31 Aralık 2016 Cumartesi

Yılın En İyileri

Bu yıl daha önce de ifade ettiğim gibi, sinema açısından fevkalade bir yıl oldu. İlginç sürprizlerle karşılaştık. Bu kadarını beklemiyordum doğrusu. Ülke tarihinin en azından 1980 sonrasının net biçimde en korkunç aylarını yaşadık, kimileri 1945 sonrası Avrupa'nın da ürkütücü bir dönemine girildi (asimetrik savaş) dedi ama işte sanat hayatın yerine geçemese de önemli bir işlev yükleniyor bu dönemlerde, sinema da hareket kavramı (biraz uzun mesele) üzerinden kurgulanan bu modern çağlara çok uygun bir sanat olarak ilgimizi çekiyor. Benim için de biliyorsunuz ki öyle. Her yıl 10 iyi film belirleyen ben bu sene 10 filmi oluşturmakta epey zorlandım. 10 filmden daha fazlasını listeye almak istedim o yüzden bu yıl vizyona girmiş ya da artık girme ihtimali olmayan filmleri değil, sinema perdesinde 2016 yılı içinde izlediğim tüm filmlerin içinde en beğendiğim 20 filmi sizlerle paylaşmak istedim. Vizyona sansürlü giren Tereddüt maalesef izlemediğimden yok, yoksa Yeşim Ustaoğlu'nun açık ara en iyi kadın yönetmenimiz olduğunu düşünüyorum.

Yılın Bana Göre En İyi 20 Filmi




1-Frantz/Francois Ozon

2-Paterson/Jim Jarmush

3-Bacaleurat/Cristian Mungiu

4-Mal de Pierres/Nicole Garcia

5-Toni Erdmann/Maren Ade

6-La Double Vie de Veronica/Krysztof Kieslowski

7-Francofonia/Alexander Sokurov

8-Ji-geum-eun-mat-go-geu-ddae-neun-teul-li-da/Hong Sang-Soo

9-Dheepan/Jacques Audiard

10-Love/Gaspar Noe

11-Nocturnal Animals/Tom Ford

12-La Fille Inconnue/Dardenne Kardeşler

13-Julieta/Pedro Almodovar

14-Elle/Paul Verhoeven

15-El Boton de Nacar/Patricio Guzman

16-Sieranevada/Cristi Puiu

17-Chronic/Michel Franco

18-I Daniel Blake/Ken Loach

19-Don't Breathe/Fede Alvarez

20-Carol/Todd Haynes

İzleyip de unuttuğum varsa affolsun...

29 Aralık 2016 Perşembe

Amerikan Usulü Kırık Bir Aşk Hikayesi

Bu yıl sanıyorum ki benim 10 yıldır dikkatle takip ettiğim sinema sezonları içinde en iyisi, 2010 yılını bile geride bırakabilecek güçte ve neredeyse her izlediğimiz film bu duyguyu daha da güçlendiriyor. İşte Ford'un Nocturnal Animals'ı, hemşerisi Jarmush'un Paterson'ından çok farklı ama yine nitelikli bir Amerikan yapımı.

Modacı kimliğiyle tanınan Tom Ford'un ikinci filmi Nocturnal Animals (Gece Hayvanları) kırık bir aşk hikayesini kadının (Susan) tarafından koşut öyküler çerçevesinde anlatıyor. Bu koşutluk Susan'ın bugünü, terkettiği eski eşinin yazıp gönderdiği romanın aklında canlanışı ve geçmişi şeklinde oluyor. Eski eşi Edward ile severek evlense de sosyetik güzel Susan onu çok haksızca terketmiştir, yazmaya düşkün Edward da yıllar sonra Susan'a adadığı henüz yayınlanmamış bir romanını gönderir ve Susan romanı okudukça, tüm pişmanlıkları depreşir, nitekim uğruna terkettiği adam ona o kadar da değer vermiyor, hatta değer vermemek ne kelime düpedüz aldatıyor. Sonuçta bu roman Susan'a sevginin ne kadar değerli olduğunu ve elde ettiğimizde kolayca bırakmamamız gerektiğini, duyguların araçsallaşmasının önünde sonunda bireyi mutsuz edeceğini hatırlatıyor. Romanın kurgusu sembolik düzlemde ikilinin ilişkisinin bitişi üzerine bir şeyler söylüyor. En azından roman karakterleri farklı kişiler olsa da Susan kendi yaşanmışlıklarına koşut okuyor romanı. Sinema dili, oyunculukları ve senaryosu oldukça başarılı. 

Aslında bir yandan ilginç de bir intikam filmi. Kalbi kırılmış Edward'ın şiddet içermeden, sanatın, edebiyatının gücüyle aldığı bir intikam, ne kadar onurlu bir tavır değil mi? Bizdeki gibi ya benimsin ya kara toprağın dememiş.

Belki kendi hayatımdan da bazı izler bulduğumdan daha da sevmiş olabilirim filmi, ama toplumsal eleştirisi çok görünür olmasa da bireysel dramların ardındaki gerçekleri oldukça estetize edip zevkle izlenen bir filme dönüştürmüş Ford. Sadece moda dünyasıyla teması bakımından değil biçimci yaklaşımıyla da kardeşliği sezilen Wending Refn'in The Neon Demon'ı (iki oyuncusu bile aynı Karl Glusman ve Jela Malone -ki çok çekici değişik bir güzel) gibi göz boyamaya çabalamadan yapıyor ne yapacaksa. Başarılı bir roman uyarlaması olmasının hakkını verecek şekilde öncelikle, beyazperdeye yakışan bir 'öykü' anlatıyor. Belki tek eksiği, Susan'ın kafasında canlanan romanın filmin süre bakımından çoğunu kaplaması, adeta filmin kendisine dönüşmesi, burada da gerilim ve aksiyonun kolaycılığına kaçan bir tür filmi izliyoruz hissi geçiriyor kısmen. Yoksa filmin başkarakterinin okuduğu bir romanı perdede izlediğimizi bilmek bile gayet ilgi çekici bir fikir.

Yıldız: * * * *

5 Aralık 2016 Pazartesi

Yüce Ruhun Filmi Bu, İnsanın Tüm Kötülüklerine Zıtlık Oluştururcasına

François Ozon 17.filminde savaşın kaybı, aşk ve insanoğlundaki o yüce ruhu öne çıkardığı öylesine dokunaklı bir filme imza atmış ki, zaman zaman unutulmaya yüz tutan sinema sanatına sevgimizi perçinleyen bir film ortaya çıkmış. 

Şöyle bir bakıyorum da bu sezon (Ekim'den bu yana) ne kadar güzel filmler izledik. Daha birkaçını izlemediğimizi varsayarak diyorum bunu. Aslında 2015 ve 2016 bizler için, maalesef savaşın yeni tezahürleriyle geldi, ardı ardına patlayan bombalar, üzerine ateş açılan insanlar, darbeler, ohaller... Peki Avrupa çok mu farklıydı, başkentleri Brüksel Havalimanı'nda, metrosunda yaşananlar. Hele Fransa'da 7 ayrı noktadaki yüzlerce insana yapılanlar ve Bastil gününde Nice'te olanlar...

Ama o Avrupa son zamanların en hoş filmlerini bunların ertesinde üretiyor. Esasen Avrupa Sineması'nı bu kadar özel kılanlardan biri de yaşadıkları iki büyük savaştı çünkü insanoğlunun daha ne kadar acımasızlaşabileceğine dair büyük tecrübe edindiler. Belki de o yüzden Amerikan Sineması'nın en başarılı örneklerinde bile o naifliği bulamadım ki gerçekten çok başarılı örneklerini zaman zaman izledim, biri de geçen haftaydı.

François Ozon, Venedik Film Festivali'nin favorileri arasında gösterilen ama sadece filmin genç kadın oyuncusuna verilen bir ödül ile yetinmek zorunda kalan son filmi Frantz'da, eskiye gidiyor ve sanki bir açıdan 3. Dünya Savaşı'nın ayak seslerinin duyulduğu şu dönemlerde, bakın ne acılar yaşadığımızı unutmayın, tekrar tekrar hatırlayın diyor. Siyasetçiler sanatçıları dinler mi ki? Biz yine öyle umalım. 

Bu hayli ilginç filmde,1.Dünya Savaşı'nın ertesi, önce yer Almanya'nın bir köyü, nişanlısı Frantz'ı savaşta Fransız kurşunuyla kaybeden Anna, onun mezarının önünde bir genci görmeye başlıyor, Adrien adlı gizemli bu genç bir Fransız, Frantz'ın ailesi için oğullarını öldüren ulustan biri o ama Adrien Frantz'ın arkadaşı olduğunu söyleyerek aileye kendini çok sevdiriyor. Oğullarının mezarını ziyaret için Almanya'dan gelmiş üstelik, az şey mi?

Filmin ortasında filmin akışını alt üst eden o sürpriz itiraf geliyor (aslında deneyimli izleyicinin ne zaman gelecek diye bekleyebileceği). Bundan sonra birbirine yakınlaşmaya çalışan Anna-Adrien ayrı düşüyor. Bir süre sonra Anna, Adrien'in peşinden onu bulmak için Fransa'ya gidiyor, burada da yaşanması beklenen büyük aşk için zaman biraz geçmiş oluyor. 

Filmi izlemeyenler için filmin önemli gelişmelerini daha fazla yazmak istemiyorum ama Adrien'in vicdani sorumluluğu, ansızın tamamen ayrı koyduğu bir aşkı (filmi izleyenler ne demek istediğimi çok iyi anlayabilecekler) kendince yerine koyma isteği insana olan derin inancın da karşılığı. Nasıl yüce bir ruh bu. Evet sorumluyuz pek çok acıdan ne yazık ki, bazı zamanlarda bu acıların en büyüklerinden sorumluyuz ama kaybolanı yerine koymak neden mümkün olamasın ki !!! Tabii ki aşk ile olacak, bir insanı sevmekle başlayacak her şey. Adrien'in niyeti çok alışık olmadığımız bir soylu tavra kapı açıyor. Yine film boyunca bize izlek sunan filmin ölü kişisi Frantz'ın Anna'nın ne olursa olsun aşkı yaşamasını, mutlu olmasını isteyişi peki, ve zaten Adrien'in bu bilgiye sahip oluşu. Ya Anna'nın birlikte yaşadığı Frantz'ın ailesini üzmemeye çalışan iyi niyeti, Adrien'e karşı affediciliği...

Evet savaşın ne kadar kötü bir şey olduğunu bıkmadan usanmadan 2016 yılında, üstelik 1.Dünya Savaşı ertesinden anlatan bir film. Tüm bunları çok sağlam bir senaryo, siyah-beyaz ve renkli film arasında özenle gidip gelen duyarlı bir estetikle ortaya döküyor Ozon. Adrien kemanı çalarken duyduğumuz Chopin'in çalışması gibi özenle seçilmiş çeşitli müzikler de aynı duyarlığın ürünü. Oyunculuklar da en iyisinden, özellikle Adrien rolünde Pierre Niney ve Anna rolündeki Paula Beer, filmin o hüznü ve hümanizmasını birinci sınıf bir mimik-jest ustalığıyla yansıtıyorlar.

Pek çok anlatmaya değer noktasını sürprizlerini bozmamak için anlatmadığım bu dört başı mamur hikaye, insanın karşıtlıkların içinde nasıl da var olduğuna dair, insanın yaşattığı her türlü kötülüğe karşın yine aynı insanın iç güzelliğiyle yapılan bir büyük vurgu. Anna'nın Adrien'in yanından trene binip ayrılırken Adrien'in seslenişinde insana dair o umut... Mutlu ol Anna, diyor. Daha başka ne istenebilir ki. Filmin özü biraz da bu cümle işte, ama burada sadece yazılı halini gördüğünüzden çok daha derin ifadesini buluyor filmde. 

Frantz hep izlemeyedeğer filmler üretmiş ilgiyle de takip ettiğimiz, dile kolay kısaları saymazsak 17. filmini çeken François Ozon'un başyapıtı...

Yıldız: * * * * * 

29 Kasım 2016 Salı

Gezici Festival'in Düşündürdükleri...

Ankara menşeli festivalin ilk ve haliyle en uzun gösterimleri yine Ankara'daydı ve yine Çağdaş Sanatlar Merkezi'nde.... Burası konser, konferans, tiyatro gibi etkinlikler için hazırlanmış çok amaçlı bir mekan. Her ne kadar bir sinepleks değilse de (Büyülüfener de değil ama handiyse aynı konforu yaşatıyor çünkü sadece sinema gösterimleri için inşa edilmiş) ses sistemi, perdenin yüksekliği gibi asgari şartları karşılayan hiç fena sayılmayacak bir deneyim yaşattı, hakkını verelim. İzlediğimiz filmlerden biri de Jim Jarmush'un Paterson'ı ve vizyona girip girmeyeceği belirsizliğini koruyan, yılın en iyileri arasında gösterilen Maren Ade imzalı Almanya-Avusturya ortak yapımıydı.

Jim Jarmush'un Geri Dönüşü


Amerikan bağımsız sinemasının günümüzdeki en dikkat çekici isminden biridir herhalde Jim Jarmush, yeni filmi Paterson ile varoluşçu sularda gezinmeyi sürdürüyor. Paterson, New Jersey eyaletinin ufak bir kenti, hatta kasaba görünümde. Filmin kahramanının adı da Paterson ve otobüs şoförü, dahası bir şair, yazdığı şiirleri defterinde saklı tutan.

Bir kız arkadaşı var Paterson'un, birlikte yaşıyorlar evli gibi. O da sanatçı ruhlu ama bazı farklılıklara da sahip Paterson'dan, Paterson telefon bile kullanmazken, onun tableti bile var mesela ama hiç problem değil. Bir de köpekleri var. Her günü birbirine benzeyen bir hayat yaşıyorlar ama hayatlarından o kadar memnunlar ki anlatılmaz, izlenir ancak.


Film enikonu basit; Paterson'un 7 gününü anlatan bir hikayeye sahip olsa da büyüsünü de buradan alıyor Genelde sinema hayatın ilgiye değer minicik parçalarını törpüleyip gösterme sanatı olarak anılır (Hitchcock'un da buna yakın bir ifadesi vardır). Oysa Jarmush rutinin kendisine eğiliyor. Hayat biraz böyle bir şeydir diyor aslında ama gücü, biteviye bir hayatı, hayatın ta kendisini anlatırken hiç de sıkıcı olmamayı başarmasından geliyor. Üstelik sıkıcı ne kelime, ziyadesiyle sempatik. Az çok aynı mahalleli, birbirine yakın muhabbetler ve gerçekten imrenilecek çıkarsız, güçlü bir aşk var perdede.

Başkarakterinin yazdığı şiirlerin yanında, filmin kendisinin sahip olduğu yoğun şiirsellik ardında hem son derece dokunaklı hem de komik olmayı başaran bir film, hatta aşağıda okuyabileceğiniz Toni Erdmann'dan bile komik.

Ve komik olmak için hiç bir çaba göstermeden karakterlerinin en doğal hallerinden geldiği görüntüsü veren çok değerli bir komedi bu. Paterson kentinin naif insanları... mesela kız arkadaşı canlandıran Golshifteh Farahani'nin o şeker mi şeker saflığı...

Ve bugünün bozulmuş dünyasında o saflığa duyulan ihtiyaç, onla paralel biraz da şiire duyulan ihtiyaç. Bugün kaçımız şiir kitabı alıyoruz allah aşkına. Gitgide daha az okunmuyor mu şiir. Film bir yandan şiir okuma istediğini de tetikliyor.

Başta Adam Driver olmak üzere oyunculukların ve müziğin de önemli katkıda bulunduğu içtenlikli bir film Paterson. Benim Cannes'da olsam Altın Palmiye vermeyi düşünebileceğim bir film.

Yıldız: * * * *

Toni Erdmann henüz Cannes'daki basın gösteriminde daha bitmeden, hem de birkaç kez alkışlanmış, sonrasında da eleştirmenlerin büyük övgüsüyle dikkati çekmişti. Bir de oradan Fipresci ödülü aldı.

Evet Toni Erdmann iyi bir film hem de oldukça ama bu kadar tufan koparılacak kadar mı çok emin olamıyorum. Koparılabilir ama. Kendine Toni Erdmann ismini takan yaşını başını almış bir baba (Winfried), kızı Ines'i (görüldüğü üzre o da o kadar genç değil) Bükreş'e ziyarete gelir. Kızı orada bir 'consulting' şirketinin önemli bir pozisyonunda çalışmaktadır. İşi başından aşkın, babasına hiç zaman ayıramayan bir iş kadını. Kapitalizmin yoğun tempoda öğüttüğü ve bunu başarılı olarak yutturduğu bireyi yani..

Ancak babası kızına yük olduğunu düşününce oradan ayrılmak yerine yepyeni kılıklara bürünüp, üstelik statüsü yüksek görevlerde kendini tanıtıp eğlenmeye bakar, bu şekilde kızının dibinden de ayrılmamış olur.

Film 162 dakikalık süresini gerçekten hissettirmiyor. Senaryosuyla ön plana çıkıyor ve iki başrol oyuncusuyla, bence en çok baba rolündeki Peter Simonischek döktürüyor. Alaycı tavrı gerisindeki eleştirel duruşu, günümüzün koşuşturmasında mutlu musun sorusuna cevap veremeyen bireyleri için önemli şeyler söylüyor.

Filmin son derece hafif dokulu bir anlatımı var belki, bu da başyapıt demeyi zorlaştıran, filmi sitcom'lara yakınlaştıran bir yön. Film yönetmenlik marifetiyle ön plana çıkmıyor ama bu anlamda dikkat çekici birkaç sahne de yok değil. Çeşitli kereler Erdmann'ı çerçeveye kızının arkasında ansızın sokuveren...

Hele ki sonlara yakın çıplak parti sekansına ne demeli. Belki tüm filmin özünü ortaya çıkaran, fevkalade bir mizah yükü... Mayıs ayında beni sinemada güldürmek o kadar kolay değildir, hah Toni Erdmann bunu başarırsa ne ala diye yazan ben, çeşitli sekanslarda defalarca tebessüm etsem de, evet kabul ediyorum burada güldüm. Tek eleştirim böylesine bir sekans biraz daha uzun tutulamaz mıydı üzerine...Tadımlık olmuş.

Kısaca mizah ile hafif bir hüznü iç içe geçirme başarısı da gösteren, çağdaş!!! insana dair bir şeyler söyleyen değerli bir film Toni Erdmann.

Aynı zamanda bu yıl Cannes'da ana bölümde yarışan 2 Romanya filmine bir 3. olarak dolaylı açıdan eklenebilir, filmin neredeyse tamamı Romanya'da geçiyor, kısmen de olsa yaşamlarına yine konuk oluyoruz çünkü. Böylece bugünkü Avrupa'nın Romanya aşkı da ayrı bir dikkati gerekli kılmıyor mu sizcede?

Yıldız: * * * *

Aquarius ve Albüm Beklentileri Karşılayamadı

Festivalin yoğun programı içerisinde farklı beklentilerle koltuğa oturduğum 2 filmden de kısaca bahsetmek istiyorum. Özellikle Aquarius'tan beklentim epey yüksekti. Bu da bazen ters tepiyor işte. Küçüklüğünden beri aynı binada yaşayan orta yaşı geçkin Clara'nın onu evinden çıkarmak isteyen kentsel dönüşüm mafyasına direnişi ilgi çekici olsa da ve gerçekten yönetmen incelikli bir mizansen oluşturmaya çalışsa da film gerektiğinden çok uzundu ve odak noktasını sık sık kaybediyordu, ilginç ve çok değerli bir konu biraz heba edilmiş burada bence. Yıldız: * * *  Albüm ise düpedüz kötü bir film desem, haksızlık mı ederim acaba. Filmde az da olsa çoşkulu anlar da yok değil ama bütüne yansıyamıyor ne yazık... Yıllarca uğraşıp çocuk sahibi olamayan çiftin evlatlık edinme ve bunu çevrelerinden gizleme çabasına odaklanıyor. Hani denir ya; Batılı izleyicinin ilgisini ne çeker, ona göre film yapar bazı yönetmenler. Burada biraz onu gördüm. Bunun çok kötü bir şey olduğunu da düşünmüyorum ayrıca. Yeterki çok çaktırmadan, iyi bir filmin içinde kotarılabilsin. Çiftin bebek beğenirken, yok bunu almayalım Suriyeli'ye benziyor, yok Kürt gibi bu deyişleri, televizyondaki tartışma programında (Ahmet Hakan'ın Tarafsız Bölgesi) çok kısa bağrış çağrış ve Kürt sorunu bıdı bıdısı, erkek muhabbetinde Avrupa takımlarından bahsetmeleri vs. Bunlar filmde olmasa film ne kaybederdi acaba. Dahası filmde İngilizce altyazı vardı da oradan bir biçimde takip edebildik. Karakterlerin çoğu sözleri tam anlaşılmıyor bile, işte Batılı izleyici için sorun teşkil etmeyen ama bize filmi uzaklaştıran bir detay daha. Ve evlatlık konusunun toplumuzda bu çapta gizlenen bir şey olduğunu da sanmıyorum (belki de öyledir gerçekten burada yanılıyor olabilirim). Sevgili Mehmet Can umarım bana kızmazsın. Daha gençsin ve çok daha iyi filmler yapacağına inanmak istiyorum. 

Yıldız: *


6 Kasım 2016 Pazar

Verhoeven'den Gerilim, Cinsellik ve Sanki Ruhun Dehlizleri

Paul Verhoeven'in Elle'sinden çıktıktan sonra salonu oldukça yoğun bir sinemasal haz alarak terkettiğimi düşündüm, tıpkı Cristi Puiu'nun deneysel filmi Sieranevada'da olduğu gibi ama filmi şöyle bir demlenmeye bırakınca 'sanki bir tür başyapıt' mertebesinden de uzaklaşıyor mu diye sordum kendime. Yanıtı basit aslında, bu filmlerin dertleri ne tam olarak, o kadar da ciddiye alınacak bir dertleri mi var? Tartışılır.

Elle'de yaşadığım bu durum aslında geçen hafta Almodovar'ın Julieta'sında yaşadığımın biraz tersi, o gün filmden çıktığımda Almodovar'a göre biraz kuru mu ne demiştim. Sonra o kuru görünümün içinde de bir değer vardı bana kalırsa. Buradaysa zaman geçince o ilk çok büyük çoşku biraz sönümleniyor mu ne deme noktasındayım, belirtmiş olayım.

Yönetmen aslında Hollywood içinde de çok sayıda film üretmiş Paul Verhoeven ve 10 yıl sonraki ilk uzun metrajı karşımızda olunca farklı bir ilgiyi hak ediyor. Çocukluğumuzun Robocop ve Temel İçgüdü (onun da Altın Palmiye için yarışmışlığı vardır) filmlerinin yönetmeni aynı kişi, düşünün. Bu kez yer Paris, ve senarist David Birke ile beraber kısmen daha bir arthouse anlatı modeli seçtiği söylenebilir.

Elle, Philippe Dijan'ın Türkçeye de geçen yıl kazandırılan Vay... (Orjinali Oh... olan) adlı novellasının alabildiğine sadık bir uyarlaması. Isabelle Huppert'ün başarıyla canladırdığı Michel kitapta 40'lı yaşların sonunda çekici bir kadın, burada yaşı daha büyük, ne gam. Huppert'in adeta zamanı durdurmuş, Fransız kadınının sade güzelliğini canlandırışı az şey mi?

Evinde maskeli birinin tecavüzüne uğramasıyla açılıyor film, Michel tuhaf biçimde polisi işin içine katmıyor ve kendi yöntemleriyle kendini korumaya karar veriyor. Birçok karakter mevcut: eski eşi, oğlu, oğlunun zirzop eşi gibi, bir de sevgilisi var Michel'in, Robert, ilginç olan yakın arkadaşı Anna'nın eşi o da ve Anna, Michel'le aynı zaman doğum yapmış, ama çocuğu o zaman ölüverdiği için birkaç kez Michel'in oğlunu emzirmiş ve aralarında yıllara varan güçlü bir bağ oluşmuş Anna ve oğlan arasında (yeterince ilgi çekici değil mi?). İşte kitapta biraz irdelenen bu mevzu filmde inanılmaz üstün körü atlanmış, bir şey diyemiyoruz. 

Bir yandan da Michel'in geçmişinde psikopatça cinayetler işlemiş akıl hastanesindeki babası var ve azgın bir annesi dahası Michel'in babasından kök alan problem bu yaşadığı tecavüz olayı ve sonrasına bir referans olabilir diye düşünüyorum.

Ama bu kadar çok karakteri göstermenin ardına taşıyamıyor film bizi, yeterince derinleşemiyor. Michel'in kedinin fareyle oynadığı gibi izleyiciyle oynamasını sağlıyor ancak. Kitap tamamen Michel'in iç sesiyle -hem de yoğun biçimde- ilerlerken burada kamera Michel'i bir an terketmese bile öyle bir yöntem tercih etmiyor yönetmen.

Sonuç olarak, çok iyi oynanmış, çok iyi çekilmiş bana kalırsa ana esere ille de sadık kalma takıntısında doğan küçük kusurlarına rağmen yine de son derece sürükleyici bir psikolojik gerilim. Ve Batı basınının ifade ettiği bir rape comedy alt türüne girer mi bilemiyorum ama doğrudan tecavüzle alakalı olmayan ince bir güldürü film boyunca ara ara sezdiriliyor.

Yıldız: * * * *

31 Ekim 2016 Pazartesi

Kadim Duyguların Kıyısında Özenli Bir Film


Hüzün ve suçluluk ya da vicdan azabı diyebileceğimiz duyguların kıyısında bir kadın (Julieta) ve onun hayatına etki eden, büyük oranda ailesi; sevdiği adam, kızı, biraz da babası, trende yakınlaşmayı reddettiği yaşlıca bir adam ve de eşinin fuck buddy'si arasında Julieta'nın gençlikten orta yaşa sürüklenen yaklaşık 30 yılını izliyoruz. Günümüzde açılan ve uzun yıllardır annesiyle görüşmek istemeyen kızının çocukluk arkadaşıyla karşılaşması Julieta'nın gençliğine gitmesine sebep oluyor, film uzunca bir süre o gençliği doğrusal olarak anlattıktan sonra çok çaktırmadan 
bazı zamansal med-cezirler de gerçekleştiriyor. Almodovar'ın birkaç öyküden esinlenerek uyarladığı senaryo yine ustalıklı, merkezde Julieta olsa da onun hayatı ve hayatına etki eden karakterler arasında incelikli bir benzerlik inşa edilmiş, yok birbirimizden farkımız dercesine. Karmaşık duyguların çoklu karakterler arasındaki harmonisi... Julieta'nın farklı yaş dilimlerini canlandıran Emma Suarez-Adriana Ugarte ikilisi ve tüm yan karakterler de başarılı bir kompozisyon çiziyor, yine renkli bir dekor, güzel kadrajlar... Aşırılıkları daha bir törpülenmiş kısacası bir önceki filmi İçinde Yaşadığım Deri kadar olmasa bile, tadı damağında uzun süre kalan filmlerden Julieta. En iddiasız olduğunda bile sinemada usta olarak addedilmenin karşılığının ne olduğunu hatırlatan.

Yıldız: * * * *

10 Ekim 2016 Pazartesi

Filmekimi Güçlü Filmlerle Geldi

Filmekimi ne zaman güçlü olmadı ki denebilir ama bu sefer o düzey biraz daha yüksek gibi...

Romen Sineması'ndan Etik Üzerine

Diyelim ki yaşadığımız toplum alabildiğine yozlaşmıştır ve dürüst bir yaşam ile bu toplumda iyi bir yere gelmek mümkün değildir üstelik siz hep dürüst yaşamanın önemine vurgu yapmış biri olduğunuzu iddia etseniz de, dürüstlüğü yaşama uygulayamadıktan sonra ne fayda.

Cristian Mungiu'nun son filmi Bacalaureat (Mezuniyet) bu sorunun cevabını arıyor. Bir baba lise başarısının yüksek olduğunu söylediği kızının bu başarıyı son sınavlarda da devam ettirip kazanacağı bursla İngiltere'ye gitmesini planlar ama kızı ufak bir cinsel saldırıya maruz kalır ve bileğini burkar o yüzden son sınavlarda yeterli başarıyı göstermesi dahası sınava girmesi bile tehlikededir. Baba bir takım ilişkiler ağıyla kızına en tanıdık tabirle 'torpil' bulmaya çalışır. 91'de ülkeye geri dönmüş çok farklı bir ülkeyle karşılaşacaklarını sanmış ama yanılmıştır. Kızına saldırıldığında çevreden geçen kimsenin tepki göstermediği bir ülkedir burası, hatta kızın sevgilisi de o kişilere dahil, düşünün. Kızının İngiltere'de üniversite okuması, diğer deyiş Romanya'dan kurtulması büyük bir gereklilik gibi gözükür.

Temelde yine Mungiu, Doğu Bloku parçalanmadan önce ülke ne kadar yozlaşmışsa bugün de o kadar yoz diyor. Bir önceki filmi Tepelerin Ardında da, muhafazakarlaşma vurgusuyla bugünü anlatmaya çalışırken Mezuniyet'de o muhafazakarlaşma hiç yok değil sanki, çok daha hafif volümden sezdiriliyor. Öyle ya da böyle olumlu anlamda geçmişe göre değişen bir şey var mı bu yeni liberal Romanya'da? Dahası dünyanın pek çok yerinde diye de okunabilir.

Etik üzerine bir film Mezuniyet, geleceğin toplumunda söz sahibi olabilecek gençler üzerine. Sonunda ders niteliğinde takdir edilecek bir noktaya da varıyor. Her türden çürümüşlüğe karşı doğru olanı yapmanın şaşmaz gerekliliği, umudun pek de olmadığı bu dünyada tutunulacak belki tek dal. Baba rolünde Adrian Titieni başarılı, yine kızı rolünde Maria-Victoria Dragus da öyle (biz onu Haneke'nin Beyaz Bant'ındaki kötü çocuklardan biri olarak tanımıştık). Film toplumsal gerilimi neredeyse filmin tamamına sirayet ettiren ve önemlisi ayrıntıları incelikle bütünün içinde eriten senaryosu ve olgun yönetmenliğiyle de oldukça başarılı, hatta sürükleyici bir deneyim sunmasına rağmen kendini kolay ele vermeyen o yüzden de kimilerinin çok sevemeyeceği yapısıyla bir kez daha izlenmeyi hak ettiği söylenebilir. Öyle ki Haneke'nin Cache'si ile Nuri Bilge'nin Kış Uykusu'ndan bir bileşke olarak tarif edebileceğimiz bazı sahneleri bir vicdan ya da adaletin tecelli edeceğinin metaforu olarak mı değerlendirmeli, başka düşünmeye değer noktalar da var elbet, babaanne, metres, polis amiri gibi...

Yıldız: * * * *

Avrupa'nın Vicdanı Dardenne'ler

Etkinliğin diğer etkileyici filmlerinden biri Dardenne Kardeşlerden geliyor, aslında tema olarak Mungiu'nun Mezuniyet'i ile de ilintili bir film La Fille Inconnue (Meçhul Kız) ama sözünü daha doğrudan söyleyen farklı yollara sapmayan ve son derece yalın bir film. Genç idealist bir doktor olan Isabelle'in bir akşam vakti kapı zili çalar ama çekinir açmaz, önemli bir şey olsa bir daha çalar diye düşünür, gel gelelim kapıyı çalan Afrika kökenli kadın kısa bir süre sonra muayehanenin yakınında ölü bulunur ve Isabelle aslında suçlu olmasa da o kadının ölümünde payı olduğu gerçeğiyle bir dedektif titizliğinde olayın üzerine gider. Dardenne'ler ve sineması iyi ki var. Göçmen probleminin ve ırkçılığın büyük bir yaraya dönüştüğü şu dönemde, has insan nasıl bir şeydir, niye çevremize karşı duyarlı ve sorumlu olmalıyız konusunda hiç büyük laflar etmeden bir kez daha büyük bir ders veriyor. Bravo! Bu kez adeta bir polisiye filmin merak duygusuyla yapıyorlar bunu. Başroldeki Adele Haenel de görevini başarıyla yerine getiriyor ve bu filmin Cannes'da aldığı muhtelif olumsuz eleştirilere de akıl sır ermiyor. Kesinlikle Dardenne ortalamasını tutturan değerli bir film Meçhul Kız. 

Yıldız: * * * *


Aşka Dair Şaşırtıcı Bir Film


Mal de Pierres, yani Böbrek Taşı denebilir ona, filmin orjinal adı bu. İngilizce From the Land of the Moon denmiş, Türkçe ise Aşk Mektupları olarak çevirmişiz. Aşka dair daha ne anlatılabilir, bu anlatılanlar ne kadar ilgi çekici olabilir sorusunu henüz geçtiğimiz yaz bir yazımda irdelemiştim, ve Fransızların aşk filmi yapma konusundaki hünerlerinden bahsetmiştim. İşte bir kadın yine bir Fransız, Nicole Garcia, aşkın dili de denen Fransızca ile aşkı anlatmanın daha ne kadar etkileyici olabileceğinin cevabını veriyor. Daha çok bilincimize hitap ettiği düşünülen alışıldık Cannes filmlerinin aksine yüreğimizi allak bullak eden bir deneme...

Marion Cotillard'ın canlandırdığı nevrotik ruh haline sahip, aslında çok duygusal bir karakter Gabrielle, yaşadığı kasabada evli bir erkeğe tutulur ama aşkı karşılık bulmaz, sonraysa bir duvarcı ustası ile sevmeden evlenir ama bir süre sonra böbreklerindeki sancılar kaplıcaya yatırılmasına sebep olur. Orada ağır hasta bir teğmene vurulur ve teğmen de ondan hoşlanır.

Çok güçlü bir tutkunun öyküsü bu. Hem de öyle böyle değil, hiç abartmadan söyleyelim, aşkın başlı başlına bir delilik hali olduğunun belki de beyazperdedeki en güçlü ifadelerinden bu film. Üstelik bu durumu filmin ana karakteri Gabrielle'in kendi gerçekliği içinde, gayet klasik ama oldukça şaşırtıcı biçimde anlatıyor. Milena Agus'un romanını perdeye özgürce dökmek için büyük bir özenle çalışılmış nereye savrulacağını çok kestiremediğimiz dört dörtlük senaryo ve Marion Cotillard faktörü bu dediklerimin dayanağı, büyülü güzel Cotillard'ın aşkın kolay kolay dinmeyen ve her an kıvılcımlanmaya hazır iç ateşini resmedişindeki ustalık da neden sadece günümüzün değil koskoca sinema tarihinin de en büyük aktrislerinden biri olduğunu tekrar kanıtlıyor. 

Yıldız: * * * *

Romen sinemasının alışık olduğumuz doğallığına sahip yeni bir film, Sieranevada. 2000'lerin başından itibaren yaptığı filmlerle Yeni Romen Sineması/Yeni Dalgasının en tanıdık isimlerinden Cristi Puiu imzalı. 

Konusuna gelirsek, geniş bir aile toplantısı izliyoruz filmde, babalarının ölümü yeni gerçekleşmiş gibidir ve bir rahip eve gelip bir takım kısa ritüelleri yerine getirecektir. Bunun için ciddi bir kalabalık evde toplanmıştır. Bir öğleden akşama kadar süren filmde aile üyeleri 11 Eylül'den Charlie Hebdo'ya, elbette Romanya'nın sosyalist geçmişinden, aile içi sorunlara kadar konuşur-tartışır hatta şakalaşırlar, zaman zaman hafif mizah da dikkat çeker, bu süreçte bir ufak 'atraksiyon' olarak görülebilecek gelişmeler de filmin ritmine katkı sağlar. 

Yönetmen hepi topu 4-5 saatlik bir zaman dilimini bir film için epey uzun sayılacak, neredeyse 3 saat gibi bir zaman diliminde adeta kesintisiz bir hisle anlatıyor, üstelik filmin başı ve daha sonraki kısa bir bölüm dışında hiç de büyücek denemeyen bu evden dışarı da çıkarmıyor. Böylesi dar alanda çok fazla oyuncu ve kamera hareketi gerçekleşiyor. Ancak bir mizansen virtüözünün olağandışı bir çabayla üstesinden gelebileceği tarzda ve bu yönden tam bir yaratıcı sineması örneği. Ve sonuçta bir geniş aile toplantısının çok da ilginç olmayan gündelik hallerine tanık oluyoruz, Romen insanının kendine has ve çokça da bize benzeyen halleri bu. Büyük bir derdi yok ve çok yoğun diyaloglarına rağmen ortada o kadar güçlü-çarpıcı bir öykü kurulabilmiş mi 
sanmıyorum.

Yıldız: * * * 


Xavier Dolan'ın bir önceki filmi Mommy'i izledikten sonraki yazımda şöyle demiştim. Sinema dilinin elementlerine her geçen gün daha da hakim olan, bu elementler üzerinde cambaz gibi oynayabilen, sinemayı sanat yapanın biçem olduğunun farkında olan bir yaratıcıyı dünyaya gösteriyor, ve şöyle devam etmiştim bir 'geleceğin sinemacısı'nın en bütünlüklü eseri, olasılıkla başyapıtlara gebe bir dönemin ilk meyvesi. Oysaki Juste La Fin du Monde yine mevcut yeteneklerinden izler taşısa da bence bir geri adım olmuş. Ölmek üzere olan bir yazarın ailesiyle son buluşması ve vedası niteliğindeki bu toplantı yine kurgu, müzik ve sinematografi üzerinde haşarı şekilde oynayabilen ama senaryonun derinliği üzerine aynı başarıyı gösterememiş bir elden çıkmış görünümü veriyor. Jean-Luc Lagarce'ın Türkçe'ye de Alt Tarafı Dünyanın Sonu olarak çevrilen tiyatro oyununun uyarlaması, bir öykü ya da kısa romana göre daha fazla zorluklar barındırıyor olabilir, ama bu zorlukları aşmak da büyük bir yeteneğin göstergesi sayılmaz mı? Ben oyunu okumadım ama karakterlerin alt metnini çözmemize izin vermeyen aşırı diyalogları bir kuru gürültüden ibaret geldi ve tam bir takım oyunu sergileyen usta Fransız oyuncuların güçlü performansları da yetmedi ve kesinlikle doyurmadı. Sanıyorum ki bu sene eleştirmenleri de en çok ikiye bölen film oldu. Tapanlar ve çok kötü bulanlar, ortasına pek rastlamadım.

Yıldız: * *

Bruno Dumont'un Ma Loute'unu ise benim sinemam değil diye tarif etmekle yetineyim. Tamamen absürde yaslanan, bir bütünden öte bütünün içinde de tam olarak yerleştirmekte zorlandığım bazı ilginç anlardan ibaret, koyu grotesk dili ve karikatür tiplemeleriyle ben hiç sevemedim hatta ne anlatmak istediğini bile anlayamadım diyebilirim. Fakat salondaki kimileri bazı sahnelerde katıla katıla güldü ve onların da ne anladığından kuşkuluyum.

Yıldız: X

Not: Bu Filmekimi'nde de 6 film izleyebildim, hem Ankara programının 3 güne (sonra 4 oldu gerçi) sıkışması hem de güzel olanı çabuk tüketmeyip sezon vizyonuna (belki diğer festivallere) pek çok film bırakma isteğim bunda etkili oldu. Haklarında olumlu çok ifade bulunan Toni Erdman, I Daniel Blake, Elle, Paterson gibi filmler beklentimi karşıladığında tarihin belki de en iyi Filmekimi yaşanmış diyebileceğim. Cannes-Competition menşeli diğer pek çok filmi de izleyebilirsem bu yıla özel ben de Cannes jürisinde olsam ödülleri nasıl dağıtırdımı da paylaşmak isterim. Zira filmlerin düzeyinin yüksek olduğu yerde ödül dağıtmak da zor ama bir o kadar zevkli olur.

2 Ekim 2016 Pazar

Nuri Bilge Ceylan'ın Yeni Filmi Nasıl Bir Şey Ola Ki?

Nuri Bilge Ceylan'dan uzun süredir yeni bir film haberi almayı bekliyorduk. Haber daha önceki filmlerine göre biraz geç olsa da geldi. Yeni filminin adı Ahlat Ağacı, İngilizce Yaban Armudu'nun karşılığı da olan The Wild Pear. 2018 Cannes'ına yetişmesi umut ediliyor. 

Her zamanki gibi konusu hakkında kabaca bir çerçeve çizmiş yönetmen ve daha fazlasını film gösterilene kadar bilemeyeceğiz. Peki sizce nasıl bir film bekliyor bizi. Bunu bilmemiz mümkün değil ama bir tahmin yürütebilir miyiz acaba diyorum.

Bir Zamanlar Anadolu'da'nın Cannes macerasında yönetmen estetik arayışlarının bundan sonra da devam edeceğini belirtmişti ve Kış Uykusu'nda bunu çok iyi farkettik. Şimdi ilk filmi Kasaba'dan Kış Uykusu'na doğru seyreden filmografisinde neler değişmiş ona bakalım.

İlk uzun metrajı Kasaba siyah-beyaz ve böyle olmasında yönetmenin renkli filmin tekniğine de hakim olamamasının payı var. Sonraki filmini ise artık renkli çekiyor. Estetik bir değişiklik demek bu aynı zamanda. Başka artıları da var tabii, müsamere diyalogları yok. Bir sonraki ve hala en iyi iki-üç filmi arasında gösterilen Uzak'ta artık tek planda mizansen ustalığıyla başkasının çok fazla planda anlatabileceklerini de oldukça yaratıcı şekilde anlatıyor. Yönetmenliği ustaca ve giderek gelişiyor. Bu genel bir kabul. Ya senaryo? Orası sanki biraz dağınık, tam olarak bir öykü anlatmıyor yönetmen, durumlardan bir öykücük çıkarıyor diyaloğu da çok sevmiyor. Bir sonraki filmi Üç Maymun ise artık öykü anlatma çabasının ilk örneği oluyor. Ama yine diyalog az sayıda.

Sonraki filmi Bir Zamanlar Anadolu'da da çoğunluğu gece cereyan eden küçük bir zaman diliminin filmini yapıyor ve diyaloglar da artık güçlü. Kış Uykusu'na gelindiğinde ise biçim ve içerik arasındaki uyumu en üst düzeyde gözeten ve diyalogları daha da arttıran bir yönetmen görüyoruz, bir önceki filminde sanki gelecek için işaretlerini veren, temposu az da olsa artan kurgunun temposu çok az daha artıyor burada.

Sonuçta, her filminde yenilikler var bu 7.sanat ustasının ve yeniliklerin açtığı yolda ilerlediğine dair de emareler. O halde yeni filminin daha da tempolu olacağını söyleyebilir miyiz? Belki dikkat çekici yoğunlukta değişik kamera hareketleri ve daha hızlı bir kurgu. Ama bir Audiard ya da Dardenne'ler kadar hızlı değil onların bir tık altı bu da yine Nuri Bilge Ceylan sineması içinde büyük adım olacaktır.  

Bence Olmamış Bir İkinci Film Denemesi

Adana Film Festivali yeni sona erdi ve Rüzgarda Salınan Nilüfer'in niye yarışmaya alınmadığı tartışılageldi, festivali yerinde izleyen eleştirmenler başvurup alınmadığından emin miydiler yoksa öyle olduğunu tahmin mi ediyorlardı bilemiyorum, bu konuda bir dönüş de alamadım. 

Bir zamanlar bu festivali takip etmiş ve ülke sinemasının genel düzeyini gördüğünü tahmin eden biri olan bana göre yerli festivallerde öylesini acemice filmler izliyorsunuz ki bir takım asgari limitleri sağlayabilen bir film niye orada yok diyebiliyorsunuz, bunu anlarım. 

Benim 2012'de yerinde takip ettiğim ve bu blogta gün gün yazılar yazdığım o yıl da İslamcı kimliğiyle bilinen İsmail Güneş'in Antalya'ya kabul edilmemesi çok konuşulmuştu, sebebin politik olduğu dile gelmişti, Adana'da ise hakkaniyetli şekilde yarışmaya seçilmiş ama bir ödül alamamıştı ki bence almalıydı, en azından senaryo ödülü. Bu temenniyi o zamanki yazımda da dile getirmiştim. Rüzgar'da Salınan Nilüfer de ülke sinemasının vaziyetine göre eminim yarışan 12 film arasına girebilirdi, en azından 13. film olarak seçkiye dahil edilebilirdi diye düşünüyorum.

Peki ben filmi beğendim mi, bir takım olumlu yanlarını görmekle beraber, ne yazık ki hayır demek durumundayım. Neden öyle peki? Çünkü senaryosu tekdüze, yaklaşmaya çalıştığı orta-üst sınıfın içi kof yaşamını, gündelik pratiklerini izliyoruz, evet kötü sayılmayacak diyaloglar içinde bir rutin var ve debeleniyoruz orada.

Ne çarpıcı anlar yakalanmış filmde ne de bir güçlü mizah anlayışı yaratılabilmiş. Çevremizde elbet gördüğümüz, bir şekilde para kazanmanın yolunu bulmuş ama hiç bir şey okumayan, okuduğu kitabı yarıda bıraktığını ifade eden öbür yandan kitap yazmaya kalkan ama kitaba yerleştirdiği satırlarda nilüferin su da yetiştiğini sanacak bir cehalet...

Bunları ve bunun gibi bazı başka seviyesizlikleri, 'para kazanmak ile zeka-ruhun' incelmesinin doğru orantılı olamadığını sadece anlatmaktan ibaret film. Biz bu insanları sürekli görüyoruz. Beni çok rahatsız eden konuların da başında geliyor üstelik. Bu insanlar o kadar çoklar ki; parası var, statüsü var kimisinin sağlam diploması da var ama bu kadar zır cahil nasıl olabilir denen şu geniş kitle. 

İşte o kitlenin günlerinin ve daha sonraki, daha sonraki birbirine benzeyen günlerinin nasıl geçtiğini görüyoruz. Peki sinema bundan ibaret bir şey mi? Film Montreal'den bir senaryo ödülüyle dönmesine karşın biraz çabalasa da farklı çiftler üzerinden elle tutulur bir çatışma da yaratamıyor ve ritim duygusu da neredeyse hiç yok. Kupkuru, dümdüz tabir edilecek bir film. 

Yönetmen, sinemanın sanat olma sürecindeki önemli bir unsur olan kamera hareketlerinden daha önce olduğu gibi yine yaralanmamış, hadi varsın yararlanmasın diyelim, belki kurgu için biraz uğraşmış ama orada da heyecan verici bir yenilik ortaya çıkaramamış. 

İlk filmi Çoğunluk'ta daha çok Anadolu-Taşra kökenli bir yeni zenginliğin yerine bu sefer İstanbul-Kentli zenginliğini yerleştirmiş (Belki yazmış olmak için, özellikle de akademik mecrada Demokrat Parti-Halkçı Parti ayrışmasının bugünkü uzantıları üzerinden bir şeyler çıkarırlar). Ancak Çoğunluk'ta çok daha iyi örülmüş karşıtlıkların da gücüyle ve film bazı ayrıntılarıyla çok daha can alıcı olmuştu ve gerçekten güldürüyordu. 

Yıldız: *

Ve önemsiz küçük bir bilgi:

Rüzgar'da Salınan Nilüfer'e ilişkin bu yazıyı 25 Eylül'de yazmıştım. Çoğunluk ile gelecek vadeden genç bir yönetmen hakkında daha olumlu konuşmak istediğimden yazıyı yayınlamakta tereddüt etmiştim, biraz rötarlı okumanızın sebebi budur.

8 Eylül 2016 Perşembe

Sinemada Nitelikli Gerilim Görmek İsteyenlere

Bazı filmler vardır. İzlediğiniz süre boyunca bir an bile sıkılmazsınız, sizi alır götürür ve film bittiğinde iyi bir film izledim hissiyatına sahip olursunuz ama çok değil, birkaç saat sonra çok da bir şey kalmamıştır filmden geriye. Mesela Gravity benim için öyle bir filmdi. Salondan çıkana kadar güzeldi. Ya sonra?

İşte o klasmandaki filmlerden biri daha Latin kökenli Fede Alvares'in yönetmenliğini gerçekleştirdiği Don't Breathe (Nefesini Tut). Biri kadın üç genç evlere girip hırsızlık yapmaktadırlar. Yeni buldukları iş, savaşta görme yetisini kaybetmiş eski bir askerin evine girmektir. Görünüşte çok kolay bir hırsızlık olacaktır bu. Terkedilmiş Detroit'te bir tek komşusu yok bu adamın etrafta polis de yok, üstelik adam kör. Gelgelim işler hiç de öyle gitmez. Adam adeta yarasa gibidir ve diğer duyularını çok iyi kullanır, evini de iyi tanır.

Adamın elindeki büyükçe para kızını arabayla ezmiş bir kadının babasının ona ödediği tazminatın parasıdır ama o bu tazminatla yetinmez ve kaybettiği kızını olmasa bile ona yeni bir çocuk getirecek zekice bir planı da evinin sığınağında tasarlamıştır. Bunu da filmin ikinci yarısında öğreniriz.

Film bizi hırsızların sıkışmışlığı üzerine onların tarafını tutmaya itse de suç-suçlu, herkes mi suçlu yoksa hiçbiri mi gibi Dostoyevskiyen tartışmalara kapı açıyor aslında, elbette ticari-tür filminden beklendiği ölçüde oldukça yüzeysel olarak çünkü filmin asıl derdi bunlar değil.

Filmin asıl derdi izleyicisini alabildiğine germek, filmin adına da atıfta bulunurcasına film karakterleri gibi nefessiz bırakmak. Doğrusu bu işi gayet iyi başarıyor. Sonlara doğru ha bitti ha bitecek desek de sanki bir türlü bitmeyen ama bir an bile dağılmayan ustalıklı bir senaryo ve en az o kadar iyi mizansen tasarımıyla büyük zevk veriyor. 

Ben tür filmlerini sevmem (gerilimi kısmen dışarıda tutabiliriz). Tarkovski gibi özellikle Haneke gibi (konumuz da gerilim olduğundan) tür sinemasının kodlarını çok daha büyük dertleri anlatmak için kullanan yönetmenlerin sinemasını yeğlerim ama tür sinemasını sevenler için de Nefesini Tut'un biçilmiş kaftan olduğu bir gerçek.

Evet bu yazıyı yazarken izlerken güzel gerildik de şimdi ne kaldı geriye desem bile yine de inkar edemeyeceğim, ben beğendim sanırım. Şöyle bir baktım da özellikle Avrupa'nın kadim festivallerinde yer almamış beğendiğim hangi filmler var. Alfredson'un Gir Kanıma'sı ve Cuaron'un Gravity'si aklıma geliyor ama onların bir biçimde Avrupa festivalleriyle irtibatı vardı. Nefesini Tut benim için de bir ilk sanırım.*

Yıldız: * * *

* Filmin  IMDb verisi henüz bir festivale katılımını kayda geçmemiş. Bir festival filmi değil, tipik bir ticari film olarak pazara girdiği görüntüsü var.

5 Ağustos 2016 Cuma

Gözü Olanın Gözü Çıksın ya da Neon Şeytan

Kof bir pırıltı mı desek yoksa albenili bir zırvalık mı kararsız kaldım, en iyisi belki de gözü olanın gözü çıksın demek. The Neon Demon-Neon Şeytan, özellikle Drive filmiyle çok iyi bir 'zanaatkar' olduğunu kanıtlayan Nicolas Winding Refn'in Cannes'da bolca yuhalanan, skandal filmi ve Türkiyeli eleştirmenler, özellikle genç kesim filmi başyapıt mertebesine çıkaracaklar, kalıbımı basarım. O kadar da değil ama ya, her ürünün alıcıları adeta holiganları oluyor işte, ve zevkler kolay kolay tartışılmıyor. Filmin bir genç kadının (Elle Fanning) moda dünyasında yükselişini ve onu çekemeyen diğer kadınları anlattığını söyleyebiliriz. Ancak filmin Drive'daki kadar bile örülmüş bir senaryosu yok. Bir yanıyla konvansiyonel sinemaya bir başkaldırı olarak da okunabilir bu durum, oldukça kendine has bir tasarım. Türler arası yolculuk, kimi yerde gerilim, zaman zaman korku, biraz da fantastik ögelerle dolu ve alabildiğine kösnül bir yapım. Sanat sineması içinde kolaylıkla değerlendirilemeyecek ama kitle sinemasına da katiyen ait olamayacak türde, ikisinin bireşimi ifadesinin en uygun kaçtığı filmlerden. Drive da öyle değil miydi? Meselesiyle David Cronenberg'in Maps to Stars'ını ve sanki biraz da David Lynch'in Mulholland Drive'ını andırmıyor diyemem. Fazlasıyla bir biçimsel şov var karşımızda, bazen neredeyse bir müzik klibine bazen de ağdalı bir anlatıma meyleden gerçekten çok kabusu andıran sekanslarıyla hayatın kendisini iç içe geçiriyor film, çokça görsel-işitsel bir hipnoz seansı gibi, o açıdan Gaspar Noe filmlerini, tabii ki Enter the Void'ini akla getiriyor, Noe'nin son filmi Love'ın başrolündeki Karl Glusman da Fanning'in flörtözü olarak yan rolde yer alıyor ayrıca. Fiziksel güzellik algısının ön planda olduğu her sektöre rahatlıkla uyarlanabilecek bir intikam ve tükenişi resmetmeye çalışıyor bu film. Finali de benim yazımın başlığının nedeni oluyor, mesajı bu olsa gerek.

Yıldız: * *

4 Ağustos 2016 Perşembe

Veronik'in İkili Yaşamı 25 Yıl Sonra Beyazperde'de

Ben bu blogta takip ettiğim festivalleri veya mutlaka bir takım festivallerin radarına girmiş vizyon filmlerini yazdım. Yani hep güncel filmleri yazdım çünkü sinema salonunda izleyebildiğim filmler onlardı. Blogun normal akışı dışında -sayfalar sekmesinde- biri 2009 diğeri 2010 yılına ait Michelangelo Antonioni ve Beyaz Bant üzerine yazdığım, öbür yazılarıma pek benzemeyen 2 yazı da var elbet ama onlar lisans yıllarımda farklı derslerin sunum ödevlerinden ibaretti, o da benim 'sinema yazını' geçmişime ait bir anı olduğundan blogu açtığımda koydum, hala duruyor... Kısaca şunu demek istiyorum: Üzerine yazdığım filmlerin ezici bir çoğunluğu benim tarafımdan sinema salonunda izlenmiştir. Tabii ki diyebilirsiniz laptopta izlesen yazsan ne var, çok kişi öyle yapıyor, film aynı işte. Hayır bu bir ilke sorunu, ben sinema filmlerini sadece o filmlerin gösterilmesi için inşa edilen salonlarda izleme taraftarıyım. O filmlerin aurası orası (Eskişehir'deki Sinema Anadolu'yu bilen bilir, orada bile mecbur kalmadıkça film izlemeyi tercih etmezdim çünkü o salon tiyatro gösterimleri için yapılmıştı ama film de gösteriliyordu). Daha önceki yazılarımda da ilk elde çok fark etmiyor gibi gözükse bile bu farka değinmeye çalışmıştım, hem de defalarca. İlk kez şimdi bu blogun olağan akışında sinema salonunda izleyebildiğim eski bir filme değineceğim ama.

Başka Sinema sayesinde Çarşamba gecemiz renklendi. Krzysztof Kieslowski'nin ölümsüz eseri Veronik'in İkili Yaşamı izleyicilerle buluştu. Kısa süre sonra vizyona girecek filmlerin ön gösteriminin yapıldığı Başka Çarşamba bu kez eski bir yapıma (1991) ev sahipliği yapmış oldu. Büyülüfener'in 30 kişilik mini salonu en ön sıradaki birkaç koltuk dışında tamamen doluydu. Aslında kült film geceleri olarak tabir edilen bu gösterimler daha önceki yıllarda da yapıldı keşke daha sık yapılsa. Bu talebi buradan da bir kez daha yineleyelim. 

Kieslowski ne kadar Polonya asıllı da olsa Fransızca (İsviçre'de vuku bulan ya da Fransa'da) filmlere imza attı. Fransa bayrağındaki renklerin anlamını (Özgürlük-Eşitlik-Kardeşlik) günümüz toplumsal yaşamına uyarladığı üçlemesi en sevdiklerimdendir. Keza Dekaloglar'ın da yeri ayrıdır. Veronik'in İkili Yaşamı'nda başrolde fetiş oyuncusu demek ne kadar doğru bilemiyorum ama yine kökü Helvet topraklarından gelen arı güzelliğin temsili aktrist Irene Jacob bulunuyor. Biri Polonya'da (Weronika) diğeri Fransa'da (Veronik) yaşayan müziğe eğilimi olan iki genç kızı canlandırıyor. İkisi de dünyada yalnız olmadıklarını hissediyorlar ve ara sıra dile getiriyorlar. Weronika öldükten sonra Veronik anlamlandıramasa da içinden bir şeylerin koptuğunu, yapayalnız kaldığını çok iyi biliyor. Weronika, Veronik'i Varşova'ya bir geziye geldiğinde fotoğraf çekerken sadece birkaç saniyeliğine görüyor. Tabii Veronik de çok daha sonra o çektiği fotoğraflarda ansızın Weronika'yı fark ediyor. 

Bir önceki yazımda etnik kökenleri Fransız olmasa bile Fransa'da yaşayan, Fransız yapımı filmler çeken yönetmenlerin ne de güzel aşk filmleri yaptıklarından bahsetmiştim. Kieslowski de onların yukarılarına rahatlıkla yerleştirilebilir. İzlediğimiz tam bir aşk filmi. Platon'a atfedilen kadın-erkek tek bir vücutta kendine yetiyormuş da bir gün tanrı onları ikiye ayırıp farklı yerlere yollamış ve bu ikili ömrü boyunca bir diğerini aramış durmuş, bazen bulduğunu sanmış, buna da aşk demişiz ya hani, işte böylesi bir ruhun eseri bu film. Yoksa neden Veronik başka bir erkekle seviştikten sonra ağlasın! 

Kieslowski'nin kader veya tesadüf, aldatma, yalnızlık gibi temalarından izler yine mevcut. Mizanseni kurma biçimi ise olağanüstü; her ışık taneciğine dikkat edişine, her dekoru tasarlayışına her çerçeveyi konumlandırışına hayranlık duymamak elde değil, ve belki en çok da sesi kullanışı hayranlık uyandırıyor. Yine Zbigniew Preisner'in fevkalade bestelerinin desteğiyle başlı başına bir duygu halinin katıksız ifadesi sanki, yalnızlığımızın çaresizliği üzerine, her ne kadar bazen yalnız olmadığımızı hissetsek de.

Rahatlıkla 'transandantal sinema' bağlamında değerlendirilebilecek bu eser 12 Ağustos'ta en azından İstanbul ve Ankara'da vizyona girecek, her zaman böyle bir fırsatla karşılaşmayacağımızı düşünerek kaçırmayın diyorum.

Yıldız: * * * *  

31 Temmuz 2016 Pazar

Aşkın Beylik Halleri

Fransızlar o kutsal türün, aşk filmlerinin belki de en unutulmazlarını perdeye taşıdılar. Daha birkaç yıl önce Michael Haneke adeta ilk olarak Stendhal'in söylediği rivayet edilen o basit "Evlilik Aşkın Mezarıdır" sözünü bir ömrü beraber tüketmiş çift üzerine bambaşka bir bakış açısıyla getirmedi mi, hemen 1 yıl sonra  La vie Adele'de Abdellatif Kechiche aşka doğanın ve en çok da toplumun dayattığı geleneksel bakışımızı da allak bullak eden bir çalışma gerçekleştirmedi mi? Ya da daha geçen aylarda !f veya Ankara Film Festivali'nde izlediğimiz Love'da Gaspar Noe tüm sivriliklerinin ardında aşkın, zaman mefhumunu da öteleyerek bir yerlerde baki kaldığını duyumsatmadı mı? Bunlar hep Fransız filmleriydi ve önemlisi yenilikçiydiler, bu onulmaz hisse farklı pencerelerden farklı bakışlar getirebildiler. Evet aşka dair hala anlatılacak bir şeyler olabilir dediler. Ve yaratıcılıklarıyla tanıtladılar.

Oyuncu ve taze yönetmen Maiwenn (Le Besco)'in Mon Roi (Kralım ya da vizyon adıyla Prensim) adlı filmde olgun iki insan arasında başlayan aşkın uzun yıllara varan halet-i ruhiyesini çizmeye çalışmış. Yönetmen tipik bir Fransız filmine imza atmış. Son derece bol diyaloglu, dökü-drama havasında doğal oyunculuklarla çok tanıdık geliyor bu film. Gerçekten oyunculuklar güçlü, hele parıltısı sönmeyen buğulu gözlerinde kim bilir ne yangınları dışavurmaktan kendini alıkoyamayan Emanuelle Bercot (Marie-Antoniette ya da kısaca Tony) ilerlemiş yaşına rağmen kendine aşık edecek bir duygu yoğunluğunda, Vincent Cassel (Georgio) de o ölçüde olmasa da ona yakın. Muhteşem başlayan ve bir süre o muhteşem halden taviz vermeden devam eden bu aşk hikayesinin bıçakla kesilmişçesine darmadağın olduğu Tony'nin Georgio'yu terk ettiği sahne bizi hazırlıksız yakalıyor. Ondan sonra da filmin sonuna kadar bitmeyen med cezir manzaraları geliyor, tutkunun ikili arasında bir türlü bitememesi ama her defasında birbirinin neredeyse kopyası kriz anları, sonra yine tutkulu dakikalar ve sonra yine kriz anları ve sonra yine... Film bir süre sonra nefes almamıza bile izin vermeyen diyaloglarının yoruculuğuna rağmen sürükleyici bir senaryoyla beraber sağlam bir sinema diline sahip ve ilgiyi kolay kolay koparmıyor yine de yönetmenin bir anlatım yöntemi olarak Tony'nin bugünü ve dünü (yani ilişkinin dünü) arasında yarattığı koşut kurgu da işlevsiz bana kalırsa, en önemlisi de Mon Roi bir ilişkinin 'decade'ini resmetmekten başka aşka dair oldukça tanıdık gelen "ne senle ne de sensiz" demekten öte ne söylüyor acaba. Ben bulamadım.

Yıldız: * *

25 Temmuz 2016 Pazartesi

Gerçeklerden Kaçamamanın Kaçınılmazlığı Üzerine

Filmlerin dağıtım sorununa ilişkin daha önceki bir yazımda da değinmiştim. Gerçekten şaşırtıcı bir konu ve büyük adaletsizlik. Benim için birçok kitabı yaşadığı şehirde bulamayıp, pdf olarak okumak (ve kitap çıkar çıkmaz da değil) gibi birşey bu, bir filmi sinema salonunda izleyememek. Hala twitter'da filmleri bilgisayarda izlemeyi gururla sunan-savunan insanlar var biliyor musunuz? Ve hepsinin yaşı o kadar küçük değil. Madem bilgisayarda durdura durdura izlemek övünülecek bir şey de, niye bu filmlere sinema filmi diyoruz o halde, niye sinema salonlarında gösterilmek için yapılıyor bu filmler. Niye örneğin televizyon filmi diye başka bir format var diye sormaz mısınız.

Geçtiğimiz hafta vizyona giren Atom Egoyan'ın Remember-Hatırla adlı filmi İstanbul, Ankara (3 salon), ve Antalya (o da 1 salon) dışında gösterilmiyor. Türkiye'nin 3. büyük şehri İzmir'de yaşayanlar bile şehirlerindeki herhangi bir sinemaya gidip bu filmi izleyemiyorlar. Evet, Hatırla birçok salonda Başka Sinema kapsamında gösteriliyor belki ancak bazılarında da Başka Sinema dışında yani genel dağıtım kapsamında da gösterilme şansı elde etmiş. İşte Ankara'daki gösterimler; Kızılay Büyülüfener gösterimleri Başka Sinema'da ama diğer 2 sinemadaki gösterim genel dağıtım kapsamında. Filmin az da olsa genel dağıtım kapsamına girmesi şaşırtıcı değil. Hatırla, bir festival filmi (2015 Venedik Altın Aslan Adayı) olmasına karşın temposu düşük, izleyiciden dikkat ve hatta sabır gerektiren, anlaşılması zor filmlerden değil. Geniş kitle sinemasıyla, sanat sinemasının bireşimlerinden biri. Hatırla, sinemanın anlata anlata tüketemediği Yahudi soykırımına değinen bir film. Film Auschwitz'ten uzun yıllar önce kaçıp kurtulan ihtiyar bir Yahudi'nin arkadaşının yardımıyla ailesini öldüren Nazi subayını bulup öldürme isteği üzerine kurulu. Tipik bir intikam hikayesi aslında. Bu ihtiyarın demans (unutkanlık-alzheimer yani) hastası olması da çok önemli bir detay. Bu ihtiyar doğru kişiyi bulana kadar mekan mekan geziyor sonucunda. Film gayet akıcı ama eli yüzü düzgün bir televizyon filminden farkı da yok, ben sinema sanatına özgü herhangi yaratıcı detay, estetik bir değer göremedim. Yine de Christopher Plummer'ın oyunculuğu en büyük artısı ve yalın senaryosunu da o kadar yabana atmamak kanaatindeyim, finalindeki büyük sürprizle beraber geçmişle yüzleşmenin kaçınılmazlığına vurgu yapan filmi bence es geçmemek gerek.

Yıldız: * *

5 Temmuz 2016 Salı

Guiseppe'yi Beklerken


İşte insanın ve o insanı anlatmakla mükellef sanatın onmaz temaları ölüm ve aşk bu kez ayrı ayrı değil, aynı filmde iç içe geçiyor. Paolo Sorrentino'nun asistanı Piero Messina'nın bu ilk filmi L'attesa (Bekleyiş) gücünü büyük ölçüde dev Fransız oyuncu Juliette Binoche'un mimiklerinde buluyor. Kime ait olduğunun açık açık dile getirilmediği bir cenazeyi kaldıran bu kadın kısa bir süre sonra bir telefon alıyor ve oğlunun (Guiseppe) sevgilisi (Jeanne) yanına geliyor. Guiseppe, Jeanne'ı oraya davet etse de kız da bir süredir oğlandan haber alamıyor, Binoche'un canlandırdığı Anna karakteri de film boyunca oğlunun akibetinden bahsetmiyor. Tutarlı ve ilk filme göre olgun ama ağır sayılabilecek anlatımı olan film, bazı sahneleriyle bütünün içinde açıkçası sırıtmayan yapay bir dil tutturuyor, bu doku filmin gerçekçiliğini bence pek zedelemiyor, genel olarak çatışmalardan hiç mi hiç beslenmeyen, Jeanne gerçeği öğrenecek mi sorusu dışında bir merak unsuru da barındırmayan filmin izleyicisine olmasa da filmdeki diğer karaktere (Jeanne'a) ketum tavrı fazla uzun sürüyor ve film biraz aynı yerde dönüp duruyor hissi yaratıyor,- böyle düşünmeyenlere de lafım yok elbet- taa ki son bölüme kadar ve orada film şahlanıyor, en önemlisi melodrama kaymadan güçlü bir duygu yoğunluğunu izleyicisine geçirmeyi başarıyor. 

Varoluşçu tınıları olan bu film ilk etapta biraz eskil bir anlatı gibi gelebilir ama yine de onca sabun köpüğü filmin arasında kesinlikle dikkate değer olduğu kanaatindeyim. 

Yıldız: * *

30 Haziran 2016 Perşembe

Yine Meksika Usulü Yozlaşmışlık Ama Bu Sefer Sanki Olmamış

Evet, o suçun ve yozlaşmışlığın meşhur ülkesi Meksika'dan gelen bir film. Inarritu'dan, Reygadas'a, Escalante'ye ne kadar da önemli yönetmeni Dünya Sineması'na kazandırmış bir diyar, daha bir kaç hafta önce izlediğimiz Chronic'in genç yönetmeni Franco da bu ülkeden çıkmamışmıydı? Rodrigo Pla yönetmenliğini gerçekleştirdiği Bin Başlı Canavar'da o bildik yozlaşmışlığın içine dalıveriyor kamerasıyla. Aslında filmin umut veren bir başlangıcı var: Sabit planda yoğun bir karanlığın içinde bir çift, bir takım iniltiyi andıran sesler, ihtiyacı olan ilaca ulaşması gereken mide kanseri bir koca. Kadının kocası için doktordan randevu alamaması, bir takım anlamsız prosedürler dahası ahlaksız tavırlar, ve kadının kendi yöntemiyle amacına ulaşma halleri, bir tabancayla. Film, 1915 yılında Griffith'in Bir Ulus'un Doğuşu ortaya çıktığında bugünkü anlamıyla uzun metrajlı bu ilk filmin, yani filmlerin süresinin uzamasının neden sinemanın sanat olabileceğinin ilk sinyali-şartı olduğunu unutmuş gibi. Pek çok karakteri içine alsa da handiyse hiçbirini bir adım bile derinleştirmeden kullanıp atıyor, en ön plandakileri dahi, hatta bazılarını sadece gösteriyor neden gösterdiği bile belli olmadan. Adeta önce kısa metraj olarak çekilip sonra uzatılmış bir film görüntüsü veriyor, uzun metraj için kısalık rekoru kıran bu 74 dakkada. Yönetmen yer yer basit biçimsel numaralar da yapmaya çalışmış ama bütünün içinde bir anlamı olmadığından çok komik duruyor bence, o alelacele geçen sahnelere ne demeli, kocayı daha göremeden pat diye ölüverdiğinin haberini almaya peki. Üstelik bir de film bitti derken mahkeme salonu dışında anneye bir kez daha oğluna her şey düzelecek dedirten gereksiz küçük bölüm, ve de gerçekten film bittikten sonra yönetmenin mahkeme salonunu oradaki mobese tarzı kamera görüntüleriyle vermesi, hakimin içeri girişi ve ayağa kalkışları varki sorma gitsin. Vallahi yönetmenin ne anlatmak istediğini anlayamadım. Sağlık sistemine güçlü bir eleştiri falan bekleyenler fazla heveslenmesin, ilgiyi canlı tutmayı başaran ritmine karşın (müspet yanı da yok değil hani) televizyonda kamu spotu niyetine izlenebilecek bir film düzeyine bile erişemiyor ve bu film İstanbul Film Festivali'nden Altın Lale kazanmış, hayret !

Yıldız: *

19 Haziran 2016 Pazar

Bir Yarım Başarı Bile Değil: Hrutar

Dünya Sineması nasıl ki Amerika'dan ibaret değilse, Fransa, İtalya, Romanya, Rusya, İran ya da İngiltere vs'den de ibaret değil. Dünyadaki 200'e yakın ülkenin birçoğunun sineması olmasa bile kıyıda köşede duran öyle ülkelerin sinemalarıyla tanışıyoruz ki, her şeyden önce o ülkelerin bir tür kültürünü küresel arenaya taşıma işlevi mi görüyor bu filmler diye de soruyorum bazan, bu filmlerin pek çoğu sinema olarak sadece belli başlı anlar dışında doyurmuyor, bir bütünlüklü hazzı taşıyamıyor ne yazık ki. İşte İzlanda, uçsuuz bucaksız ve soğuk bayırlarındaki tek tük evler, daha önce Dagur Kari vb. yönetmenlerin de sinemasına konu olan bu sessiz, sakin aslında ıssız ada ülkede iki kardeşin koyunlarla ilintili ilişkisine tanıklık ediyoruz Hrutar (Rams-İnatçılar diye gösteriliyor) adlı bu filmde. Telaşsız, hoş kadrajlar eşliğinde evet vakur bir anlatımı var filmin.

Filmin başında bir yarışmaya konu olan koyunlarla bu kardeşlerin güçlü bir bağ kurduğu ortada. Koyunlara verdikleri önemin ardında başka bir neden de göstermiyor film, hepi topu kardeşlerden birinciliği diğerine kaptıranın koyunlarda bir virüs tespit ettiği söylentisi ve sonrasında sağlık ekibinin gerçekten böylesi tehlikeli bir virüsü tespit etmeleri ve kardeşlerden birinin tüm itlafa rağmen küçük bir grup koyunu-koçu saklama, yakalanmama, bu arada kardeşiyle arasını düzeltme hikayesi izlediğimizi söyleyebiliriz. 

Filmin ikinci yarısında evinin gizli bir köşesinde sorunsuz yaşamaya devam eden kardeşlerden birini görünce de aslında koyunların bir hastalığı yok mu sorusu kafamızda beliriyor. Peki o zaman sağlık ekibinin inatla koyunları itlaf etme çabasını nereye koyuyoruz, tutarsız değil mi? Bunların ötesinde kardeşin koyunları saklama isteğinin altındaki motivasyon da belirsiz, tıpkı aynı yılın Cannes'ında en fazla Belirli Bakış'ta olması gerekirken Ana Yarışma'ya kaydırılan üstelik bir Büyük Ödül kazanan, kimilerince hiç anlayamadığım biçimde başyapıt mertebesine çıkarılan Son of Saul'daki film boyunca ölmüş çocuğu gömmek için fır dönen adam gibi. Bir senaryoda karakterlerin hareketlerinin altındaki motivasyonları bilmek zorunluğumuz yok diyorsanız, amenna bilmeyelim. Ama ben bilmeyi tercih edenlerdenim.

Yıldız: * 

Not: Genelde tek yıldız verdiğim filmleri yazmama gibi huyum olsa da geçtiğimiz haftalardaki Evrim gibi eleştirmenler nezdinde epey beğeneni olduğu için ben de fikrimi belirtmek istedim.

6 Haziran 2016 Pazartesi

İnsanlığın Karanlık Sularında

Meksika'lı Genç Bir Auteur'ün Filmi

Ölüm hepimiz için kaçınılmaz son. Tıpkı, aşk gibi, yalnızlık gibi, belki can sıkıntısı gibi ölüm ne kadar kaçınsak da hayatın gerçeği değil mi ama, ve hatta kaçınılmaz olarak ölüm hayat üzerinden tarif edilir, ölümün de varlık sebebi hayatın ta kendisi. Yönetmen Michel Franco da Tim Roth'u başrolde oynattığı filmi Kronik'te sanıyorum bu yegane gerçekliğe ilişkin bir film yapmak istemiş. Mesleğine tutkuyla bağlı bir erkek hemşirenin ölüm döşeğindeki insanlara yaptığı hasta bakıcılığın zorlu safhalarını biçimsel olarak uzun planları tercih ettiğinden uzun uzadıya göstermiş, hatta bazen işlevini aşarcasına. Ölümün kıyısındaki insanlara yardımcı olmak konusunda Roth'un canlandırdığı David karakteri neden bu kadar istekli, karısını ve çocuğunu amansız hastalıklara kurban etmiş! olmasının bir payı olabilir mi, sık sık David'i spor yaparken görmenin, ya da terini sileceği havluya bile başkasının elinin değmesine izin vermeyişinin sağ(lıklı) kalmak takıntısının bir tezahürü olduğunu düşünsem yanılır mıyım acaba? 

David karakteri biraz daha zenginleştirilebilirdi kuşkusuz, onun hakkında yeterince bilgiye sahip değiliz. Yine de yönetmen başkarakterine ilişkin bir takım minik ayrıntıları öykünün bütününe güzel yedirmiş, kabul etmeli. Hele o sürprizden de öte ani ve sert finale ne demeli, benim için ilk anda yönetmenin filmini nihai bir noktaya eriştiremediği için böyle bir tercihe başvurmuş olabileceğini düşündürten, böylesine yalın bir öyküyü böylesine final ile birkaç saniyede ciddi bir bütünlüğe kavuşturan... Abartısız ve son derece mütevazi olduğu kadar küçük ölçekte ilginç de bir film Kronik, sanki ölümden ne yapsak da kaçamayacağımızı bir kez daha yüzümüze vuran, ha çok mu gerek vardı buna o da ayrı tabii...

Yıldız: * * *

Pek Sevimsiz Bir Fransız Filmi

Bir ada düşünün, erkeklerin olmadığı sadece kadınlar ve oğlan çocuklarının yaşadığı. Kulağa hoş mu geliyor? Feminist bakışla da erkeksi bakışla da cazip ama ya sonra... Bir kadın elinden çıkan bilimkurgu türüne de yakın amfıbik distopya (belki ütopya o da net değil) denebilecek Evrim adındaki film; penceresiz evlere, kadınların yaptığı yosunumsu tuhaf yemeklere, denizin altından çıkan deniz yıldızlarına, ölü çocuklara, adadaki kadınların çocuklara uyguladıkları ameliyatlara, fetüslerin turşusunu kuran, sık sık doğumları tedirgince izleyen kadın doktorları da eklediğinizde tam bir muammaya dönüşüyor. Baştan sonra anlamsız bir kabustan öte bir şey ne yazık ki yok. Ataerkil düzenin kirlettiğini varsaydığımız dünyaya kadınca bir başkaldırı mı ifade ediyor yoksa, neye başkaldırıyor bu kadınlar tam olarak, en ufak tutarlı bir yoruma bile imkan tanımayan bir dil kurmuş yönetmen. İnanılmaz bir sembol yüküne sahip film ve daha kötüsü hiçbirini bir yere oturtamadığımız, çerçevesi çizilmemiş temelsiz bir sembolizm bu. Yer yer zorlasa da yine de kendini ilginç biçimde izlettiren, izleyicisine de Fransız bu filme, İngiliz bir ifade kullanmak istiyorum: "not my cup of tea" ve ekliyorum, filmi beğendiğini söyleyen eleştirmenlerin tam olarak neyini beğendiğini ifade edememesi ayrı bir tuhaflık. Mesela buraya tıklayın ve karşınıza çıkan eleştirmenin eleştirisinde (???) bu filmi neden bu kadar çok beğendiğini açıklayın, neden beğenmiş sahi ya, o kadar laf kalabalığının içinde anlayan beri gelsin, bana da anlatsın olur mu? 

Yıldız: *