22 Mayıs 2016 Pazar

Ve Yine Cannes, Yine Heyecan

3 yıldır Cannes ödülleri öncesi hissiyatlarımı yazıyorum, daha önce yazmıyordum. Yerinde izlemediğim bir festival üzerine yazmak ne kadar doğru o da tartışılır, ancak bir sinema şenliğinden en yoğun malumatı aldığım şu 11-12 gün ciddi bir izlenim oluşturmuyor da değil, önemli bir kısmı önümüzdeki sezonun sinema gündemine oturacak filmler bunlar ve kendi süzgecimden geçirdiğim bu günlere dair bir yazı bu.

Altın Palmiye 2.Kez Romanya'ya Gider Mi?


Ya da şöyle soralım: İkinci kez Cristian Mungiu'nun olur mu? Son yarıştığı 2 filmiyle de yarışmanın en iyileri arasındaydı ve karşılığını ilkinde Palmiye diğerinde Senaryo+Aktrist Ödülü ile almış bir usta Mungiu, benim her yeni filmini heyecanla beklediğim, çok kötü eleştiriler gelmediği sürece önemli bir film yaptığına inandığım 3 yönetmenden biri (diğerleri Haneke ve Ceylan). Bir kez daha 4 Ay 3 Hafta 2 Gün çarpıcılığında bir film yapabilir mi bilemiyorum, çok da kolay değil ama tıpkı Tepelerin Ardında'da olduğu gibi ona oldukça yaklaşabilmesi bile bence değerli. Bacalaureat (Mezuniyet) ile yine festivalin en iyileri arasında ve festivalin ödüllendirmeyi çokça sevdiği sıradan bireylere bakarken toplumunun mikrokozmozuna bizi davet eden filmlerden olduğunu unutmamak lazım, ve Mungiu benim en sevdiğim türün temsilcisi: Nitelikli gerilim, toplumsal-gerçekçi gerilim de denebilir ona. Evet zamanında Amour ve La vie Adele gibi net favori olarak gösterilmiyor ama bu yıl kim öyle gösteriliyor ki? Mungiu'nun Mezuniyet'i en azından Aktör, Senaryo ya da daha önce yönetmenini onurlandırmayan Grand Prix ile ayrılsın da az da olsa sinemada izleyememe korkusu yaşatmasın. Kısaca bu gece gönlüm Mungiu'dan yana. 

Maren Ade'nin Toni Erdman'ı, Jim Jarmush'un Paterson'ı, Kleber Mendonça Filho'nun Aquarius'u ve Paul Verhoeven'in Elle'si; bu dörtlünün belki de hepsi ödülle ayrılacak, hele ki Toni Erdman'ın ödülsüz ayrılması büyük sürpriz olur. Peki Altın Palmiye alır mı? Alabilir, ki alırsa Cannes'da 25 yıl sonra ilk kez bir komedi filmi zafere ulaşmış olacak, üstelik yönetmeni bir kadın. Almanlar 1984'den sonra alacakları ilk Palmiye'nin havasına şimdiden girdiler bile. Toni Erdman gerçekten de Cannes'ın büyük ödüller alan, o insanın karanlık yönünü deşen, yer yer zorlayıcı filmlerinin genel dokusundan epeyce farklı gözüküyor. Sadece fragmanından edinmedim bu izlenimi ki o da var. Ne kadar seveceğimi bilemiyorum ama beğenimin az çok uyuştuğu o kadar insanın, haklı olduğunu tahmin ettiğim nedenlerden ötürü övgülere boğduğu bu filmi ben de severim diye düşünüyorum. Ama tedirginim de, beni sinemada güldürmek o kadar kolay değildir, hah Toni Erdman bunu başarırsa ne ala...

Mizansen Ödülü

Festivalin doğrudan filme değil de bir bireye verdiği 4 ödülden en önemlisi... Çok büyük olasılıkla Cristi Puiu (Sieranevada), Andrea Arnold (American Honey) ve Xavier Dolan (Juste La Fin du Monde) üçlüsünden birine gidecek, aslında daha önce Drive ile bu ödülü alan Nicolas Wending Refn (The Neon Demon) de onların arasına eklenebilir mi bilemiyorum. Küçük bir skandal yaratan, çoğunluğun yuh çektiği ama diğer yanda fanatikler de edinen ve bir yetisi varsa o da yine yaratıcı bir takım mizansen unsurları denilen bu yönetmene bir daha aynı ödülü verirler mi? Çok rastlanan bir durum değil, belki de başka bir ödül verirler. Hani her sene en az bir tane 'aaa bu film nasıl bu ödülü aldı' denecek film var ya belki de o budur, ya da Dolan'ınki. Özellikle Puiu'nun Sieranevada ile bu ödüle ulaşamazsa başka bir ödül, daha yukarıdan bir ödül alması da mümkün, kimseleri şaşırtmamış olur üstelik.

Bu filmlerin dışında özellikle ödül almasını istediğim 2 filmden bahsetmek istiyorum. Dünkü yazımda 'bazen ödül demek o filmi sinemada görebilmek demektir' demiştim ya, işte belki de en somut örnekleri bunlar olacak. Özellikle de ilki, Brillante Mendoza'nın Ma'Rosa'sı. Yönetmenin daha önceki filmlerinden Kinatay belki mütevazı şartlarda çekilmiş olsa da son derece çarpıcı bir filmdi. Benim için Mungiu'nun Filipinler şubesidir Mendoza, daha önceki filmlerine benzer eleştiriler alan yönetmenin filmini sinemada izlemeyi çok isterim. Diğer sinemada görmeyi arzuladığım film de Nicole Garcia'nın Mal de Pierres'i, bir değil bir çok beğenisine güvendiğim kaynaktan olağanüstü bir aşk filmi olduğunu öğrendiğim yapımın başrolünde de neredeyse her yıl Palmiye'yi hak edip alamayan Marion Cotillard var, bu zorlu yılda alması da kolay değil ama umarım alır. Filmin bence tek eksiği klasik bir dönem filmi olması.   

Bu saydığım filmlerin dışında ciddi bir ödül alması beklenen film yok gibi ama yine de jürilerin sağı solu belli olmaz, şaşırtmayı severler. Bakarsınız; Ken Loach, Almadovar, Dardenne'ler üçlüsünden birinin olgunluklarını bir kez daha ödüllendirmek isterler ya da sürpriz haklarını Dumont, Guiraudie, Park Chan-wook ya da daha da ileri gidip Assayas'tan yana kullanırlar, ya da Farhadi ve Nichols'un filmlerinden birini ödüllendirip o kadar da tartışma yaratmamış olurlar. Hepsinin cevabını bu gece öğreneceğiz. 

Ve Değinmezsem Çatlarım   

Bu sene de bizim hem Siyad üyesi olan hem de olmayan bazı eleştirmenler! tutturdular Cannes'da neden beğenmedikleri filmleri yuhluyorlarmış, biz seviyoruz o filmleri diyorlar. Sen sevebilirsin, hiç şaşırmam da (daha önce de bu konuda bir yazım var idi). Burada gösterilmiş, kitle sinemasının o meşhur sığlığına yakınlaşan filmleri de ileride vizyona girdiğinde övgülere boğacaksın, öğrendik artık, üstelik vizyon eleştirmenisin sen, kaç tane festival üzerine yazın var? Bakıyorum yıllar içinde yazdığın yazılara tek tek, %80'i-90'ı Batman, Spiderman, Xmen ve türevleri denebilecek filmler üzere ama Recep İvedik'e gidenleri de eleştirmekten alamıyorsun kendini ne hikmetse, sanki büyük fark varmış gibi aralarında. Cannes izleyicisinin zor bir izleyici olduğu bilinir, beğenen kadar beğenmeyen de bazı filmler için çok olur. Sadece belli bir estetik anlayışın çok dışında olan değil özellikle ticari yönü ağır basan filmlerde de görülür bu durum. Alkışlamak gibi (hatta ayakta, dakikalarca) yuhlamak da doğal bir tepki ifadesi... Ne var bunda anlamayacak? Ama diyor ki ödül alanlar da oluyormuş yuhlananlardan, niye ödül alıyor o zaman gibisinden birşeyler söylüyor. Jürinin toplamı yuhlamamış demek ki, ne yapabiliriz. :)) 

21 Mayıs 2016 Cumartesi

Ödüller (Has) İzleyici İçin Neden Önemli?

Bu soruyu hazır Cannes Festivali gelip çatmışken sormalı. Şu bütün yıl Oscar muhabbeti yapanlar, hani şu her şeyi oyuna indirgeyen, sinemayı sabah akşam spor toto sananlar var ya, elbet konumuz dışı. O insanlar için X filmi değil de Y filmi ödül almış ne ifade ediyor gerçekten bilmiyorum. Sorduğumda doğru dürüst bir cevap da alamıyorum. Zaten Oscar Ödülleri dağıtılmadan önce de o filmlerden sinema salonlarını süsleyen çok var, bu kast ettiğim insanların çoğuysa Oscar adaylarını internetten indirip indirip izliyorlar zaten ve bir kuruş ödemedikleri için övünüyorlar. Bir kısmı ne dese beğenirsiniz? Pazarın dışına çıktıklarını sosyalist bir duruş sergilediklerini söylüyorlar. Daha neler!


Benim burada ödüllerin önemine değinecek olmam tamamen o filmleri sinema salonunda görüp görememekle alakalı. 

Eskiden bir film Cannes'da Altın Palmiye aldı mı, vizyona girmeyi garantilerdi, Cannes'dan, başka vizyona giren filmler de olurdu ama yine de diğer ödül alanlar için kesin vizyona girer diyemezdik. Genellikle Filmekimi'nde yakaladık yakaladık derdik. 2009 yılının Cannes'ında ikinci önemli ödülü alan Audiard'ın Un Prophéte'si vizyona girememişti misal. Başka Sinema geldikten sonra böyle sorunlar azaldı ama tümden çözüldü mü, elbet ki hayır. Cannes'ın ana yarışmasında ödül alıp vizyona giremeyen Payne'nin Nebraska'sı, Rochwacher'in Le Meraviglie'si gibi filmler de oldu ama Cannes'ın ana yarışmasında ödül alan 6-7-8 adet filmi vizyonda görme şansımız oldukça arttı. Örneğin geçen Cannes'ın ana yarışmasında ödül alan 7 filmin 6'sı vizyona girdi veya girmek üzere (henüz vizyonu belli olmayan Stephane Brize'nin La loi du Marche'ı da en azından Gezici Festival'e gelmişti). Ödül almayan filmlerden, son dönemlerin popüler dizilerinden Game of Thrones'ı biraz andıran Macbeth, derinliksiz ve bol aksiyonlu Sicario ve Moretti imzalı Mia Madre, Sorrentino imzalı Youth ve nedenini çözemediğim Trier'in Louder than Bombs aynı sezondan diğer vizyon gören filmler oldu. Peki ana yarışmada olup ödül alamayan diğer 7 film? Vizyon göremedi, evet onlar büyük olasılıkla artık vizyon göremeyecek fakat o filmlerden bazıları ödül alsaydı inanın güçlü ihtimal vizyon görürlerdi, hadi olmadı diyelim ülkemizdeki bir festivale mutlaka konuk olurlardı.

Bu yıl Ken Loach'un I Daniel Blake'i ve Maren Ade'nin Toni Erdman'ı Cannes'da ödül almasa da sanıyorum ki vizyona girecek, Türkiye haklarını Filmartı almış ve bu filmlerin gideri var demiş herhalde ama kaç tane daha film böyle bir şansa sahip olacak. Diğer festivallere gelince, Venedik ve Berlin'de herhangi bir ödül de pek kurtarmayabiliyor. Hatta bazen en büyük ödülü almak bile. Ama yine de Sokurov'un Francofonia'sı, Faust'una göre izleyiciyi zorlayıcılığı bakımından daha mı yukarıdaydı? İkisini de festivallerde izledim. Faust'ta film bitmeden salonun yarısından fazlası çıkmıştı. Francofonia'da ise tek tük çıkan oldu ama Faust vizyona girdi, Francofonia'nın gireceğine dair hala bir işaret yok. Arada bir Altın Aslan almış olma-olmama farkı var çünkü, yalan mı? 

Locarno, Rotterdam gibi popülaritesi biraz daha düşük festivallerdeyse en büyük ödül, filmin ülkemizde vizyona gireceğine dair güçlü bir işaret sunmasa bile en azından yerel festivallerde (İstanbul, Ankara vs.) gösterilmesine ciddi kapı aralıyor. Ödüller tek kıstas olmasa da, kazanıldığı festivalin etki gücüyle de doğru orantılı olmak üzere o filmin başka ülkelerin sinema salonlarında gösterilebilme şansını büyük oranda arttırıyor kısaca. İşte bu yüzden ödüller film üreten ekipler kadar has izleyici için de önem teşkil ediyor. Düşünsenize herhangi bir Avrupa festivalinde merak ettiğiniz bir yönetmen var, filminin konusu size ilginç gelmiş de olabilir veya bir eleştiri vs. ve o filmi izlemek istiyorsunuz ama dağıtımcılar genel kitleye çok uzak (festival filmleri takip eden genel kitleye de mesela) olduğunu düşünüyor. O filmin ciddi bir ödül almasını beklemekten başka şansınız var mı?

Bu arada bende sadece gözlemlerim eşliğinde yazıyorum ha, dağıtım-gösterim ağlarının ayrıntılı ilişkisini ve belki başka değişkenleri o kadar çok da bilmiyorum. Sinema parayla yapılıyor net, kültür endüstrisinin dinamiklerine tabi, geniş kitleye hitap etmediğinizi, sanat yaptığınızı da söyleseniz pazarın dışına çıkamıyorsunuz. Ödüllerin özellikle sanat sineması için hayati olduğu, bir filmin satışı, dolayısıyla ulaşacağı insan sayısını artırdığı apaçık ortada. İşte son Altın Ayı'lı Rosi'nin Fuoccoammare'si, ülkemiz festivallerinden sonra Temmuz'da vizyona gireceği açıklandı. Böyle bir ödülü olmasa kim o filmi göstermeye kalkar canım, deli mi yahu?

Not: Birkaç kentin dışında yaşayan ve bu filmlere sinema salonunda ulaşamayanlar için diyecek birşey yok ama o da bambaşka bir büyük sorun ve herhalde başka bir yazının konusu. Onu geçtim Sinop gibi Gümüşhane gibi toplam 5 ilde sinema salonu bile olmadığını biliyor musunuz peki?

Yarın: Cannes'daki ödül dağıtımı öncesi hissiyatlarım, beklentilerim, aslında biraz da isteklerim...

4 Mayıs 2016 Çarşamba

Festivallerde Geçen 10. Yılda, Ankara'da

Artık ülkemizde sinemaya dair derslerin verildiği fakültelerin-enstitülerin sayısı bir hayli fazla. Hepsi öyle ya da böyle sinemayı tanıtıyor, sinema kültürüne bir biçimde katkıda bulunuyor. Sahi bu kültürle sıradan bir tüketici olarak değil de bilinçli bir izleyici olarak tanışmanın yolu, sinema sanatının ne menem bir şey olduğunu anlamanın yolu bu okullara gitmekten mi geçiyor? Sanıyorum ki okullar belli başlı bilgileri-hatta fazlasını sistematik olarak size sunuyor, hocasına bağlı olmakla beraber entelektüel bir kapı da aralayabiliyor, çok değerli, peki ya sonrası... Sadece üniversite sıraları sinema kültürünün çocuğu yapar mı bizi?

İlk kez lisans yıllarımda (henüz hazırlık öğrencisiyken) adına Film Festivali denen yaklaşık 10 gün süren, vizyonda bulamadığımız filmleri yoğun biçimde izlediğimiz bir olguyla tanıştım, inanır mısınız bu festivallerin başlı başına 'okul' olduğuna? Sinemanın ve onun gösterdiği hayatın nereye doğru evrildiğine, filmlerin izleyici (eleştirmen) gözüyle nasıl alımlandığına, farklı farklı film yaratıcılarının bazen algımızı zorlamak ne kelime, darmaduman eden anlatım yollarına, henüz kariyerinin en başında olan birinin her yıl tanıklık ettiğini düşünün. İşte yıllardır benim 'Çağdaş Dünya Sineması' öğrenciliğim esaslı olarak üniversite sıralarında değil de bu karanlık salonlarda sürüyor. Eskişehir'de geçirdiğim lisans hayatımın en büyük katkısıdır beni festivalle tanıştırması, estetik beğenim büyük ölçüde o yıllarda şekillendi çünkü. Yoksa sadece sınavlarda aldığımız puanlardan, diplomadan ibaret olsaydı üniversite hayatımız ota dönerdik, neyleyeyim öyle bir kariyeri.... Daha sonra Başka Sinema çıktı tabii, ki sinema kültürümüzün en önemli gelişmelerinin başında gelir, artık festival filmlerinin önemli bölümü vizyonun içine konumlanıyordu ama yine de çok çok az da olsa izleyemediğim filmler olmuyordu da diyemem. O eski yoğunluğun da ayrı bir baştan çıkarıcılığı vardı, her gün film izlediğimiz o festivalleri özlüyordum. Gerçi birçok kez ulusal yarışmasıyla ön plana çıkan Altın Koza'yı takip etmiştim. Eskişehir'den sonra İzmir'e yüksek lisans için gittiğim yıl ise Gezici Festival gelmişti, ve diğer mini festivaller; Filmekimi, !f... Ama onlar lisans yıllarımdaki en az 10 güne yayılan festivaller gibi değildi, daha kısaydı, daha çok film günleriydi (hepsinin anısı bu blogun arşivinde vardır, ben de zaman zaman dönüp bakarım). Ben ki bir gün Ankara'ya taşındım ve geçen yıl, lisans yıllarını hatırlatan, özlediğim o yoğun dönemi tekrar yaşadım ve şimdi bir kez daha yaşıyorum. Ankara'nın arthouse mabedi Kızılay Büyülüfener de tekrar eski canlılığına kavuşmuş oldu böylece. 

Ve Sokurov

Aleksandr Sokurov'un o bildik filmlerinden, henüz daha ilk dakikalarında işte bu onun filmi dedirten, tipik auteur sineması örneği Francofonia. Bu kez Louvre müzesini merkezine almış Sokurov. Geriye ne Ortadoğu'dan gemilerle taşınan eserler kalmış, ne İkinci Dünya Savaşı ne de sanatın kim için olduğu sorusu... Kim demiş iktidarlar sanatı önemsemez diye, hele Paris'e geldiklerinde... Yönetmen adeta bir tarihçi titizliğiyle zamanın tozlu raflarını kullanıma sokuyor. Nazilerin Paris'i işgali, Hitler'in Eyfel'in önündeki halleri, tarih uzmanı olmayan bizler için de son derece ilgi çekici değil mi? Ya da o sanat tarihinin büyük mabedi Louvre'un biraz da Hermitage'in nasıl bugüne geldiği... Başlı başına bir genel kültür dersi, şimdilerde sıklıkla unutulan sinemanın entelektüel bir misyonu da olduğunu hatırlatan bir 'essay' film ve önemlisi Sokurov'un tüm bunları son derece özgün bir biçemle perdeye koyuşu; öznel açıları ve nesnel açıları incelikle harmanlayışı, animasyondan yararlanması, haber görüntüleri, eskitilmiş görüntüsü veren kadrajlar... bambaşka bir tür belgesel, bir tür Rossellini başyapıtı Roma Açık Şehri'nin Paris uyarlaması...

Kore'den Gelen Belki Bir Mini Başyapıt


Hang Sang-Soo yıllardır Avrupa'nın belli başlı festivallerinin büyük ilgi gösterdiği bir yaratıcı, nasıl olmasın! Üstelik Cannes'ın da radarına girmiş, dile kolay 3'ü Altın Palmiye adaylığı olmak üzere 5 katılım elde etmiş. Bense daha önce yönetmenin Isabelle Huppert'li Başka Bir Ülkede'sini bir !f etkinliğinde izlemiş ve beğenmiştim. Burada da Locarno'dan Altın Leopar dahil 3 ödül kazanan Doğru Zamanı'nı (İngilizcesi Right Now, Wrong Then) izleme şansı yakaladım. Net bir şekilde söyleyelim: Doğru Zaman, tavizsiz bir sanat sineması örneği. Belki hoşgörüyle, önyargısız gözlerle izlenmesi gereken bir yapım. Bir yönetmenin seminer vermek için geldiği yörede ressam bir kızla yakınlaşmasını ilk bölümde gerçekçi diyaloglarla sunan, ikinci bölümdeyse yine aynı gerçekçi diyaloglarla ilk bölümde gösterdiği sahnelerin öncesi ve sonralarını da kesintisiz biçimde ilk bölümdeki bazı sahnelerle birleştiren yönetmen kuşku yok ki günümüzde tam olarak benzerine rastlayamadığımız özel bir sinema yapıyor, en önce incelikli senaryosuyla sonra da kurgusu ve kamerayı konumlandırışıyla takdir etmemiz gereken yönetmenin filmde samimiyeti ve çıkarsız sevgiyi vurguladığının da altını özellikle çizelim.

'Aşk'a Gaspar Noe Bakışı: O Da Bir Tür Başyapıt


Aşk en muhteşem duygu, belki de varoluşumuzun en büyük çıkmaz sokağı. Aşkı kimler anlatmadı ki bugüne kadar, ne edebiyatçı ne sinemacılar, kimler, kimler... Ben, aşka dair filmlere hep bir şekilde olumlu yaklaştım çünkü onun yüce, insanı dönüştürebilecek, hayata anlam katabilecek yegane his olduğunu düşünüyorum. Anlatılmalı, gerekirse daha çok anlatılmalı. Kime ne zararı olabilir?

Gaspar Noe '3 boyutlu olarak piyasaya sunduğu ilk filmi olan Aşk'ta' bir ayrılığın izinden gidiyor. Murphy karakteri çocuğunun annesiyle yaşamaktadır ama aklı eski sevgilisi Electra'dır. Bir gün annesinin Electra'ya ulaşamadığını ve meraklandığını öğrenir, kendi de tüm çabalarına karşın Electra'ya ulaşamamakta ve evhamlanmaktadır, bu konuda haklı da olabilir. Meğerse o an onun geçmişi hatırlayışı, filmin kendisi olur çıkar. Yavaş yavaş, daha daha geçmişe gideriz, taa Electra'yla ilk tanıştıkları zamana kadar, burası artık filmin sonlarıdır. 


Filme ilişkin ilk yarıdaki düşüncelerim pek parlak değildi aslında, yönetmenin 3. boyuta geçerken sinemanın başat unsuru 4. boyutu es geçtiğini düşünmüştüm, akmıyordu sanki, tek kelimede sıkıcı dedim ama ikinci yarıda bir mucize gerçekleşti adeta, film ritm kazanmakla kalmadı, ilk yarıyı da bütünleyen o sinema tarihinin büyük auteur'lerinde görebildiğimiz bir şeyler oldu ve bir arı sinemayla karşı karşıya olduğumuzu fark ettim. Erotizmin sınırlarını da aşıp perdeyi kaplayan pornografi -aslında cinselliğin en saf hali-, aşkın duygular seline dönüştü. Aşka aşık bir film bu, üstelik erkek elinden çıkmış olsa bile, erkeklik hallerine inceden göndermede bulunan feminist bir damarı da var bence, daha ne olsun! 


Nicolette Krebitz'in Vahşi'sine İstanbul Film Festival'inde kimileri adeta tapmıştı. Dünya festivallerinde kayda değer bir çıkış yapmamış bu filme ben de içten içe meraklanmadım desem yalan olur. İş hayatından sanırım sıkılan, bir genç yetişkinin bir gün yolda kurt görüp o kurdu bir şekilde yakalayıp bir nevi evcilleştirmesinin hikayesidir izlediğimiz, tabii böyle davranmasının altındaki motivasyon neydi bilinmez, kendi de bir anlamda kurda dönüşür, hayvani güdüleri ön plana çıkar. Doğada başı boş salınmaya başlar... Anlattığı ayrıksı halet-i ruhiyeye ben ikna olamadım açıkçası ama film bittiğinde sanki sinema biraz da bu sıradışı durumları izleyice göstermek için yok mudur dedirtir.

Kapalı Gişe ise Türkiye'nin sinema salonlarındaki adaletsiz dağıtıma odaklanıyor. Bu anlamda iyi niyetli, önemli bir çaba sayılabilir. Bırakın orta ölçekli kentleri üç büyük şehrin dışına çıkamayan o kadar çok film var ki, üstelik belli ölçüde ana akım nüveleri barındıran ama pespaye de olmayan. Gerçi festival izleyicilerinin önemli bir kısmının Başka Sinema'nın yöneticisi Marsel Kalvo'nun da bahsettiği gibi bu filmleri diğer zamanlarda izlemeyen, 'gerçek anlamda festival filmi sever' olmadığı da bence başka bir sorun.

Şu Coen Birader'leri bir türlü sevemedim, herhalde sevemeyeceğim de, bundan sonra başka filmlerini izleme gibi bir niyetim de yok. Hep bir şans verdim kendilerine, bu kadar seveni olduğuna göre vardır bir şeyler, belki ben göremiyorumdur, olur ya bir gün görürüm dedim. Ancak umudum kalmadı, filmlerinin hatta yere göğe konulamayan mizahlarının da son derece derinliksiz olduğunu düşünüyorum. E  tabii ya derinliksiz olan daha çok sevilecek, böyle bir toplumda tersini beklemek abes değil mi? Sokurov'un Francofonia'sını mı daha çok sevsinler :) Türkiye'de vizyona girmeyecek Yüce Sezar'da salon neredeyse her sahneye güldü. Söz gelimi deniz kızının kıyafetini çıkarırken zorlanıyor adam düşecek gibi oluyor, kız da senin deniz kızı kıçına sığacağımı mı sandın diyor, kahkahalar yükseliyor başka bir adam küvete yüzükoyun cumburlop düşüyor yine kahkahalar, bu kadar gülecek ne var allah aşkınıza.


Gianfronco Rosi'nin Denizdeki Ateş filmi göçmenler üzerine belki ama daha çok uzun uzun ada sakinlerini gördüğümüz bir film olmuş. İtalya'nın Afrika'ya en yakın adalarından Lampedusa çokça göçmenin ulaşmaya çalıştığı, bir kısmının bunu başarabildiği bir yer. Yaşadıkları zorluklar, prosedürler çıplaklığıyla perdede, bir yandan da ada sakinlerinin yaşamı, özellikle sapanıyla kuş avlamaya çıkan ergenliğin eşiğindeki delikanlı. Yemek yapan, evi toparlayan kadınlar, balığa çıkan erkekler... Yönetmen sanki kasıtlı olarak göçmenler ve ada sakinleri arasında da doğrudan bir ilişki kurmamış. Bu ikili arasında nasıl bir bağlantı kurulabilir, tam olarak bilemiyorum. Belki anlatmak istediği de ada halkının başka bir dünyada yaşıyormuşçasına göçmenlere olan alakasızlığıdır, olamaz mı? Bir yandan da sandala istiflenen ölmek üzere balıklar ve başka sahnede sandala istiflenen ölmek üzere insanlar var tabii. Gücünü doğallıktan alan bu dökü-drama festivallerde karşımıza çıkabilecek kendine has filmlerden... Şayet Berlin'den Altın Ayı almamış olsa, kolay kolay kimselere ulaşamayacak, ticari başarı elde etmesi inanılmaz derecede güç bir film. E zaten festivaller ve ödüller biraz da bunun için yok mu? Berlin vb. yerler olmasa bırakın böyle filmlerin ödül almasını çekilemezler dahi. 

Guzman'dan Bir Politik Belgesel Daha

Festivalde şimdinin yakıcı gündemine değinmeye çalışan Denizdeki Ateş gibi filmlerin yanı sıra geçmişin yakıcı gündemine temas eden, nafile bir çaba mı bilinmez ama oradan dersler
çıkaralım aynı hatalara bir daha bir daha düşmeyelim diyen filmler de var. İşte onlardan biri: Şili'nin vicdanı denebilecek Patricio Guzman'ın elinden çıkmış Sedef Düğme. Zamanında yönetmenin Işığa Özlemi'nde az mı yüreğimiz dağlanmıştı (bu blogun ilk yazılarından biri tanıktır). Bu kez önce suyun değerini, şimdi sadece 20 kişiden ibaret bir ülkenin yerlileri için ne büyük bir ifade gücüne sahip olduğunu anlatıyor, hem de epeyce sürüyor bu bölüm ve yine şaşırtmıyor, ustaca bir manevrayla o yerlilerin nasıl kıyıma götürüldüğünü anlatıyor ve yıllar sonra darbenin acılar çektirdiği diğer insanları, tekerrür eden tarihi, siyaset biliminin sıklıkla kullandığı güç veya iktidar gibi kelimelerin nasıl büyük acılara sebep olduğunu ve doğanın kendisinden alınanı bir gün elbet geri püskürttüğünü... Belgesel sinemanın; hafızası olan doğanın aynı zamanda sesi olabileceğini anlatıyor, Guzman'a teşekkür ediyoruz. 



Yıldız Tablosu

Francofonia * * * *

Doğru Zaman * * * *

Aşk * * * *

Sedef Düğme * * * *

Denizdeki Ateş * * 

Kapalı Gişe * *

Vahşi *

Yüce Sezar X


Not 1: Kızılay Büyülüfener her ne kadar özlediğimiz çoşkusuna kavuşsa da geçen yılki festival daha tıklım tıklımdı. 

Not 2: İkinci paragrafta "öğrenciliğim esaslı olarak üniversite sıralarında değil de bu karanlık salonlarda sürüyor" diye kurduğum cümleye aynı filmleri torrent'ten indirip indirip izlesen olmuyor mu, film aynı film diyecek olanlara şimdiden söyleyeyim: Ben bir "sinema kültürü" eğitiminden bahsediyorum bir film bilgisi eğitiminden değil, yoksa elbette film aynı olabilir ve 1999 Oscar'ları hakkında filmleri ev ortamında izlemekle sinemada izlemenin nasıl da ödüllerin gideceği filmlerin akıbetini bile değiştirdiğine dair gayet bilimsel bir çalışmanın içinde bulunduğu kitabı da şöyle bırakayım, belki merak eden olur: Beyond The Multiplex: Cinema, New Technologies and The Home, Yazar: Barbara Klinger.