15 Ocak 2016 Cuma

Sinefil 2.0'lar Rahatsız !

Bu konuda yeteri kadar tweet atmama rağmen olayı şöyle bir genişçe toparlıyorum. Sonra, öncelikle yaşayan en büyük sinema tarihçilerinden-akademisyen Thomas Elsaesser'e dayanarak sinefil kavramı nasıl ortaya çıkmıştır ona değiniyorum. Sinefilim demekle sinefil olunur mu acaba? Bakalım.

Yıllardır twitter kullanıyorum. Sinemayla bir şekilde ilgili ünlü-ünsüz kim varsa takip etmeye çalışıyorum. Tabii uzun zamandır twitter'da dikkatimi çeken hususlar vardı, yılın sonları da olduğundan ötürü, kişisel listeler, anketler vs. birbirini izledi o arada gözüme bir anket çarptı o ankette bilgisayarının başında sabah akşam film izlemekle övünen biri, sinefiller yılda kaç film izliyorsunuz gibi bir soru sormuştu. 300'den fazla 500'den fazla gibi uçuk sayılar vardı. Birkaç hesaptan; sinefil dediğin 300'ün altında kalmaz 500'e yaklaşan iyidir, daha da yükseği en iyisidir gibi ifadeler görünce bir de bu arkadaşlar adeta sözleşmiş gibi, adlarının yanına sinefil, cinephile gibi ifadeler koyunca sinefil kavramı üzerine 23 Aralık'ta birkaç kelam etme gereği duydum. Kendilerine 'sinefil' demekte ısrarlı bu arkadaşlar twitter'da izledikleri film adetlerini yarıştırmaya devam edince 2 Ocak'ta hatırlatma babında birkaç sinefil nedir tweeti daha attım. Ne güzel tesadüftür ki 8 Ocak'ta da haftalık online sinema dergisi Arkapencere konuya ilişkin bir giriş yazısı yazdı ve sonrasında kıyamet koptu, kendilerinin de bir sonraki sayıda belirttiği gibi, ne Siyad üyesi olmayanlar ne de kendi bloglarında sinema üzerine yazanlar hedefti. Filmleri sinemada izlemek konusunda çok heyecanlı olmayan ama film izlemeyi çok seven bu genç arkadaşlar diye başlayan cümleyle Arkapencere'nin eleştirisi de başlıyordu. Kendi adlarının yanına sinefil ve benzeri ifadeler kullanan gençler çıldırdılar da çıldırdılar, ne vardı bu kadar çıldıracak ! ama işte bir sonraki cümlede sinema tarihinin başyapıtlarını bilmezler üç cümle kuramazlar vs. diyormuş. Eee böyle insanlar yok mu, var, hem de fazlasıyla. Bu genç arkadaşlar sinema tarihini biliriz, onları tokatlarız bile diyor. İyi o zaman eleştirilen sen değilsin niye celalleniyorsun ki. Sinema tarihini bilmeyenler, filmleri sinemada izleme olanağı varken elindeki az ya da çok parayı oraya değil başka yere verenler celallensin ki öyle olanlarında celalleneceği bir durum yok aslında, öyleysen öylesindir, sinema dergisi filmleri olduğu kadar istediği gibi toplumu da eleştirebilir, bir engel mi var bu konuda? En fazla katılmazsın olur biter, bu yaygara da neyin nesi? Neymiş niyetleri şuymuş da buymuş da. Yazıyla gel yazıyla, yazıya dayanarak konuşuyorsan niyet okuması yapamazsın, orda ne diyorsa odur. Neymiş Arkapencere, twitter'da filmler üzerine yazanlardan özür dilesinmiş. Sebep? Sinefil kavramının tarihsel bir anlamı var: O da sadece ve sadece film izlemek için oluşturulmuş sinema salonlarında mümkünse film izleye izleye geliştirilmiş bir estetik beğeniyle o karanlık salonda film izlemeye duyulan aşk demek (birazdan belgeleriyle açıklayacağım) ve buna ben ya da başkası karar vermedi, o kelimenin ortaya çıktığı bağlam diyor, o kelimeyi sinema literatürüne kazandıranlar diyor. O kelimeyi sen yaratmadın sen dünyaya adım attığında vardı ve sen de kullanmaya başladın ama yanlış şekilde kullanıyorsun mesele bu. Ancak işin ilginci bu arkadaşlar bu kelimenin anlamının nerde nasıl ortaya çıktığını bilmediği gibi araştırıp öğrenmek konusunda da isteksiz. Film izlemeyi seviyoruz o halde sinefiliz demeye takmışlar kafayı. Twitter'da, bloglarında, yazdıkları film sitelerinde sürekli bunu yazıyorlar, hayret bir şey. Sinefilin hangi bağlamda nasıl çıktığına dair bir iki cümle edemediklerinden dolayı sinema tarihindeki başyapıtların ne kadarını izlediklerini bilemem ama o tarihin kendisinde bilmedikleri pek çok şey olduğu apaçık ortada. Soruyorum sinefil şudur, budur diyorsun iyi de nerden öğrendin diyorum, hiçbiri cevap veremiyor. Sonra da sinefil kimliğimiz sorgulanamaz da sorgulanamaz. Meğerse günümüz gençliğinin en büyük derdi sinefil olmakmış da biz anlayamadık. :)) Yine twitter'da bu arkadaşlara bir şekilde göz atarlar diye pek çok üniversite kütüphanesinin online arşivinde de bulunan konuya ilişkin iki kitap önerdim ve New York Times'ın internet sitesinde kolayca ulaşabilecekleri bir makale. Ancak geçen bir haftalık sürede twitter'daki tüm taramalarıma karşın bu genç arkadaşların tartışmada en ufak bir ilerleme kat ettiklerini göremedim. Üzücü, ve bu alınganlık halini geçip sinefilim işte sinefilim tımam mı seviyesine düşen öfke hali ilginç, bunun psikolojik açıklamaları elbet vardır. Ben açıklamaya kalkmayayım. Sinefil olduklarını iddia eden genç arkadaşlar, görüldüğü gibi burada ben de 6 yıldır blogger kimliğimle varım, burada başka hiç bir kimliğimi ifşa etmiyorum. Siyad üyesi değilim, Arkapencere'de hiç yazmadım, hatta bu derginin daimi yazarı Tunca Arslan'ın Kış Uykusu filmine dair Radikal Kitap'ta çıkan filmin Çehov ile doğrudan bağlantısı yok dediği yazıyı eleştirdiğim bir yazı yazdım ve başka bir yazıda da derginin 2014 Altın Koza FF'de izlemeyi beklediği filmler listesinin en başına popülist eğilimli bir sinema yapan Cronenberg'in vasat filmini koydukları için eleştirdim, üstelik bu sinefil olduğunu iddia eden genç-atarlı gruptaki birçok kişiden bile çok daha az takipçisi olan bir genç sinema yazarıyım. O halde ben niye alınmıyorum peki? Çünkü hedefte olmadığımı biliyorum. Film izlemeye televizyon ve bilgisayarda başlamış biri olmama rağmen sinema salonundan dışarıya sarhoş gibi kendini atmanın tadına vardım varalı (2008- 4 Ay 3 Hafta 2 Gün) yıllardır izleme olanağım olduğunda filmleri sinema salonunda izlemek için can atıyorum. 2010 yılında bulunduğum coğrafyaya gelmeyen Beyaz Bant'ı izlemek için azıcık parama-zamanıma kıyıp Eskişehir'den Ankara'ya tren yolculuğu bile yapmıştım. Örneğin son izlediğim 40 filmin 38'ini sinema perdesinde izledim, diğerleri de çok eski filmler olduğundan perdede izleyemedim, elimdeki tüm parayı sinema salonlarında yiyorum ve de kitap-dergi alarak tabii. Ayrıca Arkapencere doğrudan bloggerların yazılarını da eleştirebilirdi, neden eleştiremesin, gerekirse benim yazdıklarımı da doğrudan eleştirebilir o da onun hakkı onun fikridir, beni ister sahte sinema yazarı görür ister hakiki, ben kaç kez onlar hakkında yazmışım işte, o niye yazmasın, yine celallenmeye gerek yok kısaca. Bu kadar celallenmenin neyin psikolojisi olduğunu umarım biliyorsunuz. 

Şimdi gelelim sinefil kavramı nasıl ortaya çıkmış: Thomas Elsaesser'in belirttiğine göre Fransa'daki Cahiers du Cinema dergisi çevresinde toplanan yazarlar (Daha sonra Fransız Yeni Dalgası'nı yaratacak ekip) özellikle Andre Bazin ve Paris Sinemateki'nin müdavimlerinden film arşivcisi Hengri Langlois (İzmir doğumludur) sinemaya koşup yenilikçi filmleri izleme tutkusunun mevcut kelimelerin dışında bir özel adı olması gerektiğini düşünüyor. Yine Antonie de Baecque cinephile diye bir kelimeden bahsediyor -phile seven demek önüne de cinema'nın -cine'sini koyalım diyor. Tek tek izlediklerimize malum, film diyoruz ama sinema bir sanat dalını tanımlayabilecek daha genel kavramsal bir kelime, sinema salonlarında filmden filme koşanlara sinefil denebilir onlar için ve Baecque şöyle tanımlıyor sinefili: 'büyük perdede film izlemekten zevk alanların o salondaki ortak deneyimi'. Amerika'da kullanışı da Fransa'dan bu kelimeyi ödünç almalarından sonra geliyor. Fransa'nın bu belirleyiciliğini bir sanat dalı olarak sinemaya hep önem veren çok sayıda sanatçı ve politikacının yarattıkları atmosfer sağlıyor. Fransa'da stüdyo sistemi yerleşmiyor. Hiçbir zaman Amerika'daki kadar para öncelikli bir uğraş büyük bir sektör olmuyor sinema. Öncelikle Fransa'da cinéphile şeklinde kullanılan kelime 1963'de Londra'daki dandy yaşam sürenlerin yalnız başına da olsa sinemaya gitmesiyle alakalı cinephilia olarak da kullanılmaya başlıyor. 1970'lerde Latin Amerika 1980'lerde Avustralya'da kullanılmaya başlanıyor kelime ve sanat eserinin biricikliğinden besleniyor, tekrarın sanatın evrensel tanımına dayanan doğasına ters bir yönü var. Festivallerin, çoğu filmi ancak bir kerecik izleyebildiğimiz kısa duraklar olması ve film festivallerin sanat sinemasının nefes almasını sürdüren yapılar olması da bu anlamda tesadüf değil. Malte Hagener ve Marjike de Walck da yeni medya çağında sinefil kavramının şekil değiştirdiği ve televizyon ve internetten de film izlemekten hoşlanan çok insan olduğunu bunların da telephile veya videophile olarak tanımlanabileceklerini belirtiyor, çoğunlukla ev ortamındaki bu araçlarda film izlemekten aldıkları hazları da videosantrik hazlar olarak addediyor. İnternette filmleri izlemeyi tercih eden genç arkadaşlar eğer sinema salonuna gitme imkanı olup da filmleri çoğunlukla bilgisayardan izliyorlarsa kendilerine telefil veya videofil demeleri, film lover, film delisi gibi ifadeleri gönül rahatlığıyla kullanabilecekleri illa sinefili kullanmak istiyorlarsa da (akademik olarak bu da tartışılıyor) kendilerine sinefil 2.0 demeleri doğru olacaktır. Yoksa kendilerine sadece sinefil demek onların film izleme deneyiminin kavramsal karşılığı değil, sinema tarihi böyle diyor, ilgilendiklerini söyledikleri sanat dalının tarihini de umursamıyorlarsa başka ne denebilir ki...

Kaynak:

De Valck, Marjike ve Hagener, Malte (Ed); Cinephilia, Movies, Love and Memory, Amsterdam University Press, 2005.

Not:

Sinefil üzerine yukarıdaki kaynaktan ve başka kaynaklar da kullanılarak daha da uzun yazılar yazılabilir, batı literatürü bu konuda oldukça zengin ama yazının okunması iyice zorlaşmasın diye uzatmak istemedim.


Yazıya Yapılan Geridönüşlere Cevap Mahiyetinde

15 Ocak'ta yukarıda kaleme aldığım Sinefil 2.0'lar Rahatsız! adlı yazı beklemediğim ölçüde ilgiyle karşılandı. Tahmin edileceği gibi konu hakkında yeterince (hatta hiç) okumayan-araştırmayan ve filmleri çoğunlukla bilgisayarlarında izleyen gençler olumsuz; sinema sanatıyla daha karakterli biçimde ilişki kuran ne güzel tesadüf ki benim de 'saygı duyduğum çok az sayıdaki'  eleştirmenlerden bazıları olumlu geri dönüşlerde bulundular. Olumsuz geri dönüşte bulunan gençlerin inatla sinefiliz işte sinefiliz işte tepkilerini twitter'da üsluplu ama içimden gülerek ve aslında üzülerek izledim. Onların hiçbir okuma yapmadan altı boş iddialarda bulunmaları, üstelik üniversite okuyan-okumuş gençler açısından talihsizlik. Yukarıdaki yazının altına onların iddialarına karşı ne denebilir üzerinden kısaca birkaç eklemenin de anlamlı olduğunu düşündüm, ve italik ile yukarıdakinden ayrıştırdığım şu an okuduğunuz bu yazıyı kaleme aldım. Twitter'da bir genç İngilizce sözlüğün sinefili böylesine temellendirmediği ve sadece film izlemeye duyulan aşk dediği için ille de onu baz almamız gerektiğini söylemişti. Sözlüklere bu kelime girdiğinde sinema salonu dışında film izleme diye bir kültür yoktu ki, sözlük niye öyle bir ayrıştırma yapsın dedim kendisine. Burada iki önemli nokta var: Bu genç arkadaşın dile getirmeye çalıştığı kelimelerin şekli, anlamı zamanla değişebilir farklı bir bağlama oturabilir düşüncesi kuşkusuz haksız bir düşünce değil, yalnız o dediği kimin yarattığı belli olmayan gündelik dil için geçerli, örneğin 'oldukça' kelimesi uzun yıllar önce, az anlamına gelirken yıllardır o şekilde kullanmıyoruz ve öyle bir anlama geldiğini derinlikli araştırma yapmadan bilemiyoruz, kelime gündelik dilde konuşula konuşula değişikliğe uğramış. Ya sarı rengine neden kırmızı, kırmızıya neden mavi demediğimizi de bilmiyoruz. Bu kelimelerin nasıl ortaya çıktığını bilmiyoruz çünkü, mesele bu. Sinefil kelimesi ise nasıl ortaya çıktığı bilinmeyen bir kelime değil, nasıl, kimler tarafından hangi yıllarda ortaya çıkarıldığını çok iyi biliyoruz (ama bu genç arkadaşlar bilmiyor, bilmek istemiyor). O yüzden biz böyle gördük böyle kullanıyoruz demek, tam da Tunca Arslan'ın bahsettiği sinema tarihini bilmezler cümlesine tekabül ediyor, biz böyle kullanıyoruz, sözlükte de film izleme tutkusu demiş geçmiş demek, o tarihi bilmemenin yanında saygı da duymamak demek, malum sinefil demek Andre Bazin ve çevresi, Cahiers du Cinema demek, sinemanın sanat olarak tescili anlamına gelen Fransız Yeni Dalgası demektir aynı zamanda. Diğer önemli bir nokta neden biz sinefil olmuyoruz da en iyi ihtimal ile sinefil 2.0 oluyoruz diyen de oldu. Hayır sinefil 2.0'ı da kabul etmem sinefilim sinefil diyor arkadaş :)) Peki arkadaşım sana sinefil diyelim demesine de. Laptopla ya da ona benzer, ev ortamında film izleme olanaklarının yanında eski biçimine (karanlık salon, büyük perde) çok yakın bir biçimde (belki eski tip projeksiyon terk edilmeye başlandı) sinema salonlarında da filmler tüm hızıyla gösterilmeye devam ediyor, festivaller hatta festivalleri vizyonun içine yerleştirebilen Başka Sinema gibi alternatif ağlar da yeni düzene uyum sağlarken eski geleneği de sürdürüyor ve bugün bir çok ülkede bir çok insan sinema salonlarında film izlemeyi tercih ediyor, bilgisayarda izlemeyi tercih edene sinefil diyeceksek, sinema salonunda izleyene ne diyeceğiz peki. Ev ortamında küçücük ekranda izleyip film bittiğinde üst köşede videoyu kapa anlamındaki X tuşuna basıp evin içindeki hayata devam etmekle, karanlık salonda koca perdede film bittikten sonra sokağa kendini atıp karanlıktan sonraki o ışığa, oksijene maruz kalmanın aynı şey mi olduğunu düşünüyorsun? Sana sinefil dersek sinema salonunda izleyene başka bir şey dememiz gerekir genç dostum. Sinefil kelimesi çıktığında sinema salonunda film izleyenler için çıktı, önce o vardı, işte o yüzden senin film izleme deneyimine 'sinefil' dışında başka bir şey demek zorundayız, şansına küs :(( 

4 Ocak 2016 Pazartesi

Yılın İlk Yazısı Yerli Sinemalardan...

Son Dönem 'Arthouse' Yerli Filmlerde Ortak Dokular Dikkat Çekiyor


Tür filmleri sabit kolay kolay değişmeyen formüllerin sinemasıdır der Zafer Özden, sonra şöyle bir ekleme yapar: dönemin psikolojik atmosferi bu filmlerin üzerinde bazı rötuşlar yapabilir. Dün izlediğim bir film 'dönemin psikolojik atmosferi' cümlesini düşündürdü bana. Aslında daha önce izlediğim iki hatta üç filmden sonra Baskın: Karabasan adlı yerli korku filmini de izleyince bu düşünce iyice netleşti. Toronto'da gösterilmiş ilk korku filmimiz az şey mi? Mesele atmosfer yaratmaksa, filmin özellikle ilk 1/3'lük kesimi gerçekten ülke sinemasının üzerinde ama sonra bir şey oluyor, klişelerin ve meselesini net bir şekilde ortaya dökemeyen bulamaç gibi bir senaryonun içinde kaybolup gidiyoruz. Ne anlatmak istediği belli olmayan Oedipus kompleksi, ülkenin vaziyeti, tonla metafor, bir yere oturmayan nonlineer anlatım bizi hiçbir yere taşımıyor taşıyamıyor. Bence hayalkırıklığı... Ancak klostrofobiyle seyreden halüsinasyonlar ve ulaştığı cinnet halinin son dönemde izlediğimiz önemli yerli filmlerde ardı ardına karşımıza çıkması tesadüften ibaret mi? Aynı dönem film yapan yönetmenlerdeki bu ruh kardeşliği ne ifade ediyor? Önce Venedik ödüllü Abluka sonra Sundance'ta yarışan Sarmaşık da korku filmi türünde olmamalarına rağmen bu öğelerden fazlasıyla beslenen filmler değil miydi? Peki birinde köpek eti yemeyi, diğerinde salyangozları, sarmaşıkları bir diğerinde kurbağaları nereye koyacağız? Aynı dönemin yönetmenlerindeki bu kadar benzerlik, ortak bir 'delirium' işareti midir? Her ne kadar bir Amerikan filminin Türkiye uyarlaması olsa da klostrofobi bağlamında Mustang bile bir oranda bunlara eklense abes mi kaçar? Sanat çağının aynasıdır denir. Şayet sinema da hala o sanatın kayda değer bir aynası olmayı sürdürüyorsa ve cidden dönemin ruhunu yerli-yabancı festivallerde ses getirmiş yukarıda saydığım filmler yansıtıyorsa vay halimize...

Düğün Dernek 2 Rekoru Kıramadı

Film vizyona girdiğinde merak edilen soru şuydu: Serinin ilk filmi beklenin de üzerinde bir izleyici sayısına ulaşınca (tam olarak 6.980.070 kişi izledi) serinin ikincisi 1989'dan itibaren Türkiye'de açıklanmaya başlanan verilere göre en çok insanın izlediği film olma özelliğine sahip Recep İvedik 4'ü (7.369.098) acaba geçebilecek mi? 1300 salonda rekor gösterimle başlamasına ve kayda değer bir başlangıç yapmasına karşın serinin ilk örneğindeki gibi daha sonraki haftalarda ivme kaybetmese hatta arttırabilse bu belki mümkün olacaktı ama üçüncü haftanın sonunda Düğün Dernek 2 bunu yapamadı. Çok büyük olasılıkla 6 milyona yaklaşıp geçip Recep İvedik 4'ün gişesine ulaşamadan döngüsünü tamamlayacak.

Kitap Müjdesi

Filmin Sonuna Yolculuk -Türkiye Sinemasından Kesitler- adlı bir kitap matbaada basılıyor şu an, birkaç güne kadar raflarda yerini alacaktır. Bu ülkede sinema yapan çeşitli yönetmenlere dair birçok yazarın yazıları mevcut. Türkiye sineması bağlamında belki ironik bir örnek teşkil eden Deniz Gamze Ergüven'in Mustang'ine Kasım'da çok kısaca değinmiştim. Kitapta bu güncel, Oscar ödüllerinde de 'shortlist'e kalmış filmin"Türkiyeliliği'ne" ilişkin genişçe bir yazıyı da ben kaleme aldım.