız) ama sözünü daha doğrudan söyleyen farklı yollara sapmayan ve son derece yalın bir film. Genç idealist bir doktor olan Isabelle'in bir akşam vakti kapı zili çalar ama çekinir açmaz, önemli bir şey olsa bir daha çalar diye düşünür, gel gelelim kapıyı çalan Afrika kökenli kadın kısa bir süre sonra muayehanenin yakınında ölü bulunur ve Isabelle aslında suçlu olmasa da o kadının ölümünde payı olduğu gerçeğiyle bir dedektif titizliğinde olayın üzerine gider. Dardenne'ler ve sineması iyi ki var. Göçmen probleminin ve ırkçılığın büyük bir yaraya dönüştüğü şu dönemde, has insan nasıl bir şeydir, niye çevremize karşı duyarlı ve sorumlu olmalıyız konusunda hiç büyük laflar etmeden bir kez daha büyük bir ders veriyor. Bravo! Bu kez adeta bir polisiye filmin merak duygusuyla yapıyorlar bunu. Başroldeki Adele Haenel de görevini başarıyla yerine getiriyor ve bu filmin Cannes'da aldığı muhtelif olumsuz eleştirilere de akıl sır ermiyor. Kesinlikle Dardenne ortalamasını tutturan değerli bir film Meçhul Kız. 

Yıldız: * * * *


Aşka Dair Şaşırtıcı Bir Film


Mal de Pierres, yani Böbrek Taşı denebilir ona, filmin orjinal adı bu. İngilizce From the Land of the Moon denmiş, Türkçe ise Aşk Mektupları olarak çevirmişiz. Aşka dair daha ne anlatılabilir, bu anlatılanlar ne kadar ilgi çekici olabilir sorusunu henüz geçtiğimiz yaz bir yazımda irdelemiştim, ve Fransızların aşk filmi yapma konusundaki hünerlerinden bahsetmiştim. İşte bir kadın yine bir Fransız, Nicole Garcia, aşkın dili de denen Fransızca ile aşkı anlatmanın daha ne kadar etkileyici olabileceğinin cevabını veriyor. Daha çok bilincimize hitap ettiği düşünülen alışıldık Cannes filmlerinin aksine yüreğimizi allak bullak eden bir deneme...

Marion Cotillard'ın canlandırdığı nevrotik ruh haline sahip, aslında çok duygusal bir karakter Gabrielle, yaşadığı kasabada evli bir erkeğe tutulur ama aşkı karşılık bulmaz, sonraysa bir duvarcı ustası ile sevmeden evlenir ama bir süre sonra böbreklerindeki sancılar kaplıcaya yatırılmasına sebep olur. Orada ağır hasta bir teğmene vurulur ve teğmen de ondan hoşlanır.

Çok güçlü bir tutkunun öyküsü bu. Hem de öyle böyle değil, hiç abartmadan söyleyelim, aşkın başlı başlına bir delilik hali olduğunun belki de beyazperdedeki en güçlü ifadelerinden bu film. Üstelik bu durumu filmin ana karakteri Gabrielle'in kendi gerçekliği içinde, gayet klasik ama oldukça şaşırtıcı biçimde anlatıyor. Milena Agus'un romanını perdeye özgürce dökmek için büyük bir özenle çalışılmış nereye savrulacağını çok kestiremediğimiz dört dörtlük senaryo ve Marion Cotillard faktörü bu dediklerimin dayanağı, büyülü güzel Cotillard'ın aşkın kolay kolay dinmeyen ve her an kıvılcımlanmaya hazır iç ateşini resmedişindeki ustalık da neden sadece günümüzün değil koskoca sinema tarihinin de en büyük aktrislerinden biri olduğunu tekrar kanıtlıyor. 

Yıldız: * * * *

Romen sinemasının alışık olduğumuz doğallığına sahip yeni bir film, Sieranevada. 2000'lerin başından itibaren yaptığı filmlerle Yeni Romen Sineması/Yeni Dalgasının en tanıdık isimlerinden Cristi Puiu imzalı. 

Konusuna gelirsek, geniş bir aile toplantısı izliyoruz filmde, babalarının ölümü yeni gerçekleşmiş gibidir ve bir rahip eve gelip bir takım kısa ritüelleri yerine getirecektir. Bunun için ciddi bir kalabalık evde toplanmıştır. Bir öğleden akşama kadar süren filmde aile üyeleri 11 Eylül'den Charlie Hebdo'ya, elbette Romanya'nın sosyalist geçmişinden, aile içi sorunlara kadar konuşur-tartışır hatta şakalaşırlar, zaman zaman hafif mizah da dikkat çeker, bu süreçte bir ufak 'atraksiyon' olarak görülebilecek gelişmeler de filmin ritmine katkı sağlar. 

Yönetmen hepi topu 4-5 saatlik bir zaman dilimini bir film için epey uzun sayılacak, neredeyse 3 saat gibi bir zaman diliminde adeta kesintisiz bir hisle anlatıyor, üstelik filmin başı ve daha sonraki kısa bir bölüm dışında hiç de büyücek denemeyen bu evden dışarı da çıkarmıyor. Böylesi dar alanda çok fazla oyuncu ve kamera hareketi gerçekleşiyor. Ancak bir mizansen virtüözünün olağandışı bir çabayla üstesinden gelebileceği tarzda ve bu yönden tam bir yaratıcı sineması örneği. Ve sonuçta bir geniş aile toplantısının çok da ilginç olmayan gündelik hallerine tanık oluyoruz, Romen insanının kendine has ve çokça da bize benzeyen halleri bu. Büyük bir derdi yok ve çok yoğun diyaloglarına rağmen ortada o kadar güçlü-çarpıcı bir öykü kurulabilmiş mi 
sanmıyorum.

Yıldız: * * * 


Xavier Dolan'ın bir önceki filmi Mommy'i izledikten sonraki yazımda şöyle demiştim. Sinema dilinin elementlerine her geçen gün daha da hakim olan, bu elementler üzerinde cambaz gibi oynayabilen, sinemayı sanat yapanın biçem olduğunun farkında olan bir yaratıcıyı dünyaya gösteriyor, ve şöyle devam etmiştim bir 'geleceğin sinemacısı'nın en bütünlüklü eseri, olasılıkla başyapıtlara gebe bir dönemin ilk meyvesi. Oysaki Juste La Fin du Monde yine mevcut yeteneklerinden izler taşısa da bence bir geri adım olmuş. Ölmek üzere olan bir yazarın ailesiyle son buluşması ve vedası niteliğindeki bu toplantı yine kurgu, müzik ve sinematografi üzerinde haşarı şekilde oynayabilen ama senaryonun derinliği üzerine aynı başarıyı gösterememiş bir elden çıkmış görünümü veriyor. Jean-Luc Lagarce'ın Türkçe'ye de Alt Tarafı Dünyanın Sonu olarak çevrilen tiyatro oyununun uyarlaması, bir öykü ya da kısa romana göre daha fazla zorluklar barındırıyor olabilir, ama bu zorlukları aşmak da büyük bir yeteneğin göstergesi sayılmaz mı? Ben oyunu okumadım ama karakterlerin alt metnini çözmemize izin vermeyen aşırı diyalogları bir kuru gürültüden ibaret geldi ve tam bir takım oyunu sergileyen usta Fransız oyuncuların güçlü performansları da yetmedi ve kesinlikle doyurmadı. Sanıyorum ki bu sene eleştirmenleri de en çok ikiye bölen film oldu. Tapanlar ve çok kötü bulanlar, ortasına pek rastlamadım.

Yıldız: * *

Bruno Dumont'un Ma Loute'unu ise benim sinemam değil diye tarif etmekle yetineyim. Tamamen absürde yaslanan, bir bütünden öte bütünün içinde de tam olarak yerleştirmekte zorlandığım bazı ilginç anlardan ibaret, koyu grotesk dili ve karikatür tiplemeleriyle ben hiç sevemedim hatta ne anlatmak istediğini bile anlayamadım diyebilirim. Fakat salondaki kimileri bazı sahnelerde katıla katıla güldü ve onların da ne anladığından kuşkuluyum.

Yıldız: X

Not: Bu Filmekimi'nde de 6 film izleyebildim, hem Ankara programının 3 güne (sonra 4 oldu gerçi) sıkışması hem de güzel olanı çabuk tüketmeyip sezon vizyonuna (belki diğer festivallere) pek çok film bırakma isteğim bunda etkili oldu. Haklarında olumlu çok ifade bulunan Toni Erdman, I Daniel Blake, Elle, Paterson gibi filmler beklentimi karşıladığında tarihin belki de en iyi Filmekimi yaşanmış diyebileceğim. Cannes-Competition menşeli diğer pek çok filmi de izleyebilirsem bu yıla özel ben de Cannes jürisinde olsam ödülleri nasıl dağıtırdımı da paylaşmak isterim. Zira filmlerin düzeyinin yüksek olduğu yerde ödül dağıtmak da zor ama bir o kadar zevkli olur.

2 Ekim 2016 Pazar

Nuri Bilge Ceylan'ın Yeni Filmi Nasıl Bir Şey Ola Ki?

Nuri Bilge Ceylan'dan uzun süredir yeni bir film haberi almayı bekliyorduk. Haber daha önceki filmlerine göre biraz geç olsa da geldi. Yeni filminin adı Ahlat Ağacı, İngilizce Yaban Armudu'nun karşılığı da olan The Wild Pear. 2018 Cannes'ına yetişmesi umut ediliyor. 

Her zamanki gibi konusu hakkında kabaca bir çerçeve çizmiş yönetmen ve daha fazlasını film gösterilene kadar bilemeyeceğiz. Peki sizce nasıl bir film bekliyor bizi. Bunu bilmemiz mümkün değil ama bir tahmin yürütebilir miyiz acaba diyorum.

Bir Zamanlar Anadolu'da'nın Cannes macerasında yönetmen estetik arayışlarının bundan sonra da devam edeceğini belirtmişti ve Kış Uykusu'nda bunu çok iyi farkettik. Şimdi ilk filmi Kasaba'dan Kış Uykusu'na doğru seyreden filmografisinde neler değişmiş ona bakalım.

İlk uzun metrajı Kasaba siyah-beyaz ve böyle olmasında yönetmenin renkli filmin tekniğine de hakim olamamasının payı var. Sonraki filmini ise artık renkli çekiyor. Estetik bir değişiklik demek bu aynı zamanda. Başka artıları da var tabii, müsamere diyalogları yok. Bir sonraki ve hala en iyi iki-üç filmi arasında gösterilen Uzak'ta artık tek planda mizansen ustalığıyla başkasının çok fazla planda anlatabileceklerini de oldukça yaratıcı şekilde anlatıyor. Yönetmenliği ustaca ve giderek gelişiyor. Bu genel bir kabul. Ya senaryo? Orası sanki biraz dağınık, tam olarak bir öykü anlatmıyor yönetmen, durumlardan bir öykücük çıkarıyor diyaloğu da çok sevmiyor. Bir sonraki filmi Üç Maymun ise artık öykü anlatma çabasının ilk örneği oluyor. Ama yine diyalog az sayıda.

Sonraki filmi Bir Zamanlar Anadolu'da da çoğunluğu gece cereyan eden küçük bir zaman diliminin filmini yapıyor ve diyaloglar da artık güçlü. Kış Uykusu'na gelindiğinde ise biçim ve içerik arasındaki uyumu en üst düzeyde gözeten ve diyalogları daha da arttıran bir yönetmen görüyoruz, bir önceki filminde sanki gelecek için işaretlerini veren, temposu az da olsa artan kurgunun temposu çok az daha artıyor burada.

Sonuçta, her filminde yenilikler var bu 7.sanat ustasının ve yeniliklerin açtığı yolda ilerlediğine dair de emareler. O halde yeni filminin daha da tempolu olacağını söyleyebilir miyiz? Belki dikkat çekici yoğunlukta değişik kamera hareketleri ve daha hızlı bir kurgu. Ama bir Audiard ya da Dardenne'ler kadar hızlı değil onların bir tık altı bu da yine Nuri Bilge Ceylan sineması içinde büyük adım olacaktır.  

Bence Olmamış Bir İkinci Film Denemesi

Adana Film Festivali yeni sona erdi ve Rüzgarda Salınan Nilüfer'in niye yarışmaya alınmadığı tartışılageldi, festivali yerinde izleyen eleştirmenler başvurup alınmadığından emin miydiler yoksa öyle olduğunu tahmin mi ediyorlardı bilemiyorum, bu konuda bir dönüş de alamadım. 

Bir zamanlar bu festivali takip etmiş ve ülke sinemasının genel düzeyini gördüğünü tahmin eden biri olan bana göre yerli festivallerde öylesini acemice filmler izliyorsunuz ki bir takım asgari limitleri sağlayabilen bir film niye orada yok diyebiliyorsunuz, bunu anlarım. 

Benim 2012'de yerinde takip ettiğim ve bu blogta gün gün yazılar yazdığım o yıl da İslamcı kimliğiyle bilinen İsmail Güneş'in Antalya'ya kabul edilmemesi çok konuşulmuştu, sebebin politik olduğu dile gelmişti, Adana'da ise hakkaniyetli şekilde yarışmaya seçilmiş ama bir ödül alamamıştı ki bence almalıydı, en azından senaryo ödülü. Bu temenniyi o zamanki yazımda da dile getirmiştim. Rüzgar'da Salınan Nilüfer de ülke sinemasının vaziyetine göre eminim yarışan 12 film arasına girebilirdi, en azından 13. film olarak seçkiye dahil edilebilirdi diye düşünüyorum.

Peki ben filmi beğendim mi, bir takım olumlu yanlarını görmekle beraber, ne yazık ki hayır demek durumundayım. Neden öyle peki? Çünkü senaryosu tekdüze, yaklaşmaya çalıştığı orta-üst sınıfın içi kof yaşamını, gündelik pratiklerini izliyoruz, evet kötü sayılmayacak diyaloglar içinde bir rutin var ve debeleniyoruz orada.

Ne çarpıcı anlar yakalanmış filmde ne de bir güçlü mizah anlayışı yaratılabilmiş. Çevremizde elbet gördüğümüz, bir şekilde para kazanmanın yolunu bulmuş ama hiç bir şey okumayan, okuduğu kitabı yarıda bıraktığını ifade eden öbür yandan kitap yazmaya kalkan ama kitaba yerleştirdiği satırlarda nilüferin su da yetiştiğini sanacak bir cehalet...

Bunları ve bunun gibi bazı başka seviyesizlikleri, 'para kazanmak ile zeka-ruhun' incelmesinin doğru orantılı olamadığını sadece anlatmaktan ibaret film. Biz bu insanları sürekli görüyoruz. Beni çok rahatsız eden konuların da başında geliyor üstelik. Bu insanlar o kadar çoklar ki; parası var, statüsü var kimisinin sağlam diploması da var ama bu kadar zır cahil nasıl olabilir denen şu geniş kitle. 

İşte o kitlenin günlerinin ve daha sonraki, daha sonraki birbirine benzeyen günlerinin nasıl geçtiğini görüyoruz. Peki sinema bundan ibaret bir şey mi? Film Montreal'den bir senaryo ödülüyle dönmesine karşın biraz çabalasa da farklı çiftler üzerinden elle tutulur bir çatışma da yaratamıyor ve ritim duygusu da neredeyse hiç yok. Kupkuru, dümdüz tabir edilecek bir film. 

Yönetmen, sinemanın sanat olma sürecindeki önemli bir unsur olan kamera hareketlerinden daha önce olduğu gibi yine yaralanmamış, hadi varsın yararlanmasın diyelim, belki kurgu için biraz uğraşmış ama orada da heyecan verici bir yenilik ortaya çıkaramamış. 

İlk filmi Çoğunluk'ta daha çok Anadolu-Taşra kökenli bir yeni zenginliğin yerine bu sefer İstanbul-Kentli zenginliğini yerleştirmiş (Belki yazmış olmak için, özellikle de akademik mecrada Demokrat Parti-Halkçı Parti ayrışmasının bugünkü uzantıları üzerinden bir şeyler çıkarırlar). Ancak Çoğunluk'ta çok daha iyi örülmüş karşıtlıkların da gücüyle ve film bazı ayrıntılarıyla çok daha can alıcı olmuştu ve gerçekten güldürüyordu. 

Yıldız: *

Ve önemsiz küçük bir bilgi:

Rüzgar'da Salınan Nilüfer'e ilişkin bu yazıyı 25 Eylül'de yazmıştım. Çoğunluk ile gelecek vadeden genç bir yönetmen hakkında daha olumlu konuşmak istediğimden yazıyı yayınlamakta tereddüt etmiştim, biraz rötarlı okumanızın sebebi budur.