20 Nisan 2015 Pazartesi

Cannes: Thierry Fremaux 2015 Seçkisinin Ardındaki Gizleri Paylaşıyor

Birçok filmin ileriki günlerde programa dahil olacağı Cannes'da Cannes'ın programlama şefi takımının şu ana kadar yaptığı zor seçimlerden bazılarını anlatıyor.




Seçilen 43 filmin prömiyeri Cannes'da duyurulduktan sonra, fesivalin yetkili şefi Thierry Fremaux, Variety ile oturup onun takımının bazı sanatsal ve kişisel kararlarını inceledi. Komitenin 2015 listesinde ülkelerin dengesiz dağıldığı gözüküyor (Fransa ve İtalya en büyük ağırlığa sahip) ve çoğunlukla erkeklerin baskın olduğu bir liste var önümüzde sadece 6 kadın yönetmen seçilmiş ve sadece ikisi resmi seçkide.


Öncelikle açılış gecesi seçimi 'Standing Tall'u kendi doğrusuna göre muhteşem olarak anıyor ve Fremaux izleyicilerin yönetmenin cinsiyetine takılmadıklarında ısrar ediyor. Emmanuelle Bercot'nunki gibi filmlerin Charlie Hebdo trajedisini nasıl cevapladığı ve bu yılın programının önemli konulara dokunduğunu vurguluyor. Burada Thierry Fremaux, kapsanan, unutulan ve 2015'in mağazasındaki hala tamamlanmamış diğer sürprizlerine açıklık getiriyor.

Dünya Cannes'ın Dünya Sineması'nın Olimpiyatı olduğunu düşünür: Umulan her ülkenin en iyi filmlerini yarışmaya göndermesidir. Sizin sürecinizde uluslararası temsil çeşitliliğini sağlamak ne kadar önemli?

İlk olarak Cannes'ın Dünya'nın en önemli film festivali olduğunu anlamak önemli. En fazla başvuruyu biz alıyoruz (1854 film başvurdu bu sene) ve en azını kabul ediyoruz. Bunun anlamı şu biz seçkiler yaptıysak sadece 50-60 film olacak, daha fazla değil. Bu yüzden biz herkesi temsil edemeyiz ne yazık ki. Ama o en iyi olarak geldiğinde ve küresel film kültüründe evrensel başarıya ulaşacak olduğunda ona önem veriyoruz. Cannes kendine küresel sinemada hüküm süren genel ruh durumuna dair bir görev atfediyor. Bu sabah basın konferansında çoğu insan sorular sordu. İtalyanlar soruyor İtalya hakkında (yarışmada 3 filmle temsil ediliyorlar), Meksikalılar soruyor Meksika hakkında (hiç yok filmi). Her ülke kendi filmleri hakkında konuşmak istiyor.


Sadece iki Amerikalı yönetmen yarışmada olmasına rağmen, birçok film Hollywood yıldızlarıyla İngilizce çekilmiş-ve diğer ülkelerin de benzer şekilde film yaptığı görülüyor. Liste bu yıl fazlasıyla uluslararası bir karışımı işaret ediyor.

Herhangi bir Cannes listesinde ben hep söylerim, filmleri biz seçmeyiz, filmler kendilerini bize seçtirmek için gerçekten mücadele ederler. Filmler dışarıda kalır ve bazıları şöyle anons eder kendini: Ben buradayım ! Bu nedenle Cannes onların sesini yansıtırken,  filmler yıla dair bir ısı belki bir renk verirler. Elbette birçok yeni yeteneğin olduğu fazlasıyla uluslararası bir yıl ve biz fırsat oldukça böyle yapmaya çalışıyoruz.


Peki kadın ve erkek yönetmenler arasındaki dengede aynı şekilde işliyor mu? Birkaç yıl öncesine kadar bu konuda Cannes'ın alıngan olduğunu biliyorum. 

Kadının Dünya Sineması'nda mevcudiyeti sorunu önemli bir konu. Cannes tahrip edilmiş bir bakıma ama esasında Cannes adil, bu önemli bir konu ve ben üzerinde çalışıyorum. Bu yıl Emmanuelle Bercot'nun filmi Cannes'ı açıyorsa, o kadın olduğu için değil, güzel bir film yaptığı içindir. Ben yarışmada kadın olmadığı için suçlu hissetmiyorsam, bu durumdan gurur da duymam. Ben yönetmenlerin kadın ya da erkek, yaşlı ya da genç, siyah, beyaz ya da kızıl olup olmadığını bilmem. Biz filmleri seçiyoruz, yönetmenlerin cinsiyetine göre seçim yapmıyoruz. Bu yıl İspanyol filmi yok yarışmada, O nasıl olur.


Sizin deneyiminizde perdede görülebilecek çok sayıda film örneği veriliyor. Kadın yönetmenler farklı bir yolla film yapamaz mı? Cannes'ın kriterlerini böyle farklı durumlara da uyum sağlatması gerekmez mi?

Geçen yıl jüri başkanı Jane Campion'du. Ödülü başka bir kadına mı verdi? Hayır o bir erkeğe takdim etti ödülü (Kış Uykusu filmiyle Nuri Bilge Ceylan'a), bu nedenle o Altın Palmiye kazanan tek kadın yönetmen olarak kaldı. Şayet Cannes erkek baskınlığının tüm problemlerini çözebilse (Dünya Sineması'nda), ben de gerekeni yapardım, ama ben bunun gerçekçi olduğunu düşünmüyorum.Bu yıl Valerie Donzelli'nin yarışmadaki filminin senaryosu Jean Gruault'dan, hikaye Truffault'nun. Trufault erkeksi bir film mi yapmıştı, Donzelli kadınsı bir film mi yaptı? Ben bilmiyorum ama o ilginç bir soru. Maiwenn kadın filmleri mi yapıyor (Mon roi adlı romansı yarışmaya seçilmişti). Alice Winocour Belirli Bir Bakış bölümünde (Maryland ile) ve neredeyse bir tür filmi çekmiş, o yüzden orada.


Bir filmi Resmi Seçki'ye mi (nam-ı diğer Ana Yarışma) yoksa Belirli Bir Bakış'a mı konumlandıracağınıza nasıl karar veriyorsunuz.

Yarışmaya girecek değerde bir film yapmak fazlasıyla zorludur. Çıta çok yüksektir. Basın bir filmi yarışmada gördüğünde dikkatli gözlerle onu izler ve 20 filmin yarışmayı nasıl hak ettiğinin farkına varır. Film yapmanın başka bir yolu yok, Belirli Bir Bakış  yarışmanın dışında farklı birçok filmi gösterebilir veya genç yönetmenler filmlerini Cannes'da gösterebilsin ki ilerleyebilsinler. Belirli Bir Bakış'dan birçok yönetmen daha sonra yarışmayı da ziyaret edebiliyorlar ve Eleştirmenlerin Haftası ile Yönetmenlerin 15 Günü keza, onlar da öyle.


Filmlerin doğasının Cannes'ın dokusunu belirlediğini söylüyorsunuz. Bu yıl festivalin romantik olmaktan öte daha politik olacağını söylüyorsunuz. Nasıl yani? 

Biz Resmi Seçki'de her ikisine de bir parça sahibiz. Festivalin açılış filmi Standing Tall, bizim için çağdaş ve angaje sinemaya bir hürmettir. Ayrıca biz bu tarz nedenlerle de bağlantılıyız. Emmanuelle yoğun bir biçimde evrensel bir film yapmayı seçti. O bir Amerikan filmi olabilir, o eğitimle ilgilenebilir, o bizi kültürel geçişkenlik, toplumsal güvenlik hakkında şaşırtabilir ve biz böyle bir filmle açılışı yaptığımız için mutluyuz. Fransa Ocak ayında bir terörist saldırı dalgası yaşadı ve sordu. 'Neden biz bir arada yaşıyoruz'? Bugün bu soru her zamankinden de önemli. Bu insanlar 11 Eylül'deki gibi dışarıdan gelmediler, onlar Fransa'da doğup, büyüdüler. Bu yüzden bu ülkede eğitim ve toplumsal entegrasyonla alakalı sorunlar var ve Bercot'un filmi bu konuları gösteriyor. O fedakarlık ve aşk kadar toplumuzdaki kusurlarla da ilgileniyor ve biz bunların hepsini göstermek istiyoruz.


Siz basın konferansında Standing Tall'daki konulardan bahsettiniz ve kapanış filminin de onunla bağlantılı olduğunu söylediniz, adını vermediniz.

Kapanış gecesi filmini henüz açıklamıyoruz, ama açıklayacağız. Ben onu bugün açıklamak istemedim çünkü çok şey duyurmuştuk, kapanış filmi hakkında sonra konuşacağız.


Cannes için politik olarak angaje ve cüretkar filmleri göstermek ne kadar önemli?

Eğer biz anlatırsak size, gazetecilere, eleştirmenlere, bu film ortalama bir filmdir ama konusu güçlüdür. Siz bağıracaksınız: Hadi, biz Cannes'dayız.  Yani biz gösteriyoruz, Inside Job'daki gibi, Inconvenient Truth ya da The 11th Hour. Bizim mesleğimizin parçası böyle filmler göstermek. O önemli benim için. Cannes dünyayı değiştirmek değildir. Filmler hakkındaki tutku büyüktür ama bazen biz filmlerle angaje olmaya ihtiyaç duyarız ve onlar güzel filmler olduğunda sonrası daha iyi olur.

Siz diğer festivallerde gösterilmeyen tartışmalı filmleri gösteriyorsunuz. Örneğin Gaspar Noe, Bertrand Blier, Abdellatif Kechiche'inkiler.

Düşünce özgürlüğü sorunu çok önemli. Özellikle Ocakta yaşadığımız olayı da düşünürseniz. Hiç kimse, hiç bir hükümet baskılayamaz bizi. Bu özgürlüğe sahip olmak şans, ve o gerekli. 


Bugünkü basın konferansından sonra neden hala duyurulmayan filmler var.

Ben birkaç konuyu açıkta bırakmayı seviyorum. Önemli olan festival açıldığında, 13 Mayıs'da hazır olmak. Ama bir ay önce programın %90'ını açıkladık. Şimdi biz acele etmeden geriye dönmeye zamanımız olacak. -Fransızlar sever bunu- izleyeceğiz bazı şeyleri ve daha da donatacağız festivali. Ayrıca o biraz da dijital film yapımının sonucu. Bu günlerde kısa sürede film yapmak çok kolay veya hızlıca bitirmek ve sonuçta göremiyoruz biz her şeyi. Şimdi gitgide daha çok film internette sunuluyor. Bazen Vimeo aracılığıyla ve ben söylemek zorundayım ki bundan nefret ediyorum. Asla bilgisayarda bir film izlemiyorum. 

Ama bazı filmleri zor durumlarda bu şekilde izlemek zorunda kalıyor olmalısınız

Hou Hisao-hsien'in The Assassin adlı filmini biz DVD'de gördük ve ondaki potansiyele karar verdik, çünkü o bitmemişti, ve sonra Matteo Garrone'nin filmini (The Tale of Tales) 3 ay önce gördük ve ilk başta reddettik çünkü o bitmemişti. Çok sayıda özel efekt eksikti, bu yüzden hayır dedik. Garrone bekle dedi ve üzerinde çalıştı biz de aldık filmi.

Arnaud Desplechin'in filmi Nos Arcadies ne hakkında?

O farklı bir hikayeydi. Ben filmi çok sevdim, biz çok fazla Fransız filmine sahibiz ama boş yer çok az..

Ve Gaspar Noe'nin filmi Love'a ne oldu?

Ben onun bize ne yaptığını göstermesi için hamle yaptım, bakalım göreceğiz.

Bu yıl o görünüyor ki izleği değiştirmek için özel bir çaba göstermişsiniz ve alışıldık olandan daha cüretkar. Neden öyle?

Genel olarak ve özellikle Cannes'da siz çok fazla alışkanlığa sahip olamazsınız. Biz dünyadaki en büyük festivaliz ama asla onun hakkında düşünmüyoruz. Biz işimizi yapıyoruz. Ben bugün Dieter Kosslink ve Alberto Barbera'dan harika mesajlar aldım ve ben onu önemli buluyorum. Aynı işi yapmamıza rağmen birbirimizle konuşabiliyoruz. O Berlin, Venedik veya Cannes  hepimiz dünya sinemasına hizmet ediyoruz.

Son olarak telif hakkı konusuyla nasıl ilgileniyorsunuz. O şimdi Avrupa'da Film Komisyonu ve film toplulukları arasında sıcak bir tartışmaya dönüştü.

Yazarın hakları yerine biz sanatçının hakları diyoruz. Film parayı gerektiren endüstriyel bir sanat ve sık sık bu para keselerine sahip oluyor, yazarlara değil. Ama şimdi telif hakkı sadece Fransızlar değil, Avrupalılar için de mücadele konusu, sanatçının korunması herkesin korunması demektir çünkü bugünlerde herkes yazar olabilir. Eğer sen Google'da bir video paylaşırsan sen bir yazarsın. Sanatçı kendi çalışmasına bağlıdır. Eğer o bu şekilde farkedilmezse nasıl yaşayabilir? Sadece filmsiz hayatı hayal et - imkansız!

Röportajın aslına şu siteden ulaşılabilir:
http://variety.com/2015/film/festivals/cannes-thierry-fremaux-shares-secrets-behind-the-2015-selection-1201474265/

12 Nisan 2015 Pazar

Hayvan Düşü: Ataerkil Toplum Halleri

Geçtiğimiz günleri yine o bildiğimiz kutuplaştırıcı dilin etkisinde geçirdik, bir süre daha bu kutuplaştırmalara tanıklık edeceğiz gibi duruyor. O kutuplaşmanın örneklerinden biri diyebileceğimiz bir video da sosyal medyada epey döndü, bir şarkıcı, yeni milletvekili adayı; bir televizyon programında kadının fıtratı ait olmaktır, ama erkeğinki o değil, ben sahip olurum ait olmam gibisinden sert cümleler kurdu, çeşitli çevrelerden (okumuş, seküler-aydın) tepki de gördü haliyle. Biliyoruz ki o tepki gösteren çevreler halkın çoğunluğu değil, halkın çoğunluğu bana kalırsa o milletin vekil adayı gibi düşünüyor, seküler tabir edilecek insanlara bunu deyince de, onlara zaten bu milletten bir şey olmaz sözü kalıveriyor, bir tür çıkmaz sokak... Ama işte sanatın evrensel gücü böyle durumlarda devreye giriyor ve öyle güzel zamanlarda öyle güzel filmler hediye ediyor ki, bizleri mutlu ediyor, sorunlarımızı çözemese de. 

Yer Danimarka'nın taşrası, Marie adlı genç kızın kadın olma hallerine tanıklık ediyoruz, elbet sancılı geçiyor bu süreç taşranın erkekleri yakasını rahat bırakmıyor. Taciz, her cinsin içine katıldığı sulu şaka vs. yönetmen Alexander Arnby, metaforlar (belki rüya) üzerinden anlatıyor meseleyi büyük ölçüde, Marie'nin kadınlığa geçişi onun Kurt Kadın'a dönüşümü üzerinden ele alınmış, ve film sakin bir korku-gerilim türü şeklinde kurgulanmış, yönetmenin alegorik tarzı ilgi çekici, ve daha ilk andan itibaren seyircisini germeyi başaran merak uyandırıcı bir anlatıma sahip, tabii filmin ortalarını geçince Marie'nin annesinin cenaze sahnesi gibi ritmin düştüğü, görece sıkıcı anlar da yok değil. Bir Hollywood yönetmeninin elinde sığ bir tür filmine dönüşecek malzeme Arnby'nin elinde ataerkil toplumun çarpıklığı-adaletsizliğinden tutun da önyargılara ve ötekileştirici tavrın yanlışlığına da vurgu yapmakta ve hepsinin üzerinde saf aşkın değerini-önemini kavratmakta, onu yüceltmekte. Yönetmen son noktada bırakın 'kılını tüyünü' 'özgürce' sevmenin ve sevilmenin gücüne inanın, aşkı n'olursa olsun yaşamaya bakın bu kurtarır bizi diyor kısaca. 

Bir Ortadoğulu olarak yaşadığımız eşitsizliklerin 'medeni' tarif edilecek 'batı' ülkesinde de karşımıza çıkması ne acı, kadının orada da kadınlığını gizlemesi, erkeğin arkasına düşmesi onun ahlak anlayışının bir parçası olması gerek.

Meselesi farklı olsa da benzer cümleleri Danimarka'dan gelen başka bir film, Vinterberg'in The Hunt'ı için de birkaç yıl önce söylemiştik. Danimarka taşrası bizi ne kadar da andırıyor demiştik. 

Bu arada tarihin belki en özgün, estetik, aşk dolu vampir filmi Alfredson'un Gir Kanıma'sı ile de benzerlikleri var Hayvan Düşü'nün, özellikle ötekileştirileni sevmek bağlamında. Sonuç olarak tür sinemasının kodlarını insancıl meselelerle buluşturan mütevazi bir sanat filmi var karşımızda ve kimi Başka Sinema salonlarında sizleri bekliyor.

Yıldız: * * *