25 Nisan 2014 Cuma

İstanbul Film Festivali'nden Vizyona İki Film: İtirazım Var ve Büyük Budapeşte Oteli

Türkiye Ölçeğinde Gayet Başarılı Bir Deneme

Onur Ünlü'nün daha geçtiğimiz pazar akşamı İstanbul Film Festivali'nde En İyi Yönetmen ve En İyi Aktör ödüllerini kazanan filmi İtirazım Var, filme getirilen +18 yaş sınırıyla epey ses getirdi. En baştan söylemek gerekir ki, filmde böyle ileri bir yaş sınırını gerektirecek en ufak bir durum bile yok. Kararın art niyetli olduğunu düşünüyorum. Film bir müezzinin (Serkan Keskin) devletin çözemediği (belki de çözmek istemediği) bir cinayeti çözme çabası olarak görülebilir. Polisiye türünün gereklerini yerine getiren, belli bir gerilim dinamiğini içinde barındıran, türün has örneklerinde görülebilecek ayrıntıları da ustaca bulmacaya yedirip çözüme kavuşturan, sürpriz finali de olan ama bunları biraz aceleye getirmiş bir film olduğunu söylemem lazım, ayrıca filmin başlarında (neyseki sonra kesiliyor) ardı ardına girip bizi filme yabancılaştıran şarkılara ne gerek vardı demeden de edemiyorum. Bir de bazı sahnelerde filmin meselesinden neredeyse kopup cıvıklaşmaya doğru seyreden bir mizah... ne yazık ki beni güldürmüyor. Ama hep de böyle değil, insanları güldürmek için uğraşılmamış hissi geçiren, filmdeki bir ayrıntıdan anlık bir gülmece yaratan sahnelere de şapkamı çıkarırım. Örneğin müezzinin bir takım suçluları; banka memuru kadınla ortağını köşeye kıstırdığı sahnede filme önceden giren tahtadan yapılmış sahte silahı adamın eline tutuşturduğu an hoş değil miydi? Film sayıca çok karakteri bir potada eritmeye çalışıyor. Bu da kısa sürede çok şey yapmaya çalışmanın zorluklarını barındırıyor. İster istemez bu kadar karakterle mizaha bulanmış bir polisiye çekmekten öte filmin ismine paralel bir şeyler söylemek istiyor elbet. Müezzinin yanındaki garibanın (Efraim) Ermeni kimliği, taş atan çocuklar, aslında vurulan adamın yiyip içirdiği çocukları cinsel açıdan sömürmesi, dinin amacından sapması gibi günümüz Türkiye'sine ilişkin hatları net çizilemese de yorumlar çıkarılabilir. Yine de filmin hatlarını daha net çizmesi, yönetmenin kendisini tanımladığı söylenen o uçuk kaçıklığı sınırlandırması ve Ünlü'nün birçoklarınca yerlere göklere konulamayan mizahını biraz kısması taraftarıyım. Onur Ünlü; Yavuz Turgul, Çağan Irmak gibi yönetmenlerin ticari kaygılardan biraz daha uzak olmaya çalışırken, uçuk kaçık olmuş bir hali gibi. Bu filmle birlikte (7.uzun metrajı) onlardan daha aşağıda bir yönetmen olmadığı da kesinlikle tescilli. Senaryo yazma konusundaki hünerinin yanına yönetmenlik becerileri de ekli. Film izlerken sevip sevmeme konusunda kararsız kaldığımı ama film bittiğinde daha olumlu duygularla salondan çıktığımı belirtmeliyim. Türkiye ölçeğinde bakılırsa gayet iyi bir deneme olmuş diye düşünüyorum. Box Office, Türkiye'de en son 73 salonda gösterimde olduğunu söylüyordu, apar topar kaldırılmadan izleyin siz de kendi yorumunuzu yapın. 

*Onur Ünlü ile birlikte senaryoyu yazan ve filmde bir rolü olan kişi de Sırrı Süreyya Önder.

*Ben bu yazıyı yazarken yaş sınırı +15 olmuş, büyük lütuf.

Yıldız: * *

Asıl Güzellik İse Burada

Sinemayı yönetmenler üzerinden değil de filmler üzerinden tanımlamak artık daha doğru geliyor bana çünkü birçok filmini sevdiğim bir yönetmenin sevmediğim bir filminin çıkması gibi tam tersi de mümkün. İşte Wes Anderson'un Berlin Film Festivali'nde bu yıl Jüri Büyük Ödülü kazanan filmi The Grand Budapest Hotel (Büyük Budapeşte Oteli). Yönetmene karşı olumsuz duygularımı bir çırpıda öteleyen bir hazine... Bir önceki filmi Moonrise Kingdom'ı yetersiz bulmuş, düzeyli bir çocuk filminden öteye gidemeyeceğini söylemiştim. Masalsı stilinse gerçek hayatla bağ kurmakta zayıf kaldığını (ya da bu duyguyu seyirciye geçiremediğini) ifade etmiştim. Ancak Anderson öyle film yapmış ki masal ancak bu kadar içine alır insanı dedirten cinsten. Üstelik bu masal Amerikan sinemasında çok alışık olmadığımız derecede hümanist ve duygulu. İnsan filmdeki oteli gidip görmeyi bile isteyebilir. Stefan Zweig'ı iyice okumuş olanlar filmin onun yazdıklarından esinlendiğini de anlayabilirler, sonunda da söylüyor zaten. Film onun mezarının önüne gelmiş genç bir kızın onun kitabını açışıyla başlıyor. Önce Zweig konuşmaya başlıyor, başka birinin yıllar önce ona anlattığı hikayeyi anlatacağını söylüyor. Ve o zamana gidiyoruz. O kişinin anlattığı hikaye de o kişinin gençliğinden, haliyle bir kez daha geçmişe gidiyoruz. Film bizi geçmişin geçmişinin geçmişine götürüyor kısaca, tahmin edileceği gibi sonunda da geri getiriyor. Film bir otel görevlisiyle, kominin maceralarına tanıklık etmemizi sağlıyor, ama ne maceralar. Dünya savaşının tüm kahrediciliğinin gölgesindeki güzellikler: bir aşk, dostluk, mekanın o mekanda yaşanmışlıklar dolayısıyla oluşan anlamı... Film bir mekana her dönemde nasıl da hunharca muamele edildiğine şahit ediyor, orada yaşanan tüm güzellikleri hiçe sayarcasına. Film, Zweig'ın dünyaya dair gerçekleri anlatırken o gerçekler o kadar kötü olduğu için anlattıklarının hayal ürünü olmasını istemesinin bir tezahürü gibi, hayali bir otel üzerinden tüm kötülüklerin gölgesindeki güzelliklerine odaklanarak (film hüzünlü bitse de) Zweig'ın istediğini sinemada yerine getirmiş oluyor. Filmde azıcık rolü olsa bile başroldeki komi dışındaki neredeyse tüm oyuncular yıldız, film prodüksiyon tasarımıyla olduğu kadar senaryosuyla da büyülüyor ve geçmişin içinde katman katman daha da geçmişe giderken bunu anlatmayıp görselleştirmesiyle Aşgar Farhadi'nin La Passé (Geçmiş) filminde yapamadığı, eleştirdiğim mevzunun da nasıl olması gerektiğini gösteriyor. Kısaca ciddiyetten uzak olmaya, bir masal anlatmaya çalışırken gerçekle bağını hiç bir zaman koparmayan, beklemediğim ölçüde büyülü bir film Büyük Budapeşte Oteli, bir başyapıt...

Yıldız: * * * *