13 Haziran 2014 Cuma

100 Yıla Bedel: Kış Uykusu


Nuri Bilge Ceylan'ın bugüne kadar ki en olgun filmini, Kış Uykusu'nu ülke sinemasının 100. yılına denk getirmesi ne hoş tesadüf olmuş ama. Aslına bakarsanız Kış Uykusu'nun kendi ülke sineması bağlamında değerlendirilmesi de gereksiz. Dört dörtlük bir politik sinema ve sanat sineması harmanı olan Kış Uykusu dünya sinemasının saygın örnekleri arasında değerlendirilecek çapta.


Her yıl ağırlıklı olarak festivallerden olmak üzere çeşitli filmler seyrediyorum. Her yıl sinemada izlediğim beni tatmin eden birçok film ne güzel ki çıkıyor. Bazılarını ise daha da yukarılara koyuyorum. Fakat bazıları var ki hala sinemadan çıktığım dakikaları ayrıntılarına kadar hatırladığım... 2008'de Christian Mungiu'nun 4 Ay 3 Hafta 2 Gün filminden çıktığımdaki heyecan veya 2010'da Michael Haneke'nin Beyaz Bant'ından çıktığımdaki esrime nasıl unutulabilir. Onlara bir oranda Andrey Zvyagintsev'in Dönüş'ü ve Paolo Sorrentino'nun Muhteşem Güzelliği de eklenebilirdi. Filmden çıkar çıkmaz, sinemayı neden bu kadar çok sevdiğimin doğrudan karşılığı olan, etkisi dakikalarca geçmeyen, hemen kaleme sarılmak bu sevgiyi ifade etmek isteğinin son halkası da Kış Uykusu oldu. Nuri Bilge Ceylan İstanbul'dan kaçıp Kapadokya'ya gelmiş, beklendiği kadar ünlü biri olamamış bir tiyatrocuyu odağına aldığı filmde onun yanında kalan ablası, genç karısı, kiracıları ve yöredeki bir kaç kişiyi anlatıyor. Bu açıdan Bir Zamanlar Anadolu'da'nın çok odaklılıktan doğan ufak sıkıntılarını da bertaraf etmiş görünüyor. Filmdeki bu kişilerin arasındaki tartışmalar ve çatışmalar ile birlikte filmin öyküsü de oluşuyor. Kimi zaman gündelik yer yer edebi ve felsefi olan tartışmalar hayatın olağan akışı içinde hiç sırıtmıyor, inandırıyor. Ceylan aslında oklarını Uzak ve İklimler'den bu yana ilk kez ve onlardan çok daha yoğun biçimde okumuş, seküler adama, nam-ı diğer aydına saplıyor, güçlü bir elit eleştirisi yapıyor. Üst sınıf-alt sınıf ya da cumhuriyet tarihinde hep olan, son dönemdeyse Akp-Chp ekseninde tartışılan başka dünyaların insanlarının, neden başka dünyaların insanları olduklarını anlamaya çalışıyor. Karakterlerini yargılamamaya çalışsa da alt sınıfa daha sevecen yaklaştığı hatta ne mümkündür tartışılır ancak bir gün ülkeyi kurtaracak olanların da o sınıf olduğunu da ima ediyor. İnsana önyargısız yaklaşmayı, kötülüğe bulaştığı söylenen insanları anlamayı salık veriyor. Sahiden de filmde alt sınıfa mensup eski bir madenciyi canlandıran Nejat İşler'in karakterinin tüm kabalığının ardındaki insani değerler kurtarmayacak da ne kurtaracak insanlığı? Yoksa hayatında dine mesafeli olmanın yanında dindarı / alt sınıfı açıkça hor gören ama sıkışınca da ne yapalım birileri zengin birileri fakir, allah böyle yaratmış diyen bir yazar mı? Ayrıca imamın büyüyünce polis olmak isteyen öfkeli yeğeni de, modernliğin temsili motosikletiyle 'gezici' genç de bu Türkiye'nin parçaları değil mi? Belki yönetmenin bile onları filme yedirirken hiç tahmin etmediği ölçüde politik oluvermişler... İşte Kış Uykusu tüm bu soruların etrafında dönen bir film. Varoluşçu sorgulamalar bu kez ekonomik-toplumsal tabana oturuyor. İnsan üzerinden hareket eden ve yine insanda son bulan bir sistem eleştirisi olarak da okunabilir. Film Türkiye'de geçtiğinden ve yakıcı gündeme hakim olan bizler bu çıkarımları kolayca yapıyoruz, daha da yapacağız. Fakat filmin böyle bir bağlama sıkışmak gibi bir derdinin olmadığı içine Rusya'nın bile katılabileceği doğu ülkeleri başta olmak üzere dünyanın farklı coğrafyaları içinde benzer anlamlar taşıdığını söylemek zorundayız. Vurgulamamız gerekir ki yönetmen kesinlikle angaje bir sinema yapmak için yola çıkmamış, insanı biraz da, aslında o da bir doğulu olan Çehov radarından anlatmaya çalışırken bu kez oldukça politik suların içine düşüvermiş.

Filmin Üç Maymun ve Bir Zamanlar Anadolu'da'nın suçtan yola çıkan ve hafif gerilimli yapısından görece Uzak ve İklimler'in ruhuna, yalınlığına daha yakın olduğunu da söylemem lazım. Yönetmen her zamanki telaşsız anlatımından pek de ödün vermeden yumuşak ama lafazan (ama yormayan) ve sürükleyici bir anlatım yakalamış. Kimi sahneleriyle Antonioni'nin Bir Kadının Tanımlanması ya da Bergman'ın Bir Evlilikten Manzaralar filmleriyle de akrabalıklar kurulabilir. Özellikle Bergman'ın kendi filminde seçtiği ve neredeyse iki kişi arasında yaşanan bazı kesitleri sahne sahne anlattığı stili bu filmin de önemli bir bölümüne hakim ama hep de değil. Tiyatrovari olarak adlandırılabilecek bu yöntemin de Bergman'ın filmine nazaran Ceylan'ın filmine daha çok yakıştığını eklemeliyim. Nihayetinde Kapadokya'da otelinin adı bile bir tiyatro piyesi olan (Othello), Türk Tiyatro Tarihi kitabı yazmak için çırpınan bir adamı anlatmaya böyle bir stil yakışmasın da ne yapsın. Buradan hareketle bugüne kadarki Ceylan filmleri arasında biçimle içerik arasında en incelikli uyumun da bu filmde olduğunu düşünüyorum. Oyuncuların hepsi ayrı ayrı alkışı hakediyor. Çehovdan hatırladığım kahkahayla hüzün arasında seyreden adeta yaşayan performanslar kolay unutulur değil. Özellikle Haluk Bilginer ve Serhat Kılıç ama ben en çok Melisa Sözen'i beğendim. O narin sakinliğinin ardında alevlenen iç dünyayı kademe kademe patlamalarla resmedişinden duygulanmamak mümkün değil. Filmin sonunda Türk Tiyatro Tarihi kitabını yazmaya başlayan kocasının kitabın muhtemelen önsözünde derin aşkını ifade ettiği bu güzel kadına özellikle dikkat edin. 

Karamazov Kardeşler Sinemaya Yakışır mı?

Film çokça dillendirildiği gibi 3 saat 16 dakikalık süresini izleyiciye hissettirmiyor, sanıyorum ki Ceylan'ın en rahat izlenen filmi ve daha bir kaç saat devam etse de izlesek diyeceğimiz bir film, ne tuhaf. Bu açıdan belki de ilk kez Türkiye'yi Oscar adayı (Yabancı Film İlk 5) yapabilir. Keşke Ceylan, Richard Linklater gibi karakterlerini takip etse ve devam filmini yapsa da bu karakterlerin geleceklerini de görebilsek... Bu film aynı zamanda iyi romanlardan iyi filmler çıkmaz düsturunu da tartışmaya açacak gibi. Belki Kış Uykusu'nun cesaretiyle Ceylan sıcak bakmadığı uyarlamaya el atar ve sinemada çok da yetkin örnekleri bilinmeyen Dostoyevski'nin Ecinniler hatta Karamazov Kardeşleri'ni çeker. Ama ne çekerse çeksin artık gerçek şu ki; dünya, yakın zamanda Angelopoulos, Bergman ya da Antonioni'nin günümüzdeyse Haneke'nin yeni filmini beklediği gibi Ceylan'ın filmini de bekleyecek...

Yıldız: * * * * *

8 Haziran 2014 Pazar

Sert Bir Yunan Filmi

Ensest; yıkıcı, sert ve tabu bir konu. Sanat eserleriyse bu tabuların üzerine gitmekle mükellef. Türkiye'de de bir zamanlar Atlıkarınca adında bir ensest filmi (ilk kez yapıldığı söylenen) yapılmıştı. Bu filmi oldukça sığ bulmuştum. Hiç bir şey katmamıştı bana, sadece varlığı bilinen bir gerçeği resmetmekten başka. Türkiye'de önce İstanbul sonraysa Eskişehir film şenliklerinde gösterilen ve dünya prömiyerini de Venedik'de yapan ve 4 ödül birden kazanan Miss Violence (Şiddet Güzeli) bir Yunanistan yapımı, tıpkı Dogtooth gibi cesur bir film, ensesti konu ettiği için değil, akılcı bir senaryoyla adım adım işlediği, oldukça üsturuplu ve yalın bir dille anlattığı için. Filmin ilk çeyreği o denli ketum ki, sıkıldığımı itiraf etmeliyim. Daha sonra yavaş yavaş açılan senaryo büyük bir trajediye tanık olduğumuzu gösterince, oldukça ilgiyle izlemeye başladım. Yani sanıyorum ki biraz sabır göstermek gerek. Aslında Atlıkarınca gibi belki de izleyicilerin görmek istediği bir finale sahip. Fakat bu finali katharsis duyguları yaşatabilmekten uzak, filmin tamamına sirayet eden soğukluk ve mesafelilik ile inşa etmiş yönetmen. Bir babanın sadece kızlarıyla değil torunuyla dört duvarlar arasında yaşadıklarına tanıklık etmek yumruk yemiş hissi yaratıyor kuşku yok. Yine de ben entelektüel tabanı daha sağlam, sadece düşündürücü değil aynı zamanda zenginleştirici bir film görmek isterdim. Miss Violence az çok bildiğimiz dünyalara daha yakından tanıklık etmenin rahatsız ediciliğinin ötesine gidemiyor ne yazık ki. Biçimiyle ödünsüz sanat filmi denebilecek bu örnek içeriğiyle aynı ölçüde doyurmuyor kısaca.

Yıldız: * *