21 Eylül 2014 Pazar

Filmekimi Önce Adana'dan Geçti

Filmekimi yakın dönemde dünya festivallerinde dikkat çeken çokça filmi göstermeye çalışır, bu filmlerin önemli bir kısmı da Cannes filmleridir. Bu yıl o görevi ilk önce Altın Koza üstlenmiş gibi. Resmi Seçki'deki 8 filmi de getirmiş. İçeriğiyle büyüleyen Dardenne'ler ve Zvyagintsev insanlara güvenmeli, umudu kesmemeli ama her daim de dikkatli olmalı, işi sıkı tutmalı der gibilerdi. Godard ise deneysel sinemanın da sınırlarını zorlayan bir veda gerçekleştiriyordu sanki.


Dardenne'lerden Çok Anlamlı Bir Film

Yukarıdaki başlığı okuyan biri, haliyle şunu söyleyebilir: Dardenne'lerin hangi filmi anlamlı değildi ki? Belgesele yaklaşan stillerinden taviz vermeden sanki aynı filmi çekiyormuş gibi gözüken ama her seferinde Avrupa'nın bağrından kayıtsız kalınamayacak filmler yapan bu iki Belçikalı, bir önceki filmleri Bisikletli Çocuk'da eksik olanı da tamamlamışlar. Daha da yakıcı bir hikayeyle gelmişler. İnsanı çepeçevre kuşatan İki Gün Bir Gece bittiğinde boğazımızda küçük bir yumrukla ayrılmamızı sağlamayı başarıyorlar. İkili'nin mesajı net: İnsanlara güvenelim, onlardan umudu kesmeyelim, dayanışmayı daima büyütelim ama yine de dikkatli olalım insanın sağı solu belli olmaz, hele vahşi kapitalizmin cenderesinde ise. Marion Cotillard'ın başarıyla canlandırdığı karakter (Sandra) bir gün işten kovulduğunu öğrenir. İşveren diğer 16 çalışana şayet Sandra kovulmazsa, onlardan birinin işten çıkarılacağını artık 17 kişiyle çalışmalarının gerekmediğini iletir. Diğer çalışanlar bu korkuyla Sandra'nın kovulması yönünde oy kullanmışlardır. Fakat Sandra tekrar kapalı bir oylama yapılması için iş arkadaşlarının peşini bırakmaz. Sandra'nın işten ayrılmasıyla diğerleri 1000 avroluk bir ikramiyenin de sahibi olmuştur. Sandra kapı kapı gezip işini kaybetmemesi için ikramiyelerinden taviz vermelerini ister ve onların gereksiz yere korkutulduğunu anlatmaya çalışır film boyunca. Kuşkusuz bu çaba epey zorludur. Sandra'nın tekrar dönebilmesi için çoğunluğun (en az 9 olumlu oy) oyunu alması gerekmektedir. Mücadelesi sonuç verir ve çoğunluğun oyunu alamasa da 8 kişinin oyunu almayı başarır. Aslında işini kaybetmiştir. Ama oyların bir çoğunu kendi lehine çevirmeyi başaran bu mücadele üzerine patronu onu çağırır ve ikramiyeleri kaldırmayıp bu sefer sözleşmeli çalışanlardan birinin ilerki günlerde sözleşmesini yenilemeyip Sandra'yı tekrar işe alabileceklerini ima eder, üstelik bu kişi Sandra'ya olumlu oy atan biridir. İki Gün Bir Gece nihai noktaya varılamasa bile mücadelenin, güvenin, insafın ve karakterli duruşun filmi. Avrupa'nın başülkesinde bile sistemin yarından emin olmamıza nasıl ket vurduğunun filmi de aynı zamanda. Kanımca Dardenne'lerin en güzel çalışmaları arasında. Yönetmenlerinin Cannes'da 5 kez üst üste ödül alıp bu filmle alamaması ise talihsizlik olmuş. 
Yıldız: * * * *                                                 

Büyük Balık: Devlet
Andrey Zvyagintsev de Dardenne'lerin gücünde bir filmle karşımıza çıktı.Tarkovski'den öte Elia Kazan'ın filmlerini hatırlatan bir tarafı da var Leviathan'ın. Nitekim yıllar sonra 2003 yılında çektikleri Dönüş ayarında bir film yapmışlar. Hala kendi adıma Dönüş'ü daha çarpıcı bulsam da yeni filmleri Leviathan'ın kısa roman tadındaki dört dörtlük politik içeriğine, ustalıklı senaryosuna şapka çıkarmamak mümkün değil.  Film ismini Thomas Hobbes'un 1651'de yazdığı aynı adlı kitaptan alıyor. Hobbes kitabında insanların birbirine zarar vermesini engellemek için devleti kurduğunu daha sonra ise devletin başlı başına insanlara zarar veren bir kurum haline geldiğini tartışır. Filmde de belediye, bir oto tamircisinin (Kolya) yerini rant amacıyla yıkmak ister. Kolya'nın karısı (İlya) eski sevgilisi olan bir avukatı yardım için yanlarına çağırır. Kolya'nın arkadaşları belediyedir ve belediye başkanının bir takım açıklarını bilirler. Avukat bu açıklardan belediye başkanını zor duruma düşürür ve Kolya'yı hapisten çıkarır. Gel gelelim güç üzerine kurulu devlet ve onun temsilcileri o kadar kolay yıkılacak yapıda değildir. Ne yapar eder, o yapı kendisinin devlet olduğunu hatırlatır. Bu noktada geriye insanın gücün yanında olmaya ne kadar eğilimli, kaypak bir yaratık olduğu kalacaktır, büyük balığın olduğu yerde küçük balığın ne kadar çırpınırsa çırpınsın pek de yaşama şansı kalmamıştır.
Yıldız: * * * *   

Godard En Yenilikçi Filmiyle Sinemanın Sonunun Geldiğini Söylüyor
Godard'ın Dile Elveda'sı için ünlü sinema tarihçisi David Bordwell bugüne kadarki en iyi 3D film diyor. Bunun da nedeni 3D filmlerin bize hissettirdiği boyutlu (ön-orta-arka) görüş açısının bir süre sonra büyük oranda kaybolması ve gözümüzün gerçek hayatta olduğu gibi bu duruma alışması. Yazar kuşkusuz haksız değil, bir oranda Gravity bunu bozmaya çalışmıştı ama Godard bambaşka bir şey yapıyor, birbiriyle ilişki kurmakta zorluk çekeceğimiz pek çok görüntüyü kısa aralıklarla devreye sokuyor yetmiyor, birbiriyle alakasız gibi duran diyaloglar ve müzikleri de devreye sokuyor, bir sağ hoparlörden ses geliyor bir soldan. Bazen bokun klozete düşme sesini bile özellikle duyuruyor, böylece 3D film izlediğimiz hissini sürekli canlı tutmaya çalışıyor. Örneğin iki sahnede öyle güzel biçimde iki görüntüyü iç içe geçiriyor ki kamera kaydırma yaptığında biz ilk görüntüden uzaklaşıp diğerini görürken, bir gözümüzü kapadığımız da ilkini görmeye devam ediyoruz. Görüş çoğu zaman bir köpeğinkine eşdeğer, zaten filmin kahramanlarından biri de bir köpek. Filmde; tekrarlanan biçimde doğa ve metafor bölümleri var, bir noktadan sonra daha önceki bazı görüntülerin devamı da kadraja dahil oluyor. Yönetmen sanki anlamsızlığın filmini çekmeye kalkmış. Görüntülerin önümüzden delicesine bir hızla geçtiği çağımızda böylesine karmaşa bu şekilde mi en iyi ifadesini bulurdu acaba? Bu film belki de Godard'ın son filmi olacak. Artık 'A'nın (dilin) sonunun geldiğini söylüyor filmde, anlatılacak olanın anlatıldığı ve geriye birşey kalmadığı için 3D'nin bir kader olduğu, ama Godard gibi bir sinema figürünün 21.yüzyılda 3D filmlerin üretim sayısındaki artışı da göz önünde bulundurursak, sinemadaki mizansenin sınırlarını bir kez daha ters düz eden ha deyince üzerine konuşulamayacak böylesi bir Avant-garde çalışmayla veda etmesi de uzun yıllar hatırlanır gibi duruyor.
Yıldız: * * * 

Ken Loach Bildiğiniz Gibi

İşçi sınıfını inatla anlatmaktan usanmayan usta, bir kez daha kamerasını İrlanda'ya çevirmiş. Jimmy Gralton adlı bir komünistin inşa ettiği salonda çevresindekilerle neşeli, çoşkulu, aşklı yaşamının kilise tarafından nasıl tehlike olarak görüldüğünü anlatıyor. Oysa o kilise Jimmy'nin fikirlerinin din kitaplarındaki 'komşun aç yatarken sen tok yatma' gibi sözlerden farklı olmadığını bilmiyor mu, çok iyi biliyor. İktidar(ların)ın çıkarlarını korumak için Jimmy'den rahatsız olmaktalar. Rahip, adeta Marx'ın kendi köylerinde vücut bulmuş hali olarak görüyor Jimmy'i. Jimmy'inin fikirleri yoksulları, evsizleri, onlarla bir kılacak, bu da kendi çıkarlarını tehlikeye düşürecek. Jimmy'i ise egemenlerin biz bir milletiz, çıkarlarımız aynı söylemine; işçi ile patronun, aç ile tokun çıkarları nasıl aynı olabilir şeklinde yanıt veriyor. Ayrıca filmdeki polis şiddeti, hukukun işlememesi gibi durumlar da dünyanın birçok yerine tanıdık gelecektir, muhakkak. Jimmy's Hall; Ken Loach'un Eric Cantona'nın pas kavramından hareketle dayanışmayı anlattığı Hayata Çalım At veya Irak'da geçen Rota İrlandalı ölçüsünde yenilikçi nüvelere sahip değil sapına kadar klasik, ama kayda değer bir film.
Yıldız: * * * 

David Cronenberg İyice Sapıtmış

Haftalık çıkan bir sinema dergisinde Cronenberg'in Yıldız Haritası, Altın Koza'da izlenmesi gereken filmler arasında ilk sıradaydı. Aslında bunda şaşılacak birşey yok bizim eleştirmenlerimiz istisnalar dışında (Mehmet Basutçu, Vecdi Sayar gibi) Hollywood ya da ana akıma yakın tabir edilecek filmleri pek severler (Dünyada da durumun çok farklı olduğunu sanmıyorum). İzlemesi rahat olur. Şüphesiz Yıldız Haritası da izlemesi pek rahat bir film, zorlamıyor, kafayı yormayı gerektirmiyor. Lee Dağı'nın eteğindeki film yıldızlarının zırvalıklarına tanık oluyoruz, sonlara doğru yönetmen daha ne kadar zırvalayabilirim diye de düşünmüş; kan gövdeyi götürüyor, bir kadın kendini yakıyor, gençler intihar ediyor. Şaka gibi bir film bu. Hani Hollywood eleştirisi falan da yok, ya da ben göremedim, bizim eleştirmenlerden görenler çıkar olasılıkla. Hollywood'un içindeki iki öz kardeşin yanlışlıkla evlenmesi ve çocuklarının şiddete eğiliminden nasıl eleştiri çıkar, çıkarana bravo vallahi. En çok üzüldüğüm konu da filmin başrol oyuncusu Julianne More'un yüzünü şekilden şekle soktuğu başarılı demekten öte anlam taşımayan oyunculuğunun pırıltısız bu filmi de Cannes'da dolaylı olarak ödüllendirmiş olması, o ödül için Marion Cotillard kesinlikle daha doğru bir seçenek olurdu. Hem 2 yıl önce Jaques Audiard'ın Pas ve Kemik'inde almayı hakettiği ödüle rötarlı da olsa ulaşırdı hem de dolaylı olarak oynadığı filmi, İki Gün Bir Gece'yi de ödüllendirmiş olurdu. 
Yıldız: *  

Abderrahmane Sissako'nun Timbuktu'su ise ciddi düş kırıklığı yarattı. Açıkçası Cannes'ın 'Resmi Seçki' filmi değil, 'Belirli Bir Bakış'ın filmi gibi. Afrika'da kökten islamcıların tüm zorbalıklarını anlatmaya çalışmış yönetmen. Ancak neden sinema duygusu böylesine zayıf diye sormadan edemiyor insan. Temposu gereksiz düşük ve senaryosu dağınık. Bu kadar güncel bir mesele ancak bu kadar çarpıcılıktan, gerçeğin yakıcılığından uzak anlatılabilirdi. Film 2012'de Mali'nin Timbuktu kentinde yaşanmış olaylara dayanıyor çünkü. Oysaki 1990'larda Afrika'nın bir manastırındaki rahiplerin katledişine adım adım götüren Tanrılar ve İnsanlar film boyunca süren gerilimiyle olduğu kadar çarpıcı finaliyle de aklımızda yer etmişti. Timbuktu'da yetkin bir politik sinema malzemesi yönetmenin sinemanın araçlarını kullanışı aynı ölçüde yetkinleşemediği için heba olmuş. Yıldız: * Alice Rohcwacer'in Cannes'da Grand Prix kazanan filmi Mucizeler ise sinema duygusu daha güçlü bir film. Özellikle ikinci yarısında bunu daha çok hissettiriyor. Ancak bu filmde de yönetmenin ne anlatmak istediği belirsiz. Köyde geleneksel yöntemlerle bal üreten bir ailenin halleri mi? Makine çağında onlara fantastik bir bakış atan medya mı? Evin kızının köy ürünleri yarışmasına girme sevdası mı? Onları yerlerinden etmek isteyenler mi? Ailenin ergenliğe girmiş kızının kadın olma serüveni mi? Hangisi filmin konusu? Görünen o ki hepsi. Belki de hiçbiri. Tabii şunu vurgulamadan da geçmeyelim: Filmde yabana atılmayacak şiirsellik de bazı şeyleri düşündürüyor. Evin kızı ve onlara bal üretiminde yardım etmek için gelen oğlan çocuğu, balın taşması ve kızın annesinin evin altında saklayabileceklerini söylediği sır filme belli bir derinlik katıyor ama Alice Rochwacer'in hikaye anlatma konusunda kendini daha çok geliştirmesi gerektiği gerçeğini ne yazık ki örtmeye yetmiyor. Yıldız: * *

Son olarak festivalin son günü Mike Leigh'nin Mr. Turner'ını da izlemek için sinemanın yolunu tuttum. Filmin başlamasına yaklaşık 10 dakika vardı ama gişedeki görevli filmin programda gösterildiği gibi bu salonda değil, kentin diğer ucundaki salonda gösterileceğini söyledi. Böylece Mr. Turner izlenemedi, hangi akılla son dakika, programdaki film başka sinemaya alınır. Bu nasıl festivalcilik anlayışı demeden edemiyorum. 

İzlediğim Cannes çıkışlı filmler içerisinde bir sıralama da yaparsam şöyle olur:

1. İki Gün Bir Gece
2. Leviathan
3. Dile Elveda
4. Jimmy'in Salonu
5. Mucizeler
6. Timbuktu
7. Yıldız Haritası