12 Nisan 2016 Salı

Avusturya'dan Gelen Gizemli Film

Goodnight Mommy Türkiye prömiyerini geçen yıl !f'de yapmış bir film olmasına karşın kendine yeni vizyon şansı bulabildi. Ben de böylece izlemiş oldum. Sinema salonunda bayılanlar, fragmanını izlerken bile tir tir titreyenlerin olduğu iddiaları bir hayli ilgi çekiciydi, Avusturya'dan gelen, Venedik Film Festivali'nin Orrizonti'sinde yarışmış (zamanında Ustaoğlu'nun Araf'ının yarıştığı bölüm) bir film olduğunu düşününce de sanat sinemasıyla korku-gerilim türünün eşsiz bileşimlerinden birine tanıklık edeceğimi haliyle düşündüm. Film bir ameliyattan çıkmış yüzü bandajlar içindeki anne ve ikiz çocuklarının ıssız bir dağ evindeki hikayesi. Çocuk(lar) evdekinin anneleri olup olmadığı konusunda şüphe duyuyor film de buradan bir gerilim yaratmaya çalışıyor ilk yarı, ikinci yarıysa tehlikenin kimden geleceği konusunda bir manevra değişikliğiyle biraz şaşırtıyor. Oldukça soğuk bir atmosferde geçen film baştan sona kendini izletiyor (Hollywood korkusu bekleyenleri yine dışarıda tutalım) izletmesine de filmin görece sürpriz sayılabilecek biraz aceleye gelen finaline kadar bir takım sembollerle filmin aslında ne üzerine olduğunu sezdiriyor ama bu işaretleri hiç derinleştirmeden filmi bitiriyor ve film ne yazık ki pazarlama sürecindeki vaatlerini gerçekleştirmiyor, germiyor, korkutmuyor. İlk yarı gerilimden ziyade hafif bir gizem üzerinden fena sayılmayacak bir atmosfer yaratıyor, ikinci yarı da ondan belki hallice denebilir. Geçen yıl izlediğimiz benzer bir beklentiyle ortaya çıkan It Follows öyle miydi mesela, hiç abartmadan bizleri koltuklarından parça parça zıplatan bir ritmi vardı, içindeki sembolleri biraz daha derinleştirmemize olanak veriyordu. Kamera hareketleri, ışık kullanımı ve özellikle müzikleriyle teknik olarak da çarpıcıydı. Yine Goodnight Mommy teknik olarak güçsüz denemez, It Follows örneğine göre çok daha farklı bir stili tercih etmesinden bahsedilebilir yönetmenin. Bresson'un dünya sinemasına armağan ettiği; sabit planların yoğun olduğu, müziksiz o 'minimalist' anlatıma sahip diğer Avusturya kökenli yönetmenlerin (başta Haneke'nin elbet) filmi gibi.

Yıldız: * *

2 Nisan 2016 Cumartesi

2015 Cannes'ından Bir Düş Kırıklığı Daha: The Assassin

Kuşların cıvıltısı, otların kokusu hepsi baharın müjdecisi... Tabii Cannes Film Festival'inin de. Önce açılış filmi belli oldu, daha önce de olduğu gibi bir Woody Allen filmi, önümüzdeki günlerde yarışma filmleri de belli olacak ve sonra yarışma başlayacak. Biz bir yandan Mayıs'ı bekleyeduralım geçen yılın Cannes filmleri de birer birer vizyona girmeyi sürdürüyor. Hou-Hsiao-Hsien'in The Assassin-Suikastçı filmi de onlardan biri. Benim şu ana kadar 2015-Resmi Seçki filmlerinden izlediğim 9'uncu film oldu The Assassin. Ne mutlu ki hepsini sinemada izledim. Daha önceki yıllarda az da olsa sinemada izleyemediklerim oluyordu... 

Ancak geçen yıl izlenimim 2010 Cannes'ı gibi 2015'in de cılız bir seçkiye sahip olduğu yönündeydi. Ne yazık ki yanılmadım ve belki de 2010'un bile gerisinde denebilecek bir Cannes yaşanmış. İzlediğim filmlerin hiçbiri, kısmen Dheepan (ki bu kötü seçkide çok doğru bir Palmiye almış, neden o kadar yadırgandığını da anlamlandıramadım) ve biraz zorlamayla Youth hariç hiçbiri 'sinemasal bir heyecan' yaşatamadı. Evet Carol klasik anlatımlı olsa da derli topluydu. The Lobster'un da ilk yarısı güldürebiliyordu ama hepsi o kadar. Bugün izlediğim The Assassin ise Mizansen Ödülü'yle ayrılmıştı. 

İlginçtir insanları genelde ikiye bölen tapanı kadar nefret edeni de olan filmlere, Mizansen Ödülü verirler. Cannes'ın son günlerinde The Assassin'in öyle bir film olduğunu sezmiştim

Benim için Mizansen Ödülü alan filmler özel olur, belki kolay kolay başyapıt demem ama çoklukla yenilikçi olur, ilginç bazı özelliklere sahip filmler olur falan. Üç Maymun'u Kinatay'ı, Reygadas'ın Karanlıktan Aydınlığa'sını, Heli'yi hatta Drive'ı bile kim unutabilir? Ben kolay kolay unutmam.
Hemen söyleyeyim The Assassin de kötü bir film değil, Sicario gibi Moretti'nin en gereksiz filmlerinden Mia Madre gibi, Trier'in (Joachim) adı bile hemen aklıma gelmeyen filmi gibi bir facia değil sanıyorum. Wuxia denen Uzakdoğu dövüş sanatlarını fona yediren bir film. Tür filmi zaten ontolojik olarak yüksek kültürle anılmaz, hele pespaye bir tür olan (tür bile değil aslında) vurdulu kırdılı Bruce Lee, Jack Chan filmleri gibi değil The Assassin, dövüşten ibaret değil. İnsanın içine işleyen müzikleri (hele sonlarda), yazının başında andığım bizim de fiziksel olarak hissetmeye başladığımız baharın ruhu; yaprakların hışırtısı, kuşların cıvıltısı, ateşin çıtırtısı, uzaktan gelen davul sesleri ve özelikle ses tasarımıyla da birleşince meditatif bir etkiye sahip harikulade bir görsellik yabana atılamaz. Ama bir film bundan ibaret olabilir mi? Senaryonun hiç mi önemi yok? Yönetmen son derece estetik bir gözlüğün ardından 9.yy Çin'ine bakarken bir rahibe tarafından çocukken alıp büyütülmüş, suikastçı olarak yetiştirilmiş bir kadına verilen bir tür bizdeki beşik kertmesini öldürme görevini yerine getirip getirmeyeceğini izletiyor bir bakıma. Anladığım kadarıyla öldürmesi gereken adamdan hoşlanıyor bu kadın, aileden başkaları olduğunu tahmin ettiğimiz birileri, farklı savaşçılar ve bir büyücü de dahil oluyor öyküye ama tüm kadro izleyiciye o kadar mesafeli bir yerde duruyorlar ki, nasıl bir işleve sahip olduklarını anlamak çok zor. En nihayetinde sevdiği adamı öldürmüyor. Film boyunca zaten (ilk başta öldürdüğü hariç) öldürmekten yana biri de değil bu kadın, işini değil de vicdanını dinlemeye devam etme eğilimde. Filmde yaşatmak güzeldir diyor herhalde, mesajı buysa ne güzel...

Yıldız: * * 


Not: Kızılay Büyülüfener'de 2 hafta aradan sonra izlediğim ilk film ve sanırım ilk kez Büyülüfener'i haftasonu bu kadar boş, bomboş gördüm, Ağustos'ta bile daha kalabalıktır. Genel olarak Kızılay'ın da eski yoğunluğundan eser kalmamış, yazık, başta esnafa...vallahi hüzünlendim ne diyim.