21 Aralık 2014 Pazar

2014'ün En İyi Filmleri


10-PELO MALO/KIVIRCIK SAÇ: Geçen yıl San Sabastian Film Festivali'nde Altın İstiridye kazanan Kıvırcık Saç, Türkiye'de vizyon şansı bulamamış, !f de izleme şansı bulmuştuk. Eşcinsel eğilimler taşıyan bir çocuğu annesinin erkekleştirme çabalarına duyarlığı yüksek bir gözlüğün ardından bakan ve bu çabaların absürtlükten öte bir anlam taşımadığını hissettiren film bağımsız sinema ifadesinin yarattığı beklentinin altını yeterinde dolduruyordu.


9-LİKE FATHER LİKE SON/BENİM BABAM BENİM OĞLUM: Japon yönetmen Hirakazu Kore-Eda'nın filmi yıllar sonra çocukları karışan iki farklı sınıftan farklı değerleri temsil eden iki ailenin bu durumu fark ettikten sonrasına odaklanırken, kulağa pek de yabancı gelmeyen bu hikayeyi melodramın tuzaklarına düşmeden sahici, tüm yalınlığının ardındaki şiirselliği koruyarak anlatıyordu, filmin yaratıcı mizansen oluşturma konusunda pek hünere sahip olduğunu söyleyemesek de biraz uzatılmış senaryosunun ve başarılı oyunculuklarının güzel bir film izledik hissi uyandırdığını belirtmek şart.


8-VENUS İN FUR/KÜRKLÜ VENÜS: Mazoşizmin isim babası Masoch'un aynı adlı romanının tiyatroya uyarlanışını gösterirken, sinemaya nasıl uyarlanabileceğini de gösteren yaratıcı bir çalışmaydı, ilk dakikalarında biraz sıkıldığımı itiraf ediyorum, ileriki dakikalarda ise film beni de içine çekti. Bir tiyatro yönetmeni ve onun oyununda rol kapmaya çalışan kadının çekişmesini resmederken romanı tiyatroya (dolayısıyla sinemaya uyarlayıvermiş Polanski) uyarlamış bile. Filmin başında ve sonundaki kaydırma hareketleri dışında bizi bir tiyatro sahnesine hapseden film, sinemada teatrallik (kitabilik) olurmuymuş deyip Kış Uykusu'na laf edenlerin de izlemesini gerektiriyor. 


7-NEBRASKA: Bu yıl altın bir yıl geçirdiği söylenebilecek Amerikan bağımsız sinemasının başarılı örneklerinden biri de özenli siyah-beyaz estetiği çok şık bir öyküyle birleştirip, aile bağları ve yaşlılık gibi konulara yerelden çıkıp evrensel dokunuşlar katabilen bu filmdi. Müziklerini de unutmayalım tabii. Türkiye'de 'Randevu İstanbul' adındaki herkesin çok da bilmediği etkinlik dışında hiç gösterim şansı bulamaması (festivaller ve Başka Sinema dahil) da rahatsız edici, 6 dalda Oscar'a aday olmuş bir Amerikan filmi bile böylesi bir ambargo yiyebiliyor, Blockbusterlar ve İvedikgiller'den yer kalmayınca vizyona girememesini hadi anlarım da ya ötesi...İzleyenlerin %90'ından fazlası internetten izledi Nebraska'yı, bu da internetin filmlere erişme konusundaki yükselen konumunun çarpıcı bir örneğiydi.


6-HELİ: Aslında izlediğimde hoş duygularla sinemadan çıkmama rağmen hakkını biraz yediğim bir film Heli, o zamanlar 5 üzerinden 2 not vermiştim ama zaman geçince yerinin daha yukarılarda olmasına karar verdim. Heli bize şunu anlattı: yönetmenlik başarısı çekilmesi zor sahneleri çekmek veya görüntü, kurgu, müzik gibi elementleri ustalıkla bir araya getirmekten ibaret değil, sözlü olarak anlatılacak, anlatıldığında daha iyi anlaşılacak olanı neredeyse hiç diyaloglara başvurmadan göstermesi... Devletin uyuşturucu kartelleriyle işbirliği içinde olması, ve mağdur abiye yardım edememesinin bedelini polis kadının göğüslerini abiye ikram ederek ödemek istemesi, kız kardeşe tecavüz edildiğini abinin cinsel isteğinin bitmesiyle gösterip parçaları birleştirmesi ve son sahnede kız kardeşin büyümüş karnıyla noktayı koyup boşluk bırakmaması, az şey mi?



5-DEUX JOURS UNE NUİT / İKİ GÜN BİR GECE: Dardenne Kardeşler'in bu son filmi, adeta Ken Loach elinden çıkmış hissi uyandırıyor, işten çıkarılan bir kadının iş arkadaşlarıyla dayanışmayı büyütme çabası, tam olarak amacına ulaşamasa da başrol oyuncusunu olduğu kadar bizleri de daha bir olgunlaştırdı sanki, son sahnede işini artık tamamen kaybeden Marion Cotillard'ın yüzündeki gülümseme içimizde öylesi fırtınalar kopardı ki, hemencecik, işte o tebessüm kurtaracak insanlığı deyiverdik, alkışlamak istedik, film de bitti o arada. İki Gün Bir Gece'nin temel insani değerleri günümüz toplumunda yeniden hatırlatan, insan denen gayya kuyusunun ne hepten sevilecek ne de nefret edilecek bir yapıda ve hiçbir zaman tamamen umut kesilmeyecek bir tarafı olduğunu gösterişi hepimizi derinden sarstı. Bu öykü, bırakın sinemasal değerlerini bir tarafa, 'tam bir insanlık dersi' olarak karşı karşıya gelmeyi şart koşuyor.

4-THE GRAND BUDAPEST HOTEL/BÜYÜK BUDAPEŞTE OTELİ: Kimileri sinemanın gerçekten alabildiğine uzaklaşan tarafını olumlar. Rüyalarımızdır, masaldır, sihirdir der. Açıkçası ben pek öyle değilim. Sinemanın gerçeğe en çok yaklaşabilen tarafını severim genelde, tıpkı Boyhood da olduğu gibi. Ama Büyük Budapeşte Oteli sinemanın çocuksu tarafını da sevebileceğimi gösterdi. Baştan sona bir masal izlediğimi bilsem de duygusuna, hümanizmine hayran olmaktan alamadım kendimi. Zweig'ın edebiyatçılığını Anderson'un sinemacılığıyla buluşturan sinemadan mutlu çıkarma olasılığı çok yüksek bir film.

3-BOYHOOD/ÇOCUKLUK: Bir çocuğun 6 yaşından 18 yaşına kadarki büyüme serüvenini anlatan bunu yaparken ülkedeki politik,ekonomik ve kültürel değişimi de arka fona yediren Richard Linklater'ın Boyhood'u 3 saate yakın süresine karşın zevkle izlenirken, öykü yapısıyla geçen yılki La vie de Adele'i de hatırlatıyor. Orada da belli bir zamansal değişim söz konusu olsa da buradaki 12 yılık değişim, tamamen gerçek zamanlı; başroldeki Mason ve çevresindekilerin fiziksel değişimleri de an be an gözümüzün önüne serilmekle filmin etkileyiciliği de bir hayli artmakta. Zamanın yıkıcılığı (ve yapıcılığı) üzerine sinema tarihinin en özel filmlerinden biri olan Boyhood, sanatın bilhassa sinemanın da asli görevlerinden birini yerine getiriyor. Sinemanın hammaddesi zaten zaman değil midir diye soruyor.Şimdiden Mason'un üniversite serüveni ve sonrasını merak ediyoruz, belki biraz tahmin de ediyoruz ama Boyhood'un yalın bir başyapıt olduğu gerçeğini değiştirmiyor.


2-LA GRANDE BELLEZZA/MUHTEŞEM GÜZELLİK: Bir başyapıt da İtalya'dan geldi bu yıl, hem de Baudelaireyen olanından. Sorrentino'nun Roma'nın geçmiş ihtişamıyla bir yazarın anılarını (gençlik aşkını) aynı paralelde buluşturduğu film güzelliği eskilerde buldu, zıtlıkları (unutmak-hatırlamak, klasik müzik-popüler müzik, ağır çekim-yavaş çekim vs.) ustalıkla iç içe geçirdi. 6 tane sanatın bir araya gelerek nasıl da sinemayı 7. olarak ortaya çıkardığını da gösterip; yönetmenliği, görselliği, kurgusu, oyunculuğuyla etkileyici bir deneyim sunan Muhteşem Güzelliğin benim için önemli bir tarafı daha var o da sinema tarihinin en etkileyici finallerinden birine sahip olması: Bize yönelen bir bakış, perdenin kararması ve işte Muhteşem Güzellik! Şüphesiz filmin başından sonuna anlattıkları ve bizi bu finale hazırlayışı olmasa bu kadar etkileyici olmazdı diye düşünüyorum.



1-KIŞ UYKUSU: Ünlü sinema kuramcılarından Bela Balazs; uyarlamalara sıcak bakmaz, iyi edebi eserlerden iyi filmler çıkmayacağını, vasat sayılabilecek eserlerden ise sinema tarihine adını yazdıracak filmlerin çıkabileceğini iddia eder; ikisinin anlatım yöntemleri farklıdır, uyuşmaz kolayca. Sinema tarihi Balazs'ı çoğunlukla doğrular. Zamana direnmiş, Sight and Sound gibi dergilerin 10'ar yılda bir yaptığı (1952......2012) geniş ölçekli soruşturmalarda, Karamazov Kardeşler, Suç ve Ceza isimli filmler hatırlıyor muyuz? veya Don Kiyote, Hamlet, Anna Karenina, Madam Bovary yahut Ulysess... Peki sayısı 200'ü geçen öykü külliyatıyla tüm edebiyat listelerinde kendine yer bulan Anton Çehov'un bir öyküsünden sinema tarihine adını yazdırmış bir filmi biliyor muyuz? Ben bilmiyorum. Ama sadece bir değil iki öyküsünü birleştirip bir öyküsünde bahsi geçip anlatılmayanları da kendi süzgecinden geçirip anlatan bir film biliyoruz. Evet Kış Uykusu üstün edebi eserlerden üstün filmler çıkabileceğinin nadide örneklerinden biri. Bunun yanında sanat yönetmenliğinin doğrudan doğruya sinemada bir 'dil'e nasıl dönüşebileceğinin de filmi aynı zamanda, duvardaki bir The Seagull afişinin bir filmin anlatmak istediklerini adeta tek başına sırtlayabileceğini kaç tane yönetmen düşünebilir? Elbette entelektüel düzeyi yüksek bir film Kış Uykusu, izleyicisinden de böyle bir dikkat talep ediyor. Ama hangi filmi böyle bir dikkati gerektirmiyordu ki Ceylan'ın. Bu kez anlatmak istedikleri filmin biçimini de doğrudan şekillendirmiş, yönetmen aynı mekanda geçen uzun, kesintisiz epizotları edebi diyaloglarla birleştirince de belirgin bir teatrallik ortaya çıkarmış, ama yönetmenin hüneri sinemasal olanı da hiç terk etmeden bunu yapması, aynı mekanda 15-20 hatta 25 dakikalık epizotlarda çok sayıda farklı plana başvurmuş, kurgu başarısı göstermiş, sadece Aydın Bey'in odasına farklı yerleri gösterdikten sonra 10 farklı kesme saydım ben, düşünün. Bu konuda hala güncelliğini yitirmediğini düşündüğüm bu yazı http://1saniyede24kare.blogspot.com.tr/2014/07/yanlis-cografyada-dogmak-incelikli.html okunabilir, küçük bir düzeltme de yaparak şunu söyleyeyim. Filmde Aydın Bey'in odasındaki kendi oyunu Yaralı Kuşlar'ın afişinin sonraki sahnede ortadan kalktığını söylemiştim, keşke öyle olsaymış, daha çarpıcı olurmuş, dikkat gerektirme olayını da fazla abartmamış olurmuş, öyle olmamış ama arkasındaki afiş daha ön plana çıkarılırken afişin uzağındaki sandalye afişin önüne konup isminin okunması engellenmiş, işlev aynı elbet, ama ben olsam afişi ortadan kaldırırdım, yazımda da kaldırdım zaten :) Filmi sinemada 2 kez izlemiştim, Dvd'den bir kez daha izleyince fark ettim. Bu konuda o sahnede yönetmenin farkında bile olmadan bir sandalyeyi afişin önüne ittirmiş olabileceğini söyleyenler çıkabilir, peki yönetmenin iki kez daha (ikincisi uzunca ve konuşmasız) bu afişi inatla göstermesine ne demeli? Jean Mitry'yle yanıt verelim: ''Sanatta tesadüflere yer yoktur, eğer kimilerinin dediği gibi sanat yapıtı biraz da tesadüfün kızıysa tesadüf sanatçının ta kendisidir.''